Enver Arpa: Batıcılık, bilinç sömürüsünün en etkili aracı olmuştur

28 Nisan 2025

Sömürgecilik sözlük anlamı olarak bir devletin başka devletleri, ulusları veya toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alması olarak tanımlanmaktadır.

İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne denilebilir? “Dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilebilir mi? Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişini nasıl düşünmek gerekir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Sömürgecilik" dosyasında Prof. Dr. Enver Arpa'ya sorduk.

1. Sömürgecilik nedir? Modern ve klasik sömürgecilik arasında fark var mıdır? Edward Said’in “oryantalizm, sömürgeciliğe keşif kolu hizmeti sunmuştur.” tespitini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sömürgecilik sözlük anlamı olarak bir devletin başka devletleri, ulusları veya toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alması olarak tanımlanmaktadır. Ancak sömürgeciliğin tarihi incelendiğinde yaşanan pratiğin bunun çok ötesine geçtiği görülmektedir. Sömürgeci güçler, egemenlikleri altına aldıkları toplumları sadece siyasal ve ekonomik yönden hakimiyetleri altına almakla yetinmemiş onları zihinsel olarak dönüştürerek her yönüyle kendilerine bağımlı hale getirmeye çalışmışlardır. Klasik dönem sömürgeciliği dini ve siyasi hegemonyayı öncelerken modern sömürgecilik daha çok iktisadi amaçları öne çıkarmıştır. Sanayileşmeyle birlikte artan hammadde ve enerji ihtiyacı sömürgeci Batı devletlerini ekonomik çıkarlarla bu işe yönlendirmişse de modern sömürgeciliğin dini ve siyasi amaçları tamamen gözardı ettiği de söylenemez. Modern sömürgecilikte klasik sömürgeciliği aşan en kötü boyut ise sömürgecilik için öne sürülen medenileştirme iddiasıdır. Sömürgeci zihniyet, yaratacağı tahribatı ve talanı medeniyetten yoksun olarak tanımladığı geri kalmış ülkeleri medenileştirme iddiasıyla meşrulaştırmaya çalışmıştır. Modern sömürgeciliğin etikten yoksun bu iddiasının meşruiyet devşirme çabasından öteye geçmediği sömürgeciliğin pratiğinde ortaya konulmuştur. Sömürgeleştirilen devletler bu süre zarfında medenileşmediği gibi medeniyet iddiasının tüm çelişkilerine maruz kalmışlardır. Medeniyet kazandırma iddiasıyla insanı köleleştirilmiş, yer altı ve üstü kaynakları talan edilmiştir. Bu süre zarfında bu devletlerin toplumsal refahı daha da kötüleşmiştir. Bütün bunlardan daha da önemlisi de insanı aşağılanmış ve ötekileştirilmiş ve her türlü zulme maruz bırakılmıştır. Diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse modern sömürgeciliğin en önemli aracı olarak sunulan medeniyete eriştirme iddiası sömürgeleştirilen toplumları medeniyetten daha da uzak hale getirmiştir. Yaklaşık 20 milyon insanın son sömürge döneminde köleleştirilerek en zor işlerde istihdam edilmek üzere Batılı ülkelere sevkedilmesi bu iddianın çirkin boyutunu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.

Günümüzde fiili sömürge dönemi resmi olarak sona ermiş olsa da modern sömürü sistemi gayrı resmi bir yolla diğer bir ifadeyle emperyalist bir yaklaşımla devam etmektedir. Sömürgeci güçler, çeşitli yollarla bu ülkeler üzerinde egemenlik kurmaya ve onları farklı yöntemlerle sömürmeye devam etmektedir. Üstelik geleneksel sömürgeci devletlere Çin ve Rusya gibi yeni aktörler de ilave olmuş bulunmaktadır. Bu modern emperyalist yaklaşım, 19. asrın fiili sömürgecilik anlayışından daha tehlikeli bir sömürgecilik çeşididir. 2. Dünya savaşından sonra önlenemez hale gelen bağımsızlık talepleri bu yeni yöntemle cevaplandırılmış ve bu ülkeler yapılan anlaşmalar ve yönetime getirilen iş birlikçi idarecilerle el altından sömürülmeye devam edilmektedir. Bağımsızlık tezahürleri netice itibarıyla maalesef boş bir iddiadan öteye geçmemektedir.

Bu yeni sömürgeciliğin sürdürülebilir kılınması ilgili toplumlarda gerçekleştirilecek köklü dönüşümlerle ancak sağlanabilir. Dönüşümün kalıcı ve etkin olması güçlü zihinsel bir altyapının varlığına bağlıdır. Oryantalizmin objektiflikten önemli oranda uzak kaldığı ve pragmatik bir yaklaşıma sahip olduğu gözardı edilmeyecek bir gerçektir. Batılı müsteşriklerin aslında Doğu’yu bilimsel bir olgu olarak tanımak ve tanımlamaktan ziyade nasıl manipüle edebileceğiyle ilgili olduğundan şüphem yoktur. Bunun istisnaları elbette bulunmaktadır. Ancak oryantalizmin Doğu’yu tanıma ve anlama çabasının üsttenci bir bakış açısına sahip olduğu ve daha çok Doğu toplumlarını yakından tanıyıp arzu ettiği yönde şekillendirme amacından beri olmadığında da şüphe yoktur. Edward Said’in “oryantalizm, sömürgeciliğe keşif kolu hizmeti sunmuştur” sözü bu hakikate önemli bir işarettir. Toplumları iktisadi olarak sömürmek çeşitli yollarla sağlanabilir ancak onları zihinsel olarak dönüştürmek ayrıntılarıyla bilmekten ve tanımaktan geçer. Oryantalizmin bunu sağlama konusunda önemli bir işlev gördüğünde şüphe yoktur. İdeolojik oryantalizmin ise zaten temel görev olarak bunu yüklendiğini söylemek zaid olacaktır.

2. İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Malik b. Nebi’nin “Sömürgecilik kötüdür. Ancak daha kötüsü sömürülmeye elverişli olmaktır.” tespiti hakkında ne söylemek istersiniz? Malik b. Nebi'den sonra İslamcılar sömürülebilirlik sorunu üzerine ne kadar eğildiler?

Sömürge coğrafyası incelendiğinde önemli bölümünün İslam dünyası coğrafyasından oluştuğu görülecektir. Ortadoğu ve Afrika coğrafyasının, Müslümanların önemli bir gücü ve temsilcisi olan Osmanlı devletinden koparılarak sömürgeleştirildiği dikkate alındığında bunun sebebinin içeriden aranması gerektiği gerçeğiyle karşı karşıya geliyoruz. Osmanlı devletinin buralardan geri çekilmesi, yaşanan yönetimsel sorunların yanısıra kendi coğrafyasında ortaya çıkan ayrılıkçı taleplerden de kaynaklandı. Bu coğrafyadan yükselen ayrılıkçı talepler, ulus devlet inşa etme arayışları, Müslümanların bu etkin gücünün parçalanmasına ve zayıflamasına yol açtı. Müslüman toplumlar birlikten uzaklaştıkça sömürüye daha açık hale geldi. Sömürgeciliğin siyasi, sosyal ve ekonomik bir çok sebebi bulunmaktadır. Müslüman toplumlar da bu harici sebeplerle birlikte birliğini ve gücünü kaybedince sömürgeciliğin bu coğrafyada kapı aralaması daha kolay oldu.

Bununla birlikte İslam dünyasındaki çeşitli islami düşünce gruplarının, tasavvufi hareketlerin 19 yüzyıl fiili sömürgeciliğine karşı güçlü bir direniş ortaya koyduklarını da burada ifade etmek gerekiyor. Bu grupların anti sömürgeci direnişte ön saflarda yer aldığı şüphesizdir. Örnek vermek gerekirse Mısır’da İngiliz sömürgeciliğine karşı ortaya çıkan direnişte Müslüman Kardeşler Teşkilatının önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Bu hareketin ilk ortaya çıkış sebebi İngiliz işgaline karşı çıkmaktır. Kuzey Afrika’da Kadiri Ayniyye (Maayniyye) Hareketinin, Senusiyye Tarikatının, Emir Abdulkadir el-Cezairî Hareketinin, Doğu Afrika’da Sudan Mehdi Hareketinin, Kadiriyye Tarikatının, Salihiyye Tarikatının, Batı Afrikada Osman b. Fudî ve Fulani Hareketinin, el-Hac Ömer ve Tekrur Hareketinin, sömürgeci güçlere karşı başlatılan mücadelede önemli bir direniş hattı oluşturdukları ve bu bölgelerin bağımsızlığını elde etmesinde etkin bir rol oynadıkları bilinmektedir.

Malik bin Nebi’nin bahsettiğiniz sözü sömürüye açık olma psikolojisinin çarpıcı bir izahını içermektedir. Ona göre “sömürülebilirlik” olgusunun Müslümanların arasında yerleşmesinde 3 temel sebeb etkili olmuştur: Birincisi 1146 ila 1248 yılları arasında, bugünkü İspanya topraklarının büyük bölümü ile Kuzey Afrika'nın bazı bölgelerinde hakimiyet süren Muvahhidler devletinin yıkılmasının ardından Müslümanların yaşadığı dağınıklık ve karmaşadır. İkinci olarak geleneksel değerlerle Batı medeniyeti arasında yaşanan adaptasyon sorunu ve son olarak Müslümanlar arasında yaygın hale gelen sömürülebilme efsanelerdir.

Bin Nebiye göre Muvahhidler devletinin ortaya koyduğu birlik ve bütüncül yaklaşım yerini kabileciliğe ve tefrikaya bırakmış ve bu da Müslümanların vahdetten aldıkları gücünü yitirmelerine ve sömürüye elverişli hale gelmelerine yol açmıştır. Cezayirli bir düşünür olan Bin Nebi, Mağrib bölgesi odaklı bir yaklaşımla bu dağınıklığı 1200’lü yıllarda varlık gösteren eski bir devletle ilişkilendirmiştir. Ancak onun burada ilkesel olarak vurgulamak istediği husus, Müslümanların birlikten, vahdetten ayrıldıkça sömürüye elverişli hale gelecekleri hususudur ki bu isabetli bir tespittir. Bizim bu tespiti yakın zamandaki Osmanlı devletiyle ve Müslümanların ona sahip çıkmamasıyla izah etmek istememiz ise meseleyi daha anlaşılır hale getirme çabasıdır.

Bin Nebi’nin Batı medeniyeti ile Müslümanların geleneksel değerleri arasındaki sorun bağlamınında işaret ettiği süzgeçten geçirmeme sorunu sömürülebilme konusunda önemli ve çarpıcı bir tespittir. Batının sanayi ve teknoloji alanında elde ettiği üstünlüğe imrenen Müslüman toplumların, Batının değerlerini herhangi bir süzgeçten geçirmeden almaları, onları Batı hayranlığına ve dolayısıyla Batı’dan gelen sömürü dalgasına açık hale getirmiştir. Batı’nın teknolojisi ve sanayisi yerine iflas etmiş sosyal ve kültürel değerlerini alan Müslüman toplumlar bunun tabii bir sonucu olarak sömürülmeyi de rahat kabul eder hale gelmişlerdir.

Bin Nebi’nin işaret ettiği 3. sebep kanaatimizce bu konudaki en etkili ve dramatik sebeptir. Müslüman toplumların, Batı’nın sanayi ve teknolojide elde ettiği üstünlüğü Batı’nın değelerine ve eğitimine dayandırması onları Batı karşısında bir komplekse sürüklemiştir. Bu duygu onları “Batı bizden daha üstündür, çünkü daha eğitimlidir” anlayışına sevketmiştir. Müslüman toplumlar, biz başaramayız çünkü biz eğitimli değiliz, biz yoksuluz, biz sömürgeyiz bahanelerine sığınmaya başlamışlardır. Bu da tam bir bilinç sömürüsü anlamına gelmektedir. Müslümanlar bilinç sömürüsüne maruz oldukları oranda toprak işgali sömürüsüne de açık hale gelmişlerdir. Günümüzde 22 Afrika ülkesinin resmi dilinin Fransızca, 15 ülkenin resmi dilinin hala İngilizce olması bu gerçeği tüm açıklığıyla gözler önüne sermektedir. Kıtanın farklı ülkelerine bulunduğumuz seyahatler sırasında bunun gerekçesini sorduğumuzda her defasında aldığımız cevap “Fransızca/İngilizce evrensel bir dil ve eğitim dilidir; bizim dillerimiz bunu sağlamaya yeterli değildir.” şeklinde olmuştur. Bu örnekler tek başına yaşanmakta olan bilinç sömürüsünü ortaya koymak için yeterlidir.

Özetle söylemek gerekirse Müslümanların genel anlamda anti sömürgeci ruha sahip çıkma konusunda çok ileri bir safhada olduklarını söylemek zordur. Ancak 19 yüzyılda Batı ilerlemesine ve Müslümanların geri kalmışlığına çözüm üretme amacıyla gelişen ve günümüzde maalesef dar bir düşünce alanına hapsedilen İslamcılığın bu konudaki hassasiyetinin altını çizmek hakkı teslim etmek babında önemlidir.

3. Modern tarihe özgü ideolojik akımları, Avrupa’ya mahsus sosyal gerçekliğin küreselleşmesine hizmet etmesi bakımından, sömürge aparatları olarak nitelemek mümkün mü? Neden? Bir sömürge aparatı olarak aydına nasıl bir konum biçiyorsunuz?

Modernite dayatması bir yönüyle, anlattığım bilinç sömürüsünün bir sonucu olarak da görülebilir. Ben moderniteyi bir zaman diliminden öte düşünsel bir felsefi arka plan olarak görüyorum. Zira modern toplum vb. kavramlar zımnen sözde medenileşmiş toplum anlamında da kullanılmaktadır. Medeniyet ise günümüzde sadece Batı toplumlarına hasredilmektedir. Bu düşünce haline göre Batı gelişmiş, Doğu geri kalmıştır. Batı medenileşmiş Doğu bundan nasibini alamamıştır ve medeniyete ulaştırılması gerekmektedir. Modern sömürgeciliğin en büyük aparatının “medeniyete erdirme” olduğunu göz önüne aldığımızda bu arka planı daha rahat anlayabiliriz. Modernite Batı’ya has bir değer olarak görüldüğüne göre Batı’nın referans alınması tek çare olarak ortada kalmaktadır. Ülkemizin de uzun yıllar kollarında kıvrandığı Batıcılık, bilinç sömürüsünün en etkili aracı olmuştur. Batıcılık bu yönüyle yeni sömürgeciliğin de en etkili aparatı sayılabilir. İlerleme ve refah Batıcılıkta arandığında Batı’nın modern sömürü araçlarının tümü meşruiyet kesbedecektir. Cumhuriyet aydınlarının (!) Batı’lı değerleri yegane çözüm olarak sunmaları yeni sömürgecilik olarak isimlendirilen dolaylı sömürgeciliğin en önemli meşriuyet kaynağı olmuştur.

4. Tekno-endüstriyel çağda yapay zekanın baskın karakteri sömürgeciliği dijital platformlara da taşımış görünüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Artık “dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilir miyiz?

Yapay zeka konusunda fazla söz edebilecek durumda değilim. Ancak dijitalleşmenin zihinlere önemli bir pranga yarattığını görüyor ve hissediyorum. Günümüz insanının dijital araçlarla adeta uyuşturulduğu hatta esir alındığı uzmanların üzerinde mutabık kaldığı bir husustur. Dijital teknolojiyi üretenlerin onu kendi değerleriyle lanse edeceklerinde şüphe yoktur. Günümüzde artık fiili sömürgecilikten bahsedilmiyor. Sömürgecilik artık yeni haliyle ve farklı aparatlarıyla hakimiyetini pekiştirmektedir. Yapay zekanın bu dolaylı sömürüyü pekiştirme konusunda manipülsyona en elverişli araç olduğu hususunda genel bir kanı hakimdir. Doğrusu yapay zeka ve genel olarak dijital teknolojinin hükmetme kabiliyetinin yüksekliği dikkate alındığında tehlikenin boyutu daha net olarak görülebiliyor. Bilişim teknolojisinin sadece tüketicisi olarak kendilerini konumlandıracak toplumların dijital teknolojinin negatif tesirlerinden korunma şansı bulunmamaktadır. Müslümanların bu teknolojinin olumsuz etkilerinden korunmasının yegane çaresi bu teknolojiyi üretmelerinden ve kendi değerleriyle uyumlu olarak kullanılmasını sağlamalarından geçiyor.

5. İnsanlık son yüzyılda iki büyük dünya savaşı gördü. İçinde bulunduğumuz koşullar yeni bir dünya savaşına kapı aralayabilir mi? 19.yüzyılda olduğu gibi enerjinin merkezde olduğu yeni bir sömürgecilik çağı mı başlıyor? İçinde bulunduğumuz durum hakkında ne dersiniz?

Yukarıda sömürgeciliğin yeni bir kılıf altında devam ettiğine birkaç defa işaret ettik. Bu durumda “yeni bir sömürge çağı” olarak ifade edilebilecek fiziki bir işgalden bahsedilmesi gereksiz olur. Zira sömürgecilik modern kılıfıyla ve de daha etkili bir yöntemle zaten devam etmektedir. Burada kavga modern sömürgeci güçlerin etki alanını genişletme arzusundan kaynaklanmaktadır. Bu kavganın daha çok enerji kaynakları üzerinde yaşandığı da şüphesizdir. Özellikle ABD ve Çin’in küresel boyutta yaşanan rekabetinin bu alanda yoğunlaştığı söylenebilir. Çin sanayisi ve yoğun nüfusuyla enerji kaynaklarının en büyük tüketicilerinden biridir ve ABD’nin enerji kaynakları üzerinde kurduğu küresel hegemonyadan kurtulmanın yollarını aramaktadır. Bunun için zengin enerji kaynaklarına sahip eski sömürge ülkeleriyle yoğun bir iş birliği geliştirdiğine şahit oluyoruz. Özellikle enerji yatakları henüz devreye sokulmamış ve ABD ilgi alanına fazla girmemiş ülkelerle bu ilişkisini güçlendirmeye çalıştığını biliyoruz. Afrika’da yoğun bir varlığı bulunan Çin’in birçok ülkeyle enerji konusunda anlaşmalar yapması ABD’yi rahatsız edecek bir boyuta ulaşmıştır. Kıtada Çin ile ABD rekabeti en çok merak edilen konulardan biri olmuştur. Rusya’nın da enerji kaynaklarına ilgi duyduğunu biliyoruz. Fransa’nın enerji ihtiyacını büyük oranda Nijer’den aldığı Uranyumla karşıladığı bilinen bir husustur. Dolayısıyla Kıta’da enerji kaynakları üzerinde yoğun bir küresel rekabet yaşanmakta olduğunu söylemek mümkündür.

Yeni bir dünya savaşının çıkma potansiyeli ise Ortadoğu coğrafyası için söz konusu olabilir. Bu potansiyel enerji kaynaklarından ziyade işgalci Siyonist İsrail’in yayılmacı politikasından beslenmektedir. “Vadedilmiş topraklar” hezeyanı bölge için en büyük tehlike olarak ortada durmaktadır. ABD’nin Siyonizm’e kayıtsız şartsız desteği bu anlaşmazlığı küresel olmasa da bölgesel bir savaşa doğru dönüştürme potansiyeline sahiptir. Burada 3. bir savaşın tarafları olarak bakılan Çin ve Rusya gibi ülkelerin taraf olmak isteyeceklerini düşünmüyorum. İsrail sorunu bu ülkeler için stratejik bir öneme sahip değildir. Zira bu bölge, Çin ve Rusya gibi ülkeler açısından enerji kaynakları bağlamında her geçen gün önemini yitirmekte ve uğruna savaşa girilecek bir bölge olmaktan çıkmaktadır. Dolayısıyla 3. bir dünya savaşının enerji kaynaklarından ziyade Siyonizm’in yayılmacı politikalarından kaynaklanması olasılığından bahsetmek daha doğru olacaktır.

6. Türkiye’deki yayın dünyasının sömürge karşıtı literatüre ilgisi hakkında ne söylersiniz? Bu bağlamda Türkiye akademik-entelektüel havzasının ve İslami hareketlerin sömürgecilik hakkındaki duyarlılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türk yayıncılık sektörünün düşünce bazında sömürgeci zihniyete karşı karnesinin iyi olduğunu düşünüyorum. Türk toplumunun tüm kesimleriyle anti sömürgeci bir ruha sahip olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunun yayınlanan literatüre arzu edilen düzeyde yansıdığını söylemek ise zordur. Zira sömürgeleştirilen coğrafya veya ülkeler hakkında dilimizde çok az sayıda yayın bulunmaktadır. Bu ülkelerin tarihi, kültürü, sanatı, edebiyatı, sömürge öncesi ve sonrası durumları vb. konular hakkında dilimizde kaleme alınmış fazla kaynak bulunmadığını biliyoruz. Bunun sebebinin de bu konuda bir isteksizlikten ziyade imkânsızlık olduğunu düşünüyorum. Türk aydınının bu coğrafyalar hakkındaki bilgi yetersizliği literatürde de bir eksiklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Marc Ferro’nun ve Raimondo Luraghi’nin Sömürgecilik Tarihi, Mehdi Mirkiyayi’nin Sömürgecilik Tarihi serisi, Kara Kıta’nın Talanı, Kıtaların Yağmacıları, Bitmeyen Sömürgecilik, Petrol Savaşları, İngiliz Satrancı gibi kitaplarının Türkçeye tercüme edilmesi bu durumun bir işareti olarak görülebilir.

Aynı durumun akademik alanda da söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Akademyamızın bölgesel çalışmalar alanında gelişmiş ülkelere kıyasla çok geride kaldığını, bu alanda arzu edilen düzeyde üretimde bulunmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Bununla birlikte bölgesel araştırmalar alanında son yıllarda ülkemizde bir canlanma yaşandığına da işaret etmemiz lazım. Bazı üniversitelerimizde sömürge coğrafyasına yönelik araştırmaların yapıldığı, farklı konularda tezlerin yazıldığı biliniyor. Birçok araştırmacı Asya ve Afrika kıtaları hakkında araştırmalar yaparak yayınlar yapmaktadır. Üniversiteler bünyesinde açılan programlarda bölgesel araştırmalar yapılmaktadır. Dergi Park üzerinden bir araştırmada bulunulduğunda sömürgecilik hakkında çoğu son 10 yılda olmak üzere bir çok makalenin yazıldığı görülebilir.

Türkiye’deki İslami hareketlerin faaliyetlerini genellikle kurdukları sivil toplum kuruluşlarıyla gerçekleştirmeye çalıştıklarını söylemek mümkündür. Dini referanslarla hareket eden sivil toplum kuruluşlarının sömürgecilik konusunda en duyarlı kesimlerden biri olduğunda şüphe yoktur. Son yıllarda ülke ekonomisindeki gelişmelere paralel olarak faaliyetlerini sınır ötesine taşıyan bazı İslami STK’ların yardıma ihtiyacı bulunan eski sömürge ülkelerine çeşitli yardım faaliyetlerinde bulunduğunu görüyoruz. Özellikle Afrika kıtasında yoğun bir Türk STK varlığının söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Bu yoğunluğun sömürge döneminde yaşanan talana ve zulme bir tepki olarak geliştiğini, Türk STK’larının anti sömürgeci ruhunu bu yardımlarla ortaya koymaya çalıştıklarını söylememiz mümkündür.

7. Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişi hakkında ne düşünüyorsunuz?  Bu direnişin küreselleşme imkânı var mı?

Aksa Tufanı’nın tarihin ender kahramanlık destanlarından biri olduğunda şüphe yoktur. Filistin halkı inancını, vatanını mukaddesatını kahramanca savundu. Bu, Gazze’de yaşananların bir boyutu. Bu direniş diğer yandan da insanlığını vicdanını harekete geçirdi. İslam coğrafyasında yaşanan tepkinin bu coğrafyayı aşarak özellikle Batı toplumlarında da yeşermesi elbette güzel bir gelişmeydi. Vicdanlı her insan yaşanan vahşetten rahatsızlık duydu. Bu tepki konjonktürel olarak yükseldi ve düşüş gösterdi. Ancak bu tepkinin küreselleşme ve devamlı kılınma imkanı konusunda ise maalesef çok ümitvar değilim. Zira kamuoyu vicdanını hareketlendiren tüm araçlar maalesef buna izin vermeyecek olan Siyonizm’in tahakkümü altındaki sermayenin elinde. Toplumlar yaşanan gelişmelerden konjonktürel olarak etkilenir veya uzak kalır. Siyonizm’in tahakkümü altındaki sermaye uzun süreli veya küreselleşecek bir tepkiye izin vermek istemeyecektir. İşgalci İsrail’e karşı oluşan öfkeyi kontrol altında tutmaya çalışacaktır. Bu öfkenin kabarmasını engellemek için dikkatleri başka yönlere çekeceklerdir. Nitekim güçlü tepki veren ülkelerden biri olan Türkiye’de şu anda dikkatler başka yönlere çekilmiş durumdadır. İçeride adliyenin konusu olan olaylara gösterilen tepkiler, komşumuz Suriye’de yaşanan gelişmeler Türk kamuoyunun Gazze hassasiyetini maalesef olumsuz etkilemeye başladı. İsrail ve işbirlikçisi ABD, katliamı zamana yayarak kademeli olarak dünyanın hassasiyetini etkisiz kılmaya çalışmaktadırlar. Zaman ilerledikçe hassasiyet azalmakta ve yaşanan katliam adeta kanıksanmaktadır. Medya ve modern iletişim araçları yaratıcıları tarafından korkunç bir manipülasyona araç kılınmaktadır. Öfkeyi de kontrolü de ve dolayısıyla bu direnişin küreselleşmesini de onlar kontrol altında tutmaktadır. Cümlelerim Batı’yı gereksiz yere yücelttiğim itirazıyla karşılaşabilir. Ancak şimdiye kadar yaşananlar maalesef bu endişeyi haklı kılacak türdendir.