Ertuğrul Taşlı: Ümmet bilinci geleceği inşa etme iradesidir

02 Temmuz 2025

Ümmet kelimesinin kavramsal çerçevesi nedir? Ümmet kavramının millet kavramıyla ilişkisi nedir? Ümmet olgusu ve hilafet kurumu arasındaki bağı nasıl anlaşılmalı? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Ümmet" dosyasında Ertuğrul Taşlı'ya sorduk.

1. Ümmet kelimesinin kavramsal çerçevesi, tarihsel serüveni ve millet kavramıyla ilişkisi hakkında neler düşünüyorsunuz? Ümmetten kasıt siyasal bir birliktelik midir yoksa ötesi var mıdır? Bu bağlamda Ümmet olmanın göstergeleri nelerdir? 

Dosya konusu ile ilgili sorulara cevap vermeye başlamadan önce şunu açıkça ifade etmek isterim.
İçinde yaşadığımız post modern çağda kavmiyetçiliğin, sekülerizmin, ulusçuluğun, siyonizmin ve emperyalizmin kuşattığı bir dünyada, ümmet kavramı çoğu zaman ya romantize edilmiş bir nostaljiye indirgenmiş ya da siyasi bir ajitasyon aracına dönüştürülmüştür. Oysa ümmet, yalnızca tarihî bir kalıntı değil; iman, sorumluluk ve dayanışma temelli bir bilincin adıdır. Bu bilinç, parçalanmış Müslüman toplumlar için yeniden bir "diriliş teklifi" olacaktır. Ümmet bilinci bir geçmiş özlemi değil; çağdaş zamanlarda adalet, dayanışma ve direniş fikriyle geleceği inşa etme iradesidir.

Ümmet kelimesi Arapçada “topluluk”, “izlenen yol”, “bir araya gelmiş ve belli bir amaç etrafında birleşmiş insanlar topluluğu” olarak ifade edilir. Kök itibari ile önderlik etme, istikamet üzere olma manalarını taşır.
Râgıb el-İsfahânî ümmeti “aynı dine inanma, aynı zamanda yaşama veya aynı mekânda bulunma gibi önemli bir unsurda toplanan gruplar” diye açıklamıştır.

Kerim kitabımız Kur’ân’da ümmet kelimesi birçok ayette farklı anlamlarda kullanılmıştır. Genel olarak

“Doğru yolda olan topluluk/vasat ümmet” (Bakara 143), “Tek din üzere olan insanlık ailesi” (Enbiyâ 92), “Kıyamete dek bir örneklik taşıyan/önderlik eden iman cemaati” (Âl-i İmrân 110) olarak ifadelendirilmiştir.

Ümmet, toplumsal birlik olmanın yanında, bir misyonun taşıyıcısıdır. Ahlaki ve ilahi bir ilkeye dayanır. Zamana, coğrafyaya ve kavme indirgenemez. Yani ümmet,  birlikte yaşamak için olduğu kadar birlikte yaşatmak için de vardır. Bu yönüyle herhangi bir ‘millet’ten farklıdır.

Ümmet, Medine Vesikası'yla siyasal bir sözleşmeye dönüşmüş aynı zamanda dinî bir kardeşlik, hukuki bir topluluk ve ahlaki bir örneklik içermiştir. İslam’ın ilk dönemlerinde siyasal, hukuki ve ahlaki birliğin iç içe geçtiği bir bütünlük hâlindedir. Tarihi süreç içerisinde ise bazı değişimlere uğramıştır. Siyasi iktidarın kontrolüne girmiş, mezhebi farklılıklar, ümmet içi ayrışmalara yol açmıştır. Osmanlı, ümmeti mezhebi farklılıklara rağmen bir arada tutabilen nadir siyasal yapı olmuştur. Halifelik, ümmetin simgesel başı olmuştur. Osmanlı sonrası modern dönemde bir ayrışma, parçalanma ve direniş ile karşılaşırız. Bu dönemde ümmet fikri, devletin sınırlarıyla tanımlanır hâle gelmiştir.

1924’te hilafetin kaldırılması, ümmetin siyasal anlamda başsız kaldığının da göstergesi olmuştur. Ulus-devletler ümmet yapısının dağılmasına sebep olsa da bir sivil bilinç, bir manevi aidiyet ve mevcut duruma direniş yönüyle ümmet hala varlığını sürdürmektedir.

Ümmet ve millet anlam yakınlığı söz konusu olsa da özellikle ulus kavramı ile millet kavramının yakınlaşması, aynileşmesi ile birlikte farklar daha belirgin hale gelmiştir. Nitekim millet içe aidiyet kazandırırken dışarıyı ötekileştirmeye başlamıştır. Oysa ümmet kuşatıcıdır, içe de dışa da iman bağını kurabilme vasfı ile bakar ve içi de dışı da kardeşlik ekseninde birleştirir.

Ümmet içinde millet mümkündür lakin millet içinde ümmet daraltıcı olacaktır.

Ümmet, sadece bir siyasal sistem ya da halifelik rejimi değildir. Ümmet aynı anda, tevhid temeli ile oluşturulmuş bir inanç birliğidir. İyiliği emredip kötülükten men eden bir ahlaki topluluktur. (Âl-i İmrân 110) Zayıfın, haksızlığa uğramışın hakkını gözeten, adaleti tesis eden bir siyasi birlikteliktir. Peygamberler silsilesi ile kesintiye uğramayan ve kıyamete kadar da uğramayacak olan tarihsel bir sürekliliğin de adıdır. (Enbiyâ 92).

Nihayetinde bir halk topluluğu olma vasfı olsa da bunu aşan ve kuşatan bir hakkı temsili ifade eder. Siyaset bunun sadece bir aracı olabilir. Asıl olan, ümmetin iman, ahlak ve adalet üzerinden bir medeniyet inşa etmesidir. Dolayısıyla ümmet kavramı ne sadece bir kimlik  ne yalnızca bir siyasal birliktir. O, aynı zamanda kurucu bir medeniyet mefkûresi, insani ve ahlaki sorumluluk bilinci, Allah’ın yeryüzünde adaletle temsilciliğidir.

İnanç temelli bir kardeşlik, adalet merkezli bir bakış açısı, sınırları aşan bir dayanışma,  yeryüzündeki tüm Müslümanların dertleri ile hemhal olma, çağa şahitlik sorumluluğu ile bakabilme/vahyin mesajını tüm insanlığa taşıma iddiasına sahip olma ümmet olmanın göstergeleri olacaktır. Bugün bu göstergeleri taşıyan bir birliktelikten uzak olunsa da bu noktada ciddi imkanlara ve gayretlere de sahibiz.

2. Abdulaziz döneminde temelleri atılan Abdülhamit döneminde uygulanmaya çalışılan İttihad-i İslam siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda Ümmet olgusu ve hilafet kurumu arasındaki bağı nasıl anlamalıyız?

Abdülaziz dönemi, Batı karşısında yorulan, zayıflayan Osmanlı'nın yeni siyasi çıkışlar aradığı bir dönemdir. Abdülaziz, özellikle ulusçu (milliyetçi) akımların imparatorluğu parçalayacağı endişesiyle, Müslümanları merkeze alan bir birlik düşüncesini ön plana çıkarmıştır. Ancak bu dönemde İttihad-ı İslam henüz sistematik bir devlet politikası halini almamıştır; daha çok fikir düzeyinde tartışılmıştır.

Bu fikir, II. Abdülhamid döneminde kurumsallaşmış, merkezî bir dış ve iç siyaset halini almıştır. Osmanlı’nın Batı karşısında askeri, siyasi ve ekonomik olarak yenildiği bir dönemde, ümmet kimliği etrafında bir toparlanma ve direniş stratejisi olarak "İttihad-ı İslam" siyasetini benimsemiştir.

II. Abdülhamid, hilafeti salt dini bir kurum olmaktan çıkarıp siyasi bir araç olarak da işlevselleştirmiştir. Halife sıfatıyla, sadece Osmanlı tebaası olan Müslümanları değil, sömürge altındaki Müslüman halkları da etkilemeye çalışmıştır. Bu çerçevede eğitim, basın-yayın, din adamları aracılığıyla propaganda, hac organizasyonları, demiryolu projeleri (ör. Hicaz Demiryolu) gibi yollarla ümmet bilinci güçlendirilmeye çalışılmıştır. Hindistan, Endonezya, Afrika’daki Müslüman halklarla doğrudan veya dolaylı ilişkiler kurulmuştur.

İngiltere, Fransa gibi sömürgeci devletler açısından bu politika ciddi bir tehdit olarak algılanmıştır. İttihad-ı İslam, Batı karşısında dünya Müslümanlarını bir araya getirerek küresel bir İslam dayanışması oluşturma çabası olarak değerlendirilebiliriz. Bu yönüyle hem anti-emperyalist, hem de ümmetçi bir perspektife sahiptir.

İttihad-ı İslam siyasetinde ümmet olgusu ile hilafet arasında sıkı bir ilişki kurulmaya çalışılmıştır. Ümmet, sadece etnik ya da coğrafi değil inanca dayalı bir kimliktir. Hilafet ise bu kimliğe siyasi bir temsil ve merkezi bir otorite kazandırma aracıdır. II. Abdülhamid, hilafeti ümmetin başı olarak tanımlamış ve böylece tüm Müslümanların lideri olarak konumlandırmıştır. Bu bağlamda hilafet kurumu ümmetin siyasi birliğinin teminatı, Sömürge altındaki Müslümanlara manevi bir umut, İslam dünyasına ise siyasi-ideolojik bir alternatif merkez olmuştur.

İttihad-ı İslam siyaseti ile milliyetçiliğe karşı ümmet merkezli bir bakış geliştirilmiş. Emperyalizme karşı direnişin dinî temellere dayandırılması, toplumsal motivasyonu güçlendirmiştir. Sınırları aşan bir birlik fikrini, bugünkü İslam birliği tartışmalarının da öncülü olacak şekilde sistemleştirmiştir. Ancak bu siyaset yerel milliyetçiliklerin ve Batılılaşma eğilimlerinin karşısında yeterince etkili olamamıştır. Hilafetin sembolik bir liderlikten öteye geçememesi nedeniyle, pratikte sınırlı bir başarı elde etmiştir. İslam dünyasında da Osmanlı halifeliği her zaman evrensel bir otorite olarak kabul görmemiştir.

3. Modernleşmeyle birlikte tarih sahnesinde beliren ulus, ulusçuluk ve ulus-devlet olgusu ümmet anlayışını nasıl etkiledi? Farklı ideolojik akımların oluşturduğu toplumsallıklar karşısında İslamcıların ümmet vurgusu nasıl netice verdi/veriyor?

Modernleşme, Batı’da başlayan ve tüm dünyaya yayılan bir süreç olarak sadece teknolojik ilerleme değil, aynı zamanda devlet, toplum, birey, bilgi ve din algısında köklü dönüşümler gerçekleştirmiştir. Toplulukların dini kimlik üzerinden değil, etnik/kültürel kimlik üzerinden tanımlanması yaygınlaşmış-tır. Siyasal yapı olarak hilafetin yerine ulus-devlet, ümmetin yerine millet, şeri hukukun yerine pozitif hukuk geçmiştir. Bu dönüşüm sadece bir teknik değil, aynı zamanda bir anlam ve aidiyet kayması da oluşturmuştur.

Ulus-devlet, tek tipçi, sınırlandırıcı bir kimlik dayatır. Bu yönüyle, sınır tanımayan, evrensel bir kardeşlik fikrine dayanan ümmet anlayışıyla çelişir. Diller, lehçeler, mezhepler ve farklılıklar "milletleşme" sürecinde bastırılır. Oysa ümmet, bu farklılıkları iman kardeşliği zemininde doğal kabul eder.

Halifeliğin kaldırılması, ümmetin siyasi merkezsizleşmesini ve simgesel çözülmesini beraberinde getirmiştir. Arap dünyasında yükselen Baasçılık, Arap sosyalizmi gibi hareketler İslam’ı ya araçsallaştırmış ya da marjinalleştirmiştir. Bu akımlar, ümmet fikrini geri, bölücü ya da modası geçmiş görmüş; onun yerine Arap ulusçuluğu, sınıf dayanışması gibi modern-seküler kimlikleri ikame etmiştir. Modern liberal düzende ümmet, evrensel hukuk, birey hakları gibi kavramlar karşısında kolektivist ve otoriter bir yapı gibi sunulmuştur. Küreselleşme sürecinde ümmet, sınırları aşan bir birlik arzusu taşısa da kapitalist küresel düzenin kültürel ve ekonomik tek tipleştiriciliğiyle örtüşmediğinden marjinalleştirilmiştir.

Ümmet vurgusu, özellikle hilafetin kaldırılmasından ve İslam coğrafyasının parçalanmasından sonra bir ideolojik bilinç ve tepkisel hat olarak değerlendirilmelidir.

İslamcı düşüncenin öncüleri, ümmeti sadece dini değil, aynı zamanda siyasi ve toplumsal bir proje olarak yeniden kurmaya çalıştılar. Bu vurgular, hem Batı emperyalizmine karşı bir direnç hattı hem de içteki sekülerleşmeye karşı bir medeniyet iddiası haline geldi. İslamcı hareketler, ümmet tasavvurunu merkezlerine alırken devlet pratiklerinde genellikle ulus-devlet kalıplarını aşmakta zorlanmışlardır.

İran İslam Cumhuriyeti, ümmet vurgusunu mezhebi bir çerçeveye hapsetmiş Türkiye'deki bazı İslamcı yapılar ise zamanla ümmet vurgusunu yerli ve milli söylemle uzlaştırarak zayıflatmıştır.

İslamcı hareketler ise ümmet fikrini içselleştirmiş olsa da bölgesel siyaset, Batı müdahalesi ve iç bölünmeler nedeniyle etkin bir ümmet siyaseti kurulabildiğini söyleyemeyiz.

Arap Baharı sonrası İslam dünyasında bir kez daha ümmet fikri diriliş ve direniş umudu olarak sahneye çıktı ancak bu kaotik sonuçlar, mezhep çatışmaları ve jeopolitik çıkarlar nedeniyle akamete uğradı. Buna rağmen ümmet fikri, sınır ötesi adalet ve dayanışma arayışı olarak hâlâ canlıdır. Filistin/ Gazze, Doğu Türkistan gibi meselelerde ümmet refleksinin canlılığını koruduğu görülmektedir.

Ümmetin modern dünyada yeniden inşası, yalnızca siyasal bir hilafet projesiyle değil aynı zamanda ahlaki, kültürel ve sosyal bir dayanışma ağı kurmakla mümkündür.

Bugünkü İslamcı hareketlerin önünde iki temel görev ve imkan vardır: Ulus-devletin sınırlarını aşabilen evrensel ve kuşatıcı bir birlik fikri üretmek ve bu fikri şiddet ve çatışma yerine tevhid, adalet, kardeşlik, merhamet ve özgürlük temelli bir eksene oturtmak.

4. Kavmiyetçilik/milliyetçilik/ırkçılık ve ümmet kavramları arasında ne tür kesişme yahut çatışma noktaları vardır? Bu cihetle ümmet kavramı ekseninde İslam coğrafyasında yaşanan mezhebi ve siyasi ayrışmaları nereye oturtmak lazım? Bu sorunlar Ümmet fikrini bir ütopya yapar mı?

Bu üç kavramın İslam düşüncesiyle ilişkisi, Kur’an ve Sünnet’teki temel ilkeler dikkate alındığında:

Irkçılık (asabiyye): İslam’ın kesin biçimde reddettiği bir duruştur. Hz. Peygamber, Veda Hutbesi’nde “Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a üstünlüğü yoktur.” buyurarak, takvayı tek ölçü olarak belirlemiştir. Bu yönüyle ırkçılık ümmet fikriyle doğrudan çatışır.

Kavmiyetçilik: Kavim temelli aidiyet, Kur’an’da toplumsal bir gerçeklik olarak kabul edilir (“Sizi milletler ve kabileler hâlinde yarattık” – Hucurat, 13). Fakat bu aidiyetin üstünlük meselesi görülmesi yasaklanmıştır. Kavmiyet, ümmet bilincini aşındıracak şekilde merkeze alındığında bir "asabiyye"ye dönüşme tehlikesi taşır, dikkat edilmelidir.

Milliyetçilik: Modern dönemin ideolojik bir formudur ve Batı’da oluşmuş seküler ulus-devlet düşüncesine dayanır. Bu bağlamda ümmet tasavvurunun tam karşısındadır. Zira ümmet, coğrafya ve etnisiteyi aşan, iman ve ahlaka dayalı bir "iman topluluğu"dur. Milliyetçilik ise sınırları çizilmiş bir etno-politik birliktir.

Kesişme noktaları ise fertlerin aidiyet duygusu ve kültürel kimliği bağlamında değerlendirilebilir.
Kavim/millet temelli üstünlük ve siyasal birlik iddiaları ümmetin birliği için tehdit oluşturur.

İslam tarihi boyunca ümmet içerisinde fikrî çoğulluk mevcuttur. Bu çoğulluk, mezhebî farklılıklar ve içtihat farkları şeklinde oluşmuş; uzun süre bir zenginlik olarak da yaşanabilmiştir. Fakat bu farklılıklar bazı durumlarda ümmet birliğini tehdit eder hâle gelmiştir.

Emevîlerden itibaren mezheplerin iktidarla iç içe geçmesi, fikrî ihtilafları düşmanlığa dönüştürmüştür. Şiî-Sünnî gerilimi bunun en açık örneğidir.

Özellikle Osmanlı sonrası dönemde mezhebi farklar, etnik farklılıklarla birleşmiş ve ümmet kimliği arka plana itilmiştir. Arap milliyetçiliği, İran’daki Pers merkezli Şiî milliyetçiliği, Türk seküler ulusçuluğu bu sürecin örnekleridir.

Bugün Suriye, Irak, Yemen gibi ülkelerde yaşanan çatışmalar mezhep temelli görünse de arka planında siyasi iktidar mücadeleleri, dış müdahaleler ve aidiyet krizleri vardır. Bu durum ümmet bilincinin parçalanmasına yol açmaktadır. Bu bağlamda, mezhebi ayrışmaların asıl sorunu, onların fikrî derinliğinden çok, siyasal ve kimliksel araçlara dönüştürülmüş olmasıdır. Mezhebi ve siyasi ayrışmalar ortadan kaldırılmalı ve ümmet yapısının içten zayıflamasına müsaade edilmemelidir.

Ümmet birliği ütopya mı, hayır tam aksine bir gerçekliktir. Müslümanların tek bir devlet ve siyasi otorite altında birleşmesi,  günümüz dünyasında reel bir ihtimal olmaktan çok uzaktır. Bu haliyle, evet, ütopya gibi görülebilir. Ancak bu, İslam'ın idealini anlamsız kılmaz. Çünkü ümmetin birliğine dair hedef, ümmetin siyasi ve ahlaki yön pusulasıdır.

Ümmet, siyasi bir birlikten öte, iman, adalet ve sorumluluk temelinde oluşan bir bilinçtir. Bu bilinç, coğrafi, mezhebi ve etnik farklılıkları aşabilen bir üst aidiyet olarak mümkün ve gereklidir. Birbirine dua eden, zulme karşı birleşen, adaleti savunan bir ümmet şu anda da vardır ve İslami Hareketler bunun en belirgin taşıyıcılarıdır. Unutulmamalı ki ümmet bilinci, Müslümanların içinde bulunduğu  dağınıklığı aşabilecek yegâne çatıdır. Pratik anlamdaki zayıflık bizi bir umutsuzluğa düşürmemelidir.

5. Müslümanların Ümmet olma idealini ütopik bulan çevrelerin "hayali bir cemaat" olan ulusçuluğu dayatması ve bu uluslar arasındaki ırk, bölge vb. zeminler üzerinden yeni birlik arayışlarına girmelerini nasıl değerlendirmek gerekir? Aynı şekilde farklı ırk, din ve kültürleri olan toplumların Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri vb. çatılar altında toplanması söz konusuyken ümmet idealinin realizmden uzak olduğu iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

“Ümmet ütopyadır” diyenlerin ulusçuluğu bir “realite” sayması büyük bir paradokstur. Bu söylemde büyük bir çelişki vardır. Bir yanda ümmet gibi tarihte kökü, metinde dayanağı, bilinçte karşılığı olan bir yapıyı "ütopya" diye dışlayacaksınız; diğer yanda ise modern dönemde masa başında çizilmiş sınırlarla, yapay kimliklerle inşa edilmiş ulusları "gerçek" kabul edeceksiniz, yok böyle bir şey!

Unutmayalım ki Arap milliyetçiliği, Batı sömürgeciliğinin bir aparatıdır. (Sykes-Picot sürecinde İngiliz desteklidir.) Türk milliyetçiliği, ümmet kimliğini tasfiye ederek yükselmiştir. İran’daki Pers merkezli milliyetçilik, Şiiliği etnikleştirmiştir.

Bütün bu yapılar Batı merkezli ulus-devlet modelinin ithal kopyalarıdır. Fakat buna rağmen gerçek sayılırken, İslam’ın asli kimliği olan ümmet “ütopya” diye küçümseniyor. Bu kabul edilemez bir akıl tutulmasıdır. Bu bakımdan, “ümmet hayaldir” diyenlerin aslında ulusçuluğu bir tür seküler iman haline getirdikleri görülüyor.  Bugün Avrupa Birliği, ABD ve hatta NATO gibi ittifaklar gösteriyor ki, farklı ırk, dil ve kültürler siyasi ve ekonomik amaçlarla bir araya gelebiliyor. Bu şu anlamlara gelir, farklılıklar birleşmenin önünde mutlak bir engel değildir.  Avrupa’da İngiliz, Fransız, Alman gibi geçmişte birbirini sömürmüş ve birbiriyle savaşmış halklar, şimdi ortak pazar ve değerler adına birleşebilmişlerdir. Bu birlikler çıkar temellidir ama ortak bir kimlik ve ahlaki söylem de inşa edilmiştir. (Avrupa değerleri, insan hakları söylemi vb.)

O halde ümmet neden mümkün olmasın? Ümmetin birleşme zemini çıkar değil, iman ve ahlaktır. Bu, birliği daha da sağlamlaştıracak bir temeldir. Çünkü vicdana, sadakate ve adalete dayanır. Yani Batı’nın “çok kültürlü birlikleri”, ümmet idealinin imkânsız değil ihmâl edilmiş olduğunu gösterir.

Ümmet Birliği, zamanın gerçekliğine değil zamanı aşan ilkeye dayanır. Ümmetin birliği, önce siyasi değil ahlakî bir bilinçle, sonra sivil dayanışma, daha sonra siyasi tasavvur olarak inşa edilir.

Bugün ümmet: Bir coğrafya değil, bir bilinçtir. Bir devlet değil, bir duyarlılıktır. Bir sınır değil, bir sorumluluktur. O halde Avrupa Birliği’nin çıkar merkezli birlikteliğini “gerçek”, Ümmetin iman merkezli tasavvurunu “hayal” görmek ancak tarihine ve kimliğine yabancılaşmış zihinlerin hükmü olabilir.

6. Ulaşım ve iletişim teknolojilerinin baş döndürücü bir şekilde hızla geliştiği ve küreselleşmenin had safhaya vardığı bir dönemde ümmetçilik fikrinde yeni bir anlayış ve dile ihtiyaç var mı? Bu bize toplumsallaşma için yeni bir imkân sunabilir mi?

Evet, bugünün küreselleşmiş dünyasında ümmetçilik fikri yeni bir anlayış ve dile muhtaçtır. Bu ihtiyaç, bir zayıflama değil, bir imkân ve zorunluluk olarak okunmalıdır. Zira ümmetçilik, klasik anlamıyla sadece hilafet tasavvuruna veya ortak siyasî otoriteye indirgenemez. Bugünkü dünya, hem ümmetin karşılaştığı sorunları hem de birliği yeniden kurmanın vasıtalarını beraberinde getirmektedir.

Ümmetin şekillendiği klasik dönemlerde ulaşım, bilgi aktarımı ve iletişim son derece sınırlıydı. Fıkıh, içtihat, haberleşme ve siyasal karar alma "mahallî" merkezliydi. Bugün tarihsel şartlar değişti. Bir haber saniyeler içinde dünyayı dolaşıyor. Bir zulüm fotoğrafı ümmetin vicdanını anında harekete geçirebiliyor. Sosyal medya gibi dijital mecralar, sınırları aşan birliktelikler oluşturabiliyor.

Bu, ümmet olmanın “haberdar olma” ve “sorumluluk taşıma” bilincini evrenselleştiriyor. O hâlde ümmet kavramını sadece siyasal birlik değil, küresel ahlaki dayanışma olarak yeniden tanımlamak gerekir.

“Ümmet” kavramı uzun süre ya bir nostalji olarak ya da bir siyasi slogan olarak kullanıldı. Bu da onu ya romantik ya da ideolojik bir etikete indirgedi. Yeni bir dil, bu kavramı tekrar canlı, gerçek ve eyleme geçirilebilir hale getirebilir.

Ümmet fikri, insani yardım dayanışması (İnsan Vakfı, İHH, AFAD, vb.), eğitim ağları, ilim havzaları, fikri mücadele ve medya dayanışması, ekonomik birlik projeleri  ile pratiğe dönüştürülebilir. Ümmetin farklı coğrafyalarında yaşayan bireyleri sorumluluk ve bilinç temelinde birleştirebilir.

Sosyal medya, podcast, dijital video içerikleri sayesinde “ümmet bilinci” taşıyan fertler coğrafi sınırları aşarak yeni bir birliktelik oluşturuyor. Bugün Gazze için, Doğu Türkistan için, Yemen için ses çıkaran bir genç; Somali’de bir çocukla “ümmet kardeşliği” kuruyor.

Bugün ümmet fikri, bireysel inançtan toplumsal harekete dönüşebilecek çok sayıda yeni vasıtaya sahiptir. Toplumsallaşma, yani bireyin bir topluluk içinde kimlik ve sorumluluk kazanması, ümmetçilikle anlam bulur. Özellikle genç kuşaklar, artık sadece ulusal kimlik üzerinden değil, ahlaki ortaklıklar üzerinden anlam arıyor. Ümmet bilinci, adalet, merhamet, paylaşım, kardeşlik gibi değerlerle, bireylerin yalnızlığını, parçalanmış kimliğini aşmalarına yardımcı olabilir. Dolayısıyla ümmetçilik, bugünün insanına sadece geçmişe ait bir bağlılık değil, geleceğe dair bir yönelim ve sığınma alanı da sunar.

Bugünkü iletişim ve ulaşım imkânları, ümmet fikrini imkânsız değil, kaçınılmaz kılmaktadır. Yeni bir ümmet dili, romantizmden arınmış ama direniş ruhunu taşıyan; nostaljiden uzak ama tarihle köprü kuran bir söylem olmalıdır. Bu dil, tüm insanlığa karşı bir teklif olabilir..

7. Tek tip insan modelini dayatan Batı emperyalizmine karşı uzun süredir direniş gösteren İslam dünyasında, Aksa Tufanı ümmet bilincini yeniden canlandırabilir mi? Tüm dünyada Gazze hususunda bu kadar yüksek bilinç oluşmasına karşın Filistin meselesinde Müslümanlar neden yol alamıyor?

Filistin meselesinde Müslümanlar yol alamıyor ön kabülü eksik bir değerlendirme olacaktır. İstenilen boyutta olmasa da Filistin meselesi Müslümanlara yeni yol alış imkanları da sağlamıştır. Aksa Tufanı, bir direniş hamlesi olmanın ötesinde, İslam dünyasının vicdanını harekete geçiren ve Özgürlük Tufanı’na dönüştürecek olan bir eşik olduğunu söylemeliyiz. 7 Ekim’den itibaren yaşananlar, İslam dünyasının ve hatta küresel vicdanın derin bir sarsıntı yaşamasına sebep oldu. Bu durum, ümmet bilincinin üç boyutunu bir kazanım olarak tekrar gündeme getirdi:

Duygusal boyut: Kalpler Gazze ile atıyor. Dualar, pankartlar, sokak yürüyüşleri ve sosyal medya tepkileri bunun tezahürleri.

Ahlaki boyut: Gazze’nin yalnız bırakılması, Müslümanlarda “biz neredeyiz?” sorusunu tekrar canlandırdı.

Siyasi boyut: Ümmet adına konuşan devlet yapılarının ya sessiz kalması ya da ikiyüzlü davranması derin bir öfke oluşturdu.

Bu bilinç sürdürülebilir kılınırsa kalıcı ve süreklilik ifade eden bir değişime dönüşebilir. Aksa Tufanı, bir kıvılcımdır.  Bunun bir inşaya dönüşmesi için, bu kıvılcımı kurumsal yapılara, kalıcı dayanışma ağlarına ve stratejik akla dönüştürmek gerekir.

Siyasi İrade Eksikliği yol alma noktasında zafiyetler doğuruyor. Ümmet adına karar alacak bir merkezî iradenin olmaması gücün dağınıklığına sebep oluyor. Arap Birliği sessizdir. İslam İşbirliği Teşkilatı etkisizdir. Türkiye, Katar gibi ülkeler söylem üretmekte ama somut adımda sınırlıdır. İran’ın direnişe verdiği destek ise mezhepçi bir okumaya sıkışmaktadır. İslam dünyasındaki devletlerin çoğu, ulus çıkarlarını ümmet idealinin önüne koymuştur. Gazze, onlar için ahlaki değil diplomatik bir mesele gibi duruyor.

Gazze için ağlayan milyonlar, kendi şehirlerinde aynı bilinci örgütlü bir harekete dönüştürmek zorundadır. 

Filistin meselesi sadece bir işgal değil, aynı zamanda emperyal bir hegemonya meselesidir. ABD’nin mutlak desteği, BM’nin çifte standardı, küresel medyanın manipülasyonu gibi faktörler, her kazanımı büyük bir duvara çarptırıyor. Batı’nın dayattığı model, kültürel tek tipleşme (homojen birey), seküler değerler, tüketim merkezli yaşam ve ulus-devletçilikle örülüdür. Aksa Tufanı bu modele karşı; Direnişin İslami ahlakla da mümkün olduğunu, zaferin sadece silahla değil iman ve sabırla da kazanılabileceğini ortaya koymuştur.

Yani Aksa Tufanı, Batı’nın “tek insan” modeline karşı, “imanla direnen insan” tipini yeniden görünür kılmıştır. Bu, ümmet için sadece bir siyasi mesaj değil bir varlık iddiasıdır. Fakat bu iddianın ete kemiğe bürünmesi için fikri düzlemde netleşme, kurumsal düzlemde teşkilatlanma, siyasi düzlemde cesaret, toplumsal düzlemde süreklilik gereklidir.

Aksa Tufanı, ümmet bilinci için geçici bir kıvılcım değil potansiyel bir uyanış kapısıdır. Ancak bu kapıdan geçebilmek için ümmetin; siyasi erdemini, sivil organizasyon gücünü, fikri netliğini, medya ve kültür araçlarını yeniden inşa etmesi gerekir.

Gazze’de bir halk direniyor; İslam dünyası ise vicdanıyla kıvranıyor. Bu kıvranış ya geçici bir duygusal patlama olacak ya da uzun vadeli bir dirilişin tohumu.