Fahri Güzel: Emperyalizm, toprak kazanma ve yayılmacılığın yanında kültürel ve iktisadi gibi dolaylı tahakküm kurma yollarını içermektedir

23 Nisan 2025

Sömürgecilik genellikle “Bir devletin kendi sınırları dışında kalan toprakları askerî müdahale başta olmak üzere çeşitli yollarla ele geçirmesi ve orada hâkimiyet kurup yerli toplumlar üzerinde siyasî, iktisadî ve kültürel alanlarda üstünlük sağlayarak bunların her türlü imkânlarını kendi menfaati için yağmalaması” olarak tanımlanmaktadır.

İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne denilebilir? “Dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilebilir mi? Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişini nasıl düşünmek gerekir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Sömürgecilik" dosyasında Dr. Fahri Güzel'e sorduk.

1. Sömürgecilik nedir? Modern ve klasik sömürgecilik arasında fark var mıdır? Edward Said’in “oryantalizm, sömürgeciliğe keşif kolu hizmeti sunmuştur.” tespitini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sömürgecilik genellikle “Bir devletin kendi sınırları dışında kalan toprakları askerî müdahale başta olmak üzere çeşitli yollarla ele geçirmesi ve orada hâkimiyet kurup yerli toplumlar üzerinde siyasî, iktisadî ve kültürel alanlarda üstünlük sağlayarak bunların her türlü imkânlarını kendi menfaati için yağmalaması” olarak tanımlanmaktadır. Esas itibariyle sömürgeciliği belirleyen durumun bir toprak parçasının işgal edildikten sonra, o toprak parçası üzerinde yaşayan insan/topluma ait maddi ve manevi değerlerin maruz bırakıldığı muamele ile daha çok ilgili olduğu söylenebilir. İslami literatürdeki “fetih” kavramı ile “işgal” kavramını farklı kılan zemini de burada aramak gerekmektedir. Fetih ve işgal, bir başka devlete/topluma ait toprak parçasının zorla elde edilmesi ortak paydasında buluşurken, fetih, bu eylemin niyeti ve neticesi bakımından önemli bir farklılığa işaret etmektedir. İşgal ile o topraklarda yaşayan insanların sömürülmesi, imkanlarının ellerinden alınması, adeta köleleştirilmesi hedeflenirken, fetih ile o topraklarda yaşayan insanların özgürleştirilmesi, mevcut imkanlarının sömürülmesi bir yana yeni imkanlar oluşturulması hedeflenir. İnsanlık tarihi, bu niyetin bir tezahürü olarak ortaya çıkan pek çok hadiseye şahitlik etmiştir. Tarih boyunca Müslümanlar, inançlarının gereği olarak, fethettikleri topraklardaki insanların dinlerini zorla değiştirmek, ibadethanelerini yıkmak, insanları köleleştirmek gibi bir yolu tercih etmemişlerdir. Hz. Ömer’in Suriye genel valisi Ebû Ubeyde b. Cerrâh’a gönderdiği tâlimatın son kısmı bu bakımdan dikkat çekicidir: “Allah’a yemin ederim ki eğer bu araziler sahipleriyle birlikte müslümanlara paylaştırılırsa geriden gelecek müslümanlar ve zimmîler konuşacak bir insan dahi bulamayacakları gibi emeklerinin ürünü iş ve kazançlardan da faydalanamazlar; arazileriyle birlikte taksim edilen insanlar ise müslümanlar sağ kaldığı sürece sömürülürler. Sonuçta bizden sonra da çocuklarımız onların çocuklarını sömürmeye ve köle olarak kullanmaya devam eder. Böylece bu insanlar İslâm dini hüküm sürdükçe müslümanların kölesi kalırlar. Ben buna asla razı değilim” Ayrıca, fetih kavramı, sadece maddî yönden açılımı değil, daha çok, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine açmak, İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamlarını da tazammun etmektedir. Buna karşın 15. yüzyıldan itibaren İspanya, Portekiz, Britanya, Fransa ve Hollanda’nın Amerika kıtasında gerçekleştirdikleri işgaller genişleyerek devam etmiş, 19. yüzyılda hemen hemen tüm Asya ve Afrika’nın sömürgeleştirilmesi ile neticelenmiştir. Sömürgeciler işgal edilen topraklara kendi uluslarından kimseleri yerleştirerek buraların ekonomik kaynaklarını sömürmüşlerdir.

Klasik dönem sömürgecilik ile modern dönem sömürgecilik faaliyetleri arasında sonuç bakımından bir farklılık olduğunu söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Ancak sömürgeci ülkeleri sömürü faaliyetlerine motive eden faktörler göz önünde bulundurulduğunda klasik dönem sömürgecilik ile modern dönem sömürgecilik faaliyetleri arasında farklılık olduğu ifade edilebilir. Klasik dönemde dini ve siyasi referanslar sömürgecilik için motivasyon nedeni olurken, 19. yüzyılda doğan ve günümüze kadar etkileri süren sömürgecilik büyük oranda ekonomik amaçlıdır. 1875’te Afrika’nın 10’da 1’i Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmişken, yirmi yıl sonra bu oran 10’da 9’a çıkmıştır. 1890-1913 yılları arasında İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Belçika, İtalya gibi devletler sömürgecilikle milyonlarca kilometre karelik toprak ve milyonlarca kişilik nüfus üzerinde egemenlik kurmuşlardır. Kendilerini başka toplumlardan siyasi, askerî, iktisadi ve fikrî açılardan üstün gören Avrupa devletleri, Sanayi Devrimi ile yaşanan büyük dönüşüm sürecinde Asya ve Afrika’nın sahip olduğu kaynakları sınırsızca kullanmayı hak olarak görmüşlerdir. Bu durum, dönemin Avrupası için iktisadi bir zorunluluk olarak görülmüştür. Böylece iktisadi hedefler, klasik sömürgecilikte ön planda görünen dinî ve siyasi hedeflerin önüne geçmiş gibi görünmektedir. Ancak bu noktada modern dönem sömürgeciliğini ifade etmek üzere, sömürgeciliğin daha geniş alana yayılmasını ifade eden emperyalizm kavramını kullanmak daha uygun görünmektedir. Zira Emperyalizm, toprak kazanma ve yayılmacılığın yanında kültürel ve iktisadi gibi dolaylı tahakküm kurma yollarını da içermektedir. Diğer taraftan ikinci dünya savaşı sonrasında fiili sömürü altında olan ülkelerin büyük bir çoğunluğu bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Bağımsızlıklarını elde etmiş olmalarına rağmen sömürgeciliğin etkisinden ne kadar kurtulabildikleri tartışılmaya devam etmektedir. Yeni dönemde sömürgeci politikaların şekil değiştirdiğini, resmî sömürgeciliğin yerini gayri resmi yeni sömürgeciliğin aldığını söylemek mümkün olabilir. Sömürgeler resmî bağımsızlık ve ulusal egemenlik kazanmışlardır belki ama birçok açıdan sömürgeci güçlere sömürge oldukları zamanki kadar bağımlıdırlar. Bu durum özellikle gelişmiş ülkelerin talepleri doğrultusunda şekillenen ekonomik uzmanlaşmada ve Batı’ya bağımlı kültürel gelişmede kendini gösterir. Tam bu çerçevede sömürgeci Batının zihin dünyasını keşfetmek, sömürgeciliğin günümüzde de devam eden vitrine konulmuş hedeflerine dair ip uçları verebilir. Bilim ve teknolojinin merkeze alındığı ve kilisenin yerine bilimin geçirildiği Avrupa zihin dünyasında tek geçerli uygarlık “Batı” olarak tasavvur edilmeye başlanmıştı. Bu kabul, bir ulusun teknolojik gelişmelerden uzak kalmasını, o toplumu “barbar” olarak nitelendirmeye yeter sebep olarak görüyordu. Toplar, tüfekler, iplik yapan tezgahları olmadığı için bunlar barbardılar ve boyunduruk altına alınmayı hak ediyorlardı. Tek uygarlık Batıydı ve bu uygarlık dünyanın diğer toplumlarına da götürülmeliydi. Dünyayı uygarlaştırma iddiası, sömürgeciliğin motivasyon araçlarından biri oldu. Diğer taraftan dünyanın diğer milletlerinin bağımsızlığını yitirmesi, “uygar” Avrupalıların boyunduruğu altına girmesi, bu hakların sefalet ve aşağılanma ile karşı karşıya kalması, sömürgeci zihnin pek de önemsemediği sonuçlardı. İnsanlığı “uygarlığa kavuşturmak” gibi bir iddia ile ortaya çıkan sömürgeci Avrupanın makine ve ticarete dayalı uygarlığını “barbar/ilkel” olarak gördüğü   başka dünyalara ateşli silahlarla ve milyonlarca insanın canı pahasına kabul ettirmesi şeklinde tezahür eden modern sömürgeciliğin başarılı olabilmesinin belki de en önemli basamağı, sömürülen halkların bu sömürüye karşı dirençlerini kıracak enstrümanların ortaya konulması olsa gerek. Bu vazifeyi yerine getirme konusunda başat rolü, hiç şüphesiz oryantalistler üstlenmişlerdir.  Sömürülen coğrafyalarda yaşayan toplumların değer dünyasını değersizleştirme ve sömürü çarkını elinde tutan egemenlerin dayattıkları değerlerin üstünlüğüne dair kabulün oluşması ve sömürülmeye uygun bir zemin hazırlanmasında oryantalist rolün önemli katkı sağladığı aşikardır.

2. İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Malik b. Nebi’nin “Sömürgecilik kötüdür. Ancak daha kötüsü sömürülmeye elverişli olmaktır.” tespiti hakkında ne söylemek istersiniz? Malik b. Nebi'den sonra İslamcılar sömürülebilirlik sorunu üzerine ne kadar eğildiler?

İslam’ın yayılmaya başladığı 7. yüzyıldan itibaren İslam düşünce geleneğinin farklı kültür ve düşüncelerle sonuçları bakımından önemli olan üç yüzleşme ve hesaplaşmasından bahsedilmektedir. Bunlardan ilki, 8. yüzyıl ortalarından itibaren yapılan Antik Yunan felsefe kaynaklarının tercümesi, Hint, Çin medeniyetlerinin düşünce kaynakları ile karşılaşma sürecidir.  Bu süreçte Müslüman düşünce ve bilim insanlarının bu yeni karşılaşılan düşünce sistemleri ile hesaplaşma konusunda gösterdikleri direnç, reddetme yerine anlama ve yorumlama çabası, bu yüzleşmenin Müslüman dünya lehine sonuçlanmasına yol açmış, bu yeni düşünce sistemlerinden ilhamla üretilen ilmî ve felsefî birikim, Avrupa’da da 16. yüzyıla kadar etkisini devam ettirmiştir. İkinci sarsıcı karşılaşma, İslam dünyasının Moğollar ve Haçlılar tarafından istila edildiği dönemde olmuştur. İslam düşünce ve biliminin zirvede olduğu 11. yüzyılın sonlarında başlayan ve 13. yüzyıl sonlarına kadar devam eden Haçlı seferleri ile büyük yıkımlar yaşanmış, 13. yüzyıl başlarında da Moğolların istilasına uğrayan Mâverâünnehir, İran, Irak ve Anadolu’daki pek çok şehir yerle bir edilmiş, tarihi kayıtlara göre milyonlarca insan katledilmiştir. Bu katliamlar ve yıkımlar zengin İslam bilim ve düşünce geleneğinin akamete uğramasına neden olmuş, aynı zamanda doğu bilim geleneğinin Avrupa’ya taşınmasına ortam hazırlamıştır. İslam düşüncesinin son büyük hesaplaşması ise 17. yüzyıl sonrasında Avrupa’da şekillenmeye başlayan Modern Batı düşüncesi ile olmuştur. Özelde Osmanlı’nın, genelde İslam dünyasının kendi içerisinde yeterince gelişme gösteremediği ve askerî alanda da yenilgilerin ortaya çıktığı bir dönemde, Batı’nın büyük mücadeleler neticesinde ortaya koyduğu Aydınlanma ve Sanayileşme fikri ile yüzleşmesinin oldukça sancılı bir süreçten geçtiği söylenebilir.

İslam dünyasında Avrupa’nın sanayileşme sonrası başlattığı fiili işgal süreci, etkileri bakımından çok yönlü değerlendirilmeye muhtaçtır. Müslüman coğrafyaların işgali, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin çalınmasının yanı sıra, büyük toplumsal hareketliliklerin yaşanmasına, ulus kimlik merkezli devlet örgütlenmelerinin ortaya çıkardığı ayrışmalara, düşünsel ve kültürel yabancılaşmalara yol açmış, siyasi ve askeri gücün zayıflaması ile birlikte bu coğrafyada büyük kırılmaların yaşanmasına şahit olunmuştur.   Müslüman toplumların bu büyük kırılma karşısında gösterdikleri tepkileri -ortak niyet ve hedefleri olmakla birlikte- homojen bir tepki olarak değerlendirmek mümkün olmayacaktır. Özellikle Osmanlı’nın zayıflaması ile birlikte tek merkezi gücün organize ettiği bir direniş imkanı kalmayan müslüman toplumların kendi coğrafi-toplumsal şartlarında bir ölüm-kalım mücadelesi ortaya koydukları görülmektedir. Osmanlı’nın yıkılışı sonrasında gerçekleşen emperyalist devletlerin işgaline karşı Anadolu topraklarında Müslüman halkın topyekün direnişi, Kafkasya’nın bağımsızlığı için Şeyh Şamil’in mücadelesi, 1922'de İtalya'da iktidara gelen Faşistlerin Libya'yı sömürgeleştirme politikasına karşı Ömer Muhtar’ın 1923'te Berka'da başlattığı direniş hareketi, önce Suriye’de Fransızlara karşı daha sonra Filistin’de İngilizlere karşı kıyam eden İzzeddin el-Kassam’ın direnişi, Hasan el Benna’nın fiili ve kültürel işgale karşı yürüttüğü ve bedelini şehid olarak ödediği mücadelesi, Güney Afrika’da İmam Abdullah Harun’un ırkçılık üzerinden yürütülen sömürüye karşı mücadelesi, sömürgeciliğe karşı verilen mücadelenin birkaç örneği olarak zikredilebilir. İkinci dünya savaşı sonrasında sömürü ülkelerinin büyük oranda bağımsızlığına kavuşması ile sömürgeciliğin şekil değiştirdiği, mücadelenin daha çok müslüman toplumların zihinsel-kültürel dönüşümü zeminine kaydığı ifade edilebilir.  Kitle iletişim araçlarının çeşitlenmesi, Batı toplumları ile sağlanan entegrasyon, siyasi ve askeri gücü elinde bulunduran yöneticilerin jakoben bir tarzda uyguladıkları değişim politikalarının müslüman toplumlarda “zihinsel işgal” olarak nitelendirilebilecek bir durumu ortaya çıkardığı, seküler eğitim politikalarının yoğun ve geniş bir zeminde uygulanması neticesinde epistemik bir zemin kayması yaşandığı söylenebilir. Bu zeminde güçlü bir direnç ortaya koymak ancak güçlü bir düşünsel var oluş ile mümkün olabilir. Müslümanların tarih boyunca tevhid ve adalet merkezli ortaya koydukları toplumsal örnekliklerin dayanağını oluşturan vahiy merkezli bir düşünsel inşanın modern dönemde yerini seküler bir inşaya terkettiğini ifade etmek mümkündür. Müslümanların öncelikle bu zemin kayması konusunda farkındalık düzeylerini sorgulamaya tabi tutmaları gerektiği aşikardır. Neye  karşı ve ne ile karşı durulacağı sorusu konusunda İslam toplumlarının verdiği cevapların aynı olmadığı bir hakikat olarak önümüzde durduğuna göre ortak bir mücadele zemini konusunda Müslüman dünyanın yürümesi gereken daha epey yol olduğunu söylemek herhalde bir kötümserlik olarak nitelendirilemez. Bununla birlikte Müslümanların tarih sahnesinde güçlü bir duruş ortaya koymalarına imkan sağlayan vahiy merkezli nebevi modelin bozulmadan varlığını koruması, Müslümanların yeniden bir varoluş imkanı için önemli bir kaynak teşkil ettiği de unutulmamalıdır.  

3-Modern tarihe özgü ideolojik akımları, Avrupa’ya mahsus sosyal gerçekliğin küreselleşmesine hizmet etmesi bakımından, sömürge aparatları olarak nitelemek mümkün mü? Neden? Bir sömürge aparatı olarak aydına nasıl bir konum biçiyorsunuz?

Modern dönem ideolojilerin ortaya çıkış zeminini oluşturan şartların batının kendi toplumsal zemini ile yakından ilgili olduğu kabul edilebilir. Büyük oranda Batının acımasız sömürgeci zihin dünyasının ortaya çıkardığı toplumsal problemlere bir tepki ve  birbirinin antitezi olarak ortaya çıkan ideolojilerin “her ürünün bir alıcısı vardır” deyişinin ifade ettiği bağlamda alıcı bulduğu, diğer toplumlara da ihraç edilen bu ideolojilerin kendi toplumsal zeminini oluşturduğu söylenebilir. Bir bakıma ideolojilerin doğduğu toplumlarda toplumsal hadiseler ideolojilerin doğumuna rahim vazifesi görürken, transfer edilen toplumlarda bu ideolojiler kendi düşünsel kalıplarına uygun toplumsal sınıfları oluşturma vazifesini yerine getirmek üzere rahim vazifesi görmüşlerdir. Bir başka ifadeyle ideolojilerin doğduğu toplumlarda ideolojiler bir “sonuç” iken, transfer edildikleri özellikle Müslüman toplumlarda bir “sebep” olarak işlev görmektedirler. Bu durum, sömürge niyeti taşıyan egemen güçlerin sömürgeleştirilebilir toplumsal sınıflar oluşturma hedefine hizmet etmektedir. Bu hedefin gerçekleşmesinde hiç kuşkusuz aydınların önemli bir rol üstlendikleri ifade edilebilir.  Bu rolün hayata geçirilmesindeki en bariz örneklerin ülkemizin değişim sürecinde önemli rol oynayan aydınlar olduğu söylenebilir.

 Osmanlıca’da münevver, Batı dillerinde Intellectuelle sözcükleri ile ifade edilen aydın kavramı, Cumhuriyet dönemi toplumsal dönüşümünde gündeme gelen önemli tartışma alanlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet’in kuruluşunda önemli rol oynayan ve Tanzimat sonrası ortaya çıkan, Cemil Meriç’in “müstağrib” olarak tanımladığı, Batıyı taklitten öte geçemeyen bu yeni aydın profilinin Meşrutiyet dönemi sonrasında etkisini daha fazla hissettirdiği görülmektedir. Bu dönem aydınlarının Batı bilim ve düşüncesini topluma ulaştırma konusunda kendilerine ısrarcı bir rol biçtikleri, bu rolü yerine getirmeye çalışırken toplumsal dinamikleri ihmal ederek, “halk için” ama “halka rağmen” yaklaşımını tercih ettiklerini ifade etmek mümkündür. Bu noktada kendine seçkinci bir rol biçen aydın, kendi çıkarına değil, halkın çıkarına hareket eden “aşkın” bir konumda yer alır. Bu konum, aydının halk için ve halktan daha iyi karar verebileceği öngörüsüne dayanır. Bu öngörü, halkın jakoben bir tarzda değiştirilmesine kaynaklık etmektedir. Bu yönüyle aydının sömürgeleştirmeyi meşrulaştırıcı bir işlev gördüğünü ifade etmek mümkündür.

4. Tekno-endüstriyel çağda yapay zekanın baskın karakteri sömürgeciliği dijital platformlara da taşımış görünüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Artık “dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilir miyiz?

Geldiğimiz noktada bir “dijital sömürgecilik” gerçeğinden rahatlıkla söz edilebilir. Zira sömürgeciliğin zeminini oluşturan önemli faktörlerden biri manipülasyondur. Manipülasyon için kullanışlı bir aparata dönüşen dijital platformların aynı zamanda bir baskı aracı olarak kullanılması da göz önünde bulundurulduğunda, dijital platformların sömürge hedefleri için çift yönlü bir hizmet aracı olarak kullanılma ihtimalinin göz ardı edilmemesi gerektiği söylenebilir.

“Makinelerin insan benzeri görevleri gerçekleştirmesini, deneyiminden öğrenmesini, yeni girdilere uyum sağlamasını mümkün kılan sistemler” veya daha basit bir şekilde “bilgisayarlara normalde insan zekasına ihtiyaç duyulan işler yaptırma teknolojisi”  olarak tanımlanan yapay zeka, 1950’lerden sonra teorik olarak tartışılmaya başlanmakla birlikte günümüzde insan eli ile yürütülen tüm hizmet alanlarında işlevsel hale getirilmiş durumdadır. Çeşitli algoritmalarla herhangi bir alanda işlevsel hale getirilen yapay zekanın işlevselliğinin başka alanlara da aktarılması mümkün artık. Sorun da burada ortaya çıkıyor. Yapay zekanın kontrol edilebilir durumdan çıkma ve insanlığın sonunu getirebilecek bir formata dönüşme ihtimali gündeme getirilen konular arasında. Yapay organ, ölümsüzlük gibi  bilimsel gündemi zorlayan konuların da gündeme geldiği yapay zeka alanının sömürü için araçsallaştırılması tehlikesi de elbette önem arzetmektedir. Dijital mecrada sömürü çarkının büyük oranda algı oluşturma üzerinden işletildiğini söylemek mümkündür. Bu mecra, bir bakıma beşinci kol faaliyetinin zemini olma rolünü oynamaktadır. Zalimlerin kahraman olarak sunulduğu, mazlumların mahkum edildiği bir mecra, sömürü çarklarının işlemesine hizmet etmektedir. Bu çarkın sömürüye hizmet etmesine dair bariz örnekleri Gazze direniş sürecinde görmek mümkün.

5. İnsanlık son yüzyılda iki büyük dünya savaşı gördü. İçinde bulunduğumuz koşullar yeni bir dünya savaşına kapı aralayabilir mi? 19.yüzyılda olduğu gibi enerjinin merkezde olduğu yeni bir sömürgecilik çağı mı başlıyor? İçinde bulunduğumuz durum hakkında ne dersiniz?

İki büyük dünya savaşını ortaya çıkaran temel motivasyonu Batının rasyonalite temelli düşünsel zemininde aramak gerekir. Hümanizmin  dayanak oluşturduğu, aklı hakikatin kaynağı kabul eden pozitivist düşüncenin idealize ettiği bilim ve teknolojinin insana dair tüm sorunları çözeceği ve adeta dünyayı cennete çevireceği iddiası, iki dünya savaşı neticesinde büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmakla beraber, emperyalist güçlerin sömürü hedeflerini devam ettirdiklerini, ancak sıcak çatışma yerine sömürü için yeni yöntemler geliştirdiklerini söylemek mümkündür. Büyük oranda ekonomik ilişkiler ve tehditler üzerinde yürüyen yeni sistemle birlikte son 45-50 yıl içerisinde sıcak çatışmaların da devam ettiğini görüyoruz. Filistin başta olmak üzere Ortadoğunun farklı bölgelerinde süregelen çatışmalar, vekalet savaşları, yıllarca süren İran-Irak savaşı, Afganistan işgali, Çeçenistan mücadelesi, Bosna savaşı gibi farklı ulusların dahil olduğu savaşlar, günümüzde de devam eden ve farklı güçlerin açık veya gizli müdahil oldukları çatışmalar, aslında dünyanın düşük tonda bir savaşı devam ettirdiğinin işaretleri olarak görülebilir.  Yeni dönemde de Amerika’nın başını çektiği kovboy tarzı uluslararası ilişkilerin bir noktada patlamalara yol açma potansiyeli göz ardı edilemez.

6. Türkiye’deki yayın dünyasının sömürge karşıtı literatüre ilgisi hakkında ne söylersiniz? Bu bağlamda Türkiye akademik-entelektüel havzasının ve İslami hareketlerin sömürgecilik hakkındaki duyarlılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle Türkiye’de sömürge meselesine dair okuma biçimlerinin zeminini oluşturan çerçevenin mahiyeti önem arzetmektedir. Fiili işgali topyekün bir direnişle püskürten Anadolu insanının kurtuluş sonrası oluşan yeni siyasal-sosyal organizasyonda karşılaştığı muamelenin bir “devrim” olarak nitelendirilmesi, Batı tarzı yaşam biçiminin jakoben bir tarzda dayatılması, inanç zemininde bir mücadele ortaya koyan insanların “bunun için mi savaştık?” sorusunu gündeme getirmiş, “kültürel işgal” değerlendirmelerine yol açmıştır. Kuşkusuz bu yeni durumun ortaya çıkışında Meşrutiyetten itibaren yoğunlaşan basın-yayın organlarının etkisinin artarak devam ettiğini söylemek mümkündür.  Büyük oranda İslam’ın referans alındığı geleneksel değerleri dışlayarak Batı tarzı yaşam biçimini yaygınlaştırma konusunda basın-yayın organlarının, aydınların desteği ve yönetici elitlerin baskı yöntemlerini kullanarak bu yaşam biçimini hayata geçirme iradesinin, sürecin eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmesine engel olduğu söylenebilir. Her türlü muhalif sesin susturulduğu ilk dönemlerde akademik-entelektüel havzanın kendisinden beklenen eleştirel tavrı geliştirmesi beklenemez. İslami içerikli her türlü bilgi ve düşünsel imkanın sınırlandırıldığı bir vasatta islamcı havzanın da sahici bir duruş ortaya koyması mümkün olmamıştır. Zira bu dönem, İslamcı düşüncenin varlığı açısından tam bir fetret dönemidir. Çok partili hayata geçiş süreci sonrasında ortaya çıkan kısmi özgürlük alanının ve İslam dünyasında yaşanan gelişmelerin de etkisiyle İslamcı düşüncenin yeniden kendini hissettirmeye başladığını söyleyebiliriz. İslam’ı bütün bir hayatı kuşatan bir sistem olarak değerlendiren İslamcı düşünce havzasının gelişiminde direniş mücadelesi veren müslüman coğrafyaların etkisini vurgulamak gerekir. Afganistan’dan Çeçenistan’a, Bosna’dan Filistin’e pek çok farklı bölgedeki mücadelenin sömürgeciliğe karşı bir duruş oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca Kur’an ve sahih sünneti temele alan düşünsel ıslah çabasının da sömürgecilik konusunda bir farkındalık oluşmasına katkı sağladığı ifade edilebilir. Bu çerçevede teşekkül eden farklı islami hareketlerin sömürgecilik konusunda arzu edilen düzeyde olmasa da önemli bir direnç alanı oluşturdukları kanaatimi paylaşmak isterim.

7. Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişi hakkında ne düşünüyorsunuz?  Bu direnişin küreselleşme imkanı var mı?

Aksa Tufanı, önemli bir sürecin başlangıcı olarak görülmekle birlikte, bir başka açıdan yaklaşık yüz yıllık bir direniş sürecinin neticesi olarak da görülebilir. 1917’de İngiliz işgali ile başlayan süreç sonrasında şekillenen büyük mücadelenin direncinin kırılamadığı, aksine kendi silahlarını üretebilecek potansiyele ulaştığı ve dünya emperyalist güçlerinin yoğun desteğine rağmen direnişin devam ettiği gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Bu, egemen güçlerin dümenini elinde tuttuğu sömürü çarkına büyük bir itirazdır. Dünya insanlığının değer dünyasını yeniden sorgulamasına yol açan önemli bir aşama, Küresel egemen sistemin çarkına çomak sokan bir girişim olmuştur Aksa Tufanı. Vaad edilen topraklar ideali ile bölgede kan kusturan Siyonist işgalcilerin hayal kırıklığına yol açmıştır Aksa Tufanı. Gazze üzerinden şekillenen direniş mektebi çok yönlü olarak değerlendirildiğinde, Gazze direnişinin farklı müslüman coğrafyalar için model olma özelliği taşıdığı, öteki dünyanın vicdan sahibi insanlarını da harekete geçiren bir faktör olduğu söylenebilir. Ancak bu direnişin küreselleşme potansiyeli ile ilgili iyimser bir değerlendirme yapmak zor görünmektedir. Zira Gazze direnişini ortaya çıkaran tarihsel-siyasal-sosyal şartları farklı zeminlerde bulmak mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte Aksa Tufanı ve sonrasında ortaya çıkan direnişin tüm mazlum coğrafyalar için bir cesaret modeli olarak işlev gördüğü aşikardır.