Ali Haydar Beşer: Sömürgecilik ahlâkın eşlik etmediği güçtür

14 Nisan 2025

Sömürgecilik ahlâkın eşlik etmediği güçtür. Bu, bireyler arasında olabileceği gibi, kurumlar ve devletler arasında da görülebilir. Fiziksel, siyasi, iktisadi, askerî ve benzeri herhangi bir gücü kısıtlayacak hukuki ve/ya ahlâki bir sınır yoksa sözkonusu gücün istismara, suistimale, sömürüye dönüşmesi önünde hiçbir engel yok demektir.

İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne denilebilir? “Dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilebilir mi? Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişini nasıl düşünmek gerekir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Sömürgecilik" dosyasında Dr. Ali Haydar Beşer'e sorduk.

1- Sömürgecilik nedir? Modern ve klasik sömürgecilik arasında fark var mıdır? Edward Said’in “oryantalizm, sömürgeciliğe keşif kolu hizmeti sunmuştur.” tespitini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sömürgecilik ahlâkın eşlik etmediği güçtür. Bu, bireyler arasında olabileceği gibi, kurumlar ve devletler arasında da görülebilir. Fiziksel, siyasi, iktisadi, askerî ve benzeri herhangi bir gücü kısıtlayacak hukuki ve/ya ahlâki bir sınır yoksa sözkonusu gücün istismara, suistimale, sömürüye dönüşmesi önünde hiçbir engel yok demektir.

Elbette daha özel olarak Avrupa’nın kendi tarihsel şartları içerisinde ortaya çıkmış, gelişmiş ve 20. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiş ülkeler arası siyasi, hukuki, iktisadi ilişki biçimleri şeklinde de görebiliriz. Burada sömüren taraf Avrupa ülkeleri, sömürülen taraf ise diğer ülkelerdir. Tarihte güç sahibi olan her ülke veya yapının aynı deneyime sahip olmadığı düşünülürse sömürgeciliği tek başına güç ile açıklamak da yanlış olur. Bunu Avrupa ülkelerine has kılan içsel ve dışsal tarihsel şartları mutlaka dikkate almak gereklidir. Reconquista’nın başarıya ulaşması, Reform hareketleri ve Protestanlık, mezhep savaşları, yenilik arayışları gibi içsel; coğrafi keşifler, ticaret ve zenginlik, Osmanlı’nın varlığı gibi dışsal faktörlerin bileşiminin sonucu olarak ortaya çıkmış bir gerçeklik olarak okumak daha doğru olacaktır.

Klasik ve modern sömürgecilik arasında benzerlikler olduğu gibi farklılıklar da vardır. Klasik sömürgecilikte iktisadi olan açık bir biçimde siyasi, askerî ve hukuki olarak destekleniyor ve o zemin üzerinde diğer ülkelerin her türlü değeri “emiliyor” ve “temellük” ediliyordu. Modern sömürgecilikte ise iktisadi amaçlar kültürel zemin üzerinden gerçekleştirilmekte; siyasi, askerî ve hukuki alan devreye girmeye müsait gizil güçler olarak arka planda beklemektedir. Dolayısıyla aslında klasik sömürgecilik, ona göre daha az maliyetli yollar bulunduğu için terk edilmiştir bile denebilir.

Oryantalizmi “sömürgeciliğin keşif kolu” olarak özetleyen Cemil Meriç’in ifadesi Said’in kitabının Pınar Yayınlarından çıkan tercümesinde bir alt başlık olarak kullanılmıştır. Bu ifade bir yönüyle Said’in kitabı için kısa bir özetse de diğer yönüyle de bir indirgemedir. Elbette oryantalizm meselesi çok daha uzunca ve etraflıca ele alınması gereken bir husustur. Ama bu bağlamda belki sömürgecilik ve oryantalizm ilişkisinin tek yönlü değil, karşılıklı bir ilişki olduğunu söylemek gerekir. Napolyon’un Mısır çıkarmasından bu yana farklı zamanlarda farklı biçimlerde ve tonlarda bu karşılıklı ilişkinin devam ettiği söylenebilir. Bu ilişki aslında bilgi-güç ilişkisine indirgenebilir. Güç bilgiye ihtiyaç duyar, bilgi güce destek verir, güç kendi bilgisini oluşturur ve bu çevrimde hangisinin asıl olduğunun artık bir önemi kalmaz. Özellikle sosyal bilimler ve onun ürettiği bilginin de tarihi bu perspektifle yeniden gözden geçirilmelidir.  

2- İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Malik b. Nebi’nin “Sömürgecilik kötüdür. Ancak daha kötüsü sömürülmeye elverişli olmaktır.” tespiti hakkında ne söylemek istersiniz? Malik b. Nebi'den sonra İslamcılar sömürülebilirlik sorunu üzerine ne kadar eğildiler?

Elbette her bir toplum için ayrı ayrı tecrübelerden bahsetmek gerekir. Ama farklılıklar olduğu gibi benzerlikler de vardır. Fikriyat düzeyinde benzerlikler daha çoktur. Ama siyasi ve sosyal hareketler düzeyinde ise farklılıklar daha belirgindir. Her halükarda bütüncül bir tecrübeden bahsedilebilir ve bu tecrübe hiç de küçümsenecek, başarısız görülecek, burun kıvrılacak bir tecrübe değildir. Siyasal yönetimler ile halklar arasındaki uyuşmazlıklar, politik tercih ve tavırlar elbette ümmetin övünülecek düzeyde olmadığını göstermektedir. Fakat bu “ümmet”in örgütlü ve siyasal alanda tam karşılığı olmasa da canlı olmadığını anlamına gelmez. Farkında olsun veya olmasın, gündelik hayat pratikleri düzeyinde bile olsa Müslümanlar bugün geçen yüzyıla nispetle çok daha canlı, üretken ve kolektif olarak “dünya”ya söz söyler bir haldedir. Afganistan’dan Tunus’a, Endonezya’dan Avrupa ve Amerika’daki Müslümanlara kadar hataları ve doğrularıyla “belirlenen” konumunda oldukları çağdaş tarihte önemli tecrübeler biriktirmişlerdir. Fikrî alanda hem Batı düşüncesi hem de kendi geleneği ile girdiği üretken hesaplaşma ve muhasebe; siyasal ve ekonomik alanda dayak yiye yiye de olsa elde edilen kazanımlar; eğitim alanında özgün arayışların farklı şekillerde ve sürekli olarak sürmesi; kültürel alandaki muhtelif çıktılar tek tek ülkeleri ve hareketleri aşacak düzeyde ümmetin kendi yürüyüşünün devam ettiğini göstermektedir.

Müslümanlar bugünkü dünyada bir yandan “düşman” ile ilişkisinde “izzet arayışı”nı sürdürürken, diğer yandan da “dost” ile ilişkisinde “ıslah” faaliyetini yürütmek durumundadır. Bu, savaş meydanında ordunun ileriye bakarak bir yandan düşmanla çarpışırken diğer yandan da sağa-sola ve geriye bakarak kendi insicamını korumaya çalışmasına benzer. İkisi dengeli gitmediği müddetçe galip gelinemez. Malik b. Nebi’nin yeterince dikkat edilmediğini düşündüğü ve vurgu yaptığı kısım ikinci kısım, yani içeriye bakan yönüyle “ıslah”tır. Sağlıklı bir bedene sahip olmadan güçlü bir şekilde savaşılamaz. Bunun ne kadar başarılabildiği ise ayrıca tartışılabilir, fakat başarısız olunmadığı da kesindir. Bu sitede oluşturulan dosya konuları ve sorulan sorular, cevaplardan tamamen bağımsız olarak bunun sembolik bir delilidir.   

3-Modern tarihe özgü ideolojik akımları, Avrupa’ya mahsus sosyal gerçekliğin küreselleşmesine hizmet etmesi bakımından, sömürge aparatları olarak nitelemek mümkün mü? Neden? Bir sömürge aparatı olarak aydına nasıl bir konum biçiyorsunuz?

Avrupa’nın tarihsel gerçekliği içerisinde üretilen her şey gibi ideolojiler de o gerçekliğin özelliklerini bünyesinde taşır. Kullandığımız telefon veya bilgisayar ne kadar “sömürge aparatı” ise onlar da o kadar sömürge aparatıdır. Ama bu aletlerin olduğu gibi ideolojilerin de artık bizim de sosyal gerçekliğimizin bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Sosyal gerçekliğimiz bize onlar yokmuş gibi hareket etmemizi imkansız kılar, en azından “gerçek” dünyada. Yapılması gerekli olan şeyin mevcut gerçekliği tespit etmek ama ona mahkum olmadan onu değiştirme iradesi ortaya koymak olduğu kanaatindeyim. Bu ise onu yok sayarak değil ancak onu “aşarak” (dolayısıyla bir formda içererek) olabilir. Elimizdeki âsayı attığımızda onların büyüleyici “sahte” üretimlerini “yutmalı”.

Kendi değerlerine ve toplumuna yabancılaşmış aydın meselesi bir buçuk asırdır tartışılan konularımızdan birisidir. “Self-oryantalizm”den “aşağılık kompleksi”ne kadar birçok boyutuyla enine boyuna tartışılmıştır. Bu tartışmalara girmeden “hayat”ın aydından önemli olduğu kanaatindeyim. Hayat derken ümmet olarak kolektif varlığımızın vasatını, zeminini kastediyorum. Eğitimden ekonomiye, siyasetten hukuka kadar bütünüyle “hayat” kendi aydınını üretir ve terbiye eder. En azından etkileşim çift boyutludur. Tek boyut dikkate alınarak “aydın”a fazla anlam yüklendiği kanaatindeyim. Aydın tek başına “kurtarıcı” olamayacağı gibi uçuruma sürükleyici de olamaz. (Elbette burada aydın, münevver, âlim gibi kelime oyunlarına da tevessül etmemek gerekir. Daha dar ve akademik bir bağlamda bunlar arasındaki nüanslar tartışılabilir ama biri özünde kötü diğeri iyi veya iyiyse şunu kötüyse bunu kullanırız “taktik”lerine başvurmanın bizi gerçek sorulardan uzaklaştıracağı ve oyalayacağı kanaatindeyim.)      

4- Tekno-endüstriyel çağda yapay zekanın baskın karakteri sömürgeciliği dijital platformlara da taşımış görünüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Artık “dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilir miyiz?

Ahlâkın eşlik etmediği gücün ürettiği her şey farklı tonlarda da olsa onun özelliklerini bünyesinde taşır. Bu anlamda nitelik itibariyle “yapay zeka”nın diğerlerinden farklı olduğunu düşünmüyorum. Buradaki asıl meselenin dijital dünya olmaktan çok kapitalizm ve dolayısıyla ahlâkî bir problem olduğu kanaatindeyim.

5-  İnsanlık son yüzyılda iki büyük dünya savaşı gördü. İçinde bulunduğumuz koşullar yeni bir dünya savaşına kapı aralayabilir mi? 19.yüzyılda olduğu gibi enerjinin merkezde olduğu yeni bir sömürgecilik çağı mı başlıyor? İçinde bulunduğumuz durum hakkında ne dersiniz?

Bu konular hem geleceğe yönelik olması hem de “siyasal analiz” gerektirmesi dolayısıyla söz söylemekten kaçınmayı tercih edeceğim sorular. Yalnız dolaylı bir şekilde mücadelenin ve dolayısıyla mücahedenin her zaman farklı biçimlerde de olsa devam edeceği gerçeğini hatırlatabilirim. Tarih bize göstermektedir ki ister yerel düzeyde ister dünya ölçeğinde olsun ahlâkın eşlik ettiği bir güç sadece “gül satarak” da tesis edilemez.    

6- Türkiye’deki yayın dünyasının sömürge karşıtı literatüre ilgisi hakkında ne söylersiniz? Bu bağlamda Türkiye akademik-entelektüel havzasının ve İslami hareketlerin sömürgecilik hakkındaki duyarlılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de postkolonyal teori ve yaklaşımların fikir hayatımızı zenginleştirici bir katkı yaptığı kanaatindeyim. Bu vesileyle, Türkiye’nin bir sömürge olmadığı ve dolayısıyla sömürgeleştirilmiş Müslüman ülke aydınlarından alacağı bir şey olmadığı tezine de katılmadığımı belirtmek isterim. Benzerliklerimiz farklılıklarımızdan çoktur ve “istisnacı” bir perspektiften bakmak bizi çoraklaştırır. 19. yüzyıldan itibaren “izzet arayışı” olarak doğan ve gelişen İslami hareketlerin ise en duyarlı olduğu konunun, çeşitli formlarıyla sömürgecilik olduğu söylenebilir. Bugün Gazze’deki bir avuç insan dünyaya güçlü bir söz söylüyorsa bunun neticesi ve göstergesidir.  

7- Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişi hakkında ne düşünüyorsunuz?  Bu direnişin küreselleşme imkanı var mı?

Bu direniş zaten küreselleşmiştir. Hem Suriye’deki gibi doğrudan sahada hem de belki daha önemli olarak zihinlerde küresel düzeyde büyük ve kalıcı etkiler oluşturmuştur. Bunu sadece “direniş” olarak kodlamak eksik olur kanaatindeyim. Evet, bir boyutuyla ve öncelikle bir direniştir ama aynı zamanda kurucu ve inşa eden nüveleri de içerisinde barındırmaktadır. Müslümanların “aktif bekleyişte” olduğunun ispatıdır. Biz ise kendi “zindanlar”ımızı aşabildiğimiz ölçüde onların yanındayız.