Hüsnü Aktaş: İslam cemaatinde; eşraf. soylular ve imtiyazlılar sınıfı gibi. hiyerarşik düzen söz konusu değildir

19 Temmuz 2024

İslami hareketin tanımı nedir? İslami hareket ve İslamcılık arasında nasıl bir ilişki vardır? İslami hareketlerin ilkeleri nelerdir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha fazlasını "İslami Hareket" dosyasında Hüsnü Aktaş'a sorduk. 

          1. Soru: İslami hareketin size göre tanımı nedir?

İlâhi tekliflere tâbi olan, insanlara iyilikleri emreden ve onları kötülüklerden alıkoymaya çalışan Müslümanların, hakikate uygun olan fiillerine İslâmî Hareket denilir. İslâmî hareketi belirleyen unsur; müntesiplerinin vahye tâbi olmaları ve İslâm fıkhına uygun amellerde bulunmalarıdır. Bilindiği gibi Allah’ın (cc) bütün insanlardan; ruhlar âleminde iken, misak aldığı mütevâtir haberlerle sabittir. Bu bir anlamda İslâmî hareketin mânevî mukavelesidir. İnsanoğlu emâneti yüklendiği için, yeryüzünün halifesidir. Dolayısıyla İslâmî hareket, hilâfet görevini rükünlerine ve şartlarına uygun olarak edâ etmekle sınırlı olan bir harekettir. 

          2. Soru: İslami hareket ve İslâmcılık arasında nasıl bir ilişki vardır? 

Sualinize cevap vermeden önce bir tespitte bulunalım.  İslami hareket ve İslâmcılık arasındaki münasebet, son tahlilde et ile tırnağın münasebeti gibidir. Bilindiği gibi kelimeler zaman içerisinde yolculuk yaparlar. Bir kelimenin ne zaman ne anlama gelmeye başladığı, hangi ihtiyaca cevap vermek için eğilip bükülüp yeniden tedavüle sokulduğu önemlidir. Her kelimenin üzerinde bir “zaman” damgası vardır. Bazen aynı kelime farklı zamanlarda değişik keyfiyetleri ifade için kullanılabilir. İslâmcılık ideolojisi; İttihâd-ı İslâm (Pan İslamizm) adı altında Osmanlı’nın uygulamaya çalıştığı ‘devlet politikasıyla’ nazari plânda uyumlu gibi görünen bir ideolojidir. Ancak İslâmcı aydınların ve düşünürlerin; ‘İttihâd-ı İslâm’ siyâsetini takip eden Sultan II. Abdülhamîd’e karşı tavır aldıkları bilinmektedir. Bu meseleyi kısaca ifade etmeye çalışalım.

 Pan-İslâmizm İdeolojisi’ni savunan Müslüman aydınlar; sadece İslâm’ın savunulması, siyâsî ve ahlâkî değerlerinin topluma yeniden hâkim kılınması gibi, bazı konularda görüş birliği içindedirler. Zamanın ihtiyaçlarına ve şartlarına göre şekillenen ve birbirinden farklı olan eğilimleri temsil eden aydınların, bu akım içerisinde yer aldıklarını söylemek mümkündür. Dolayısıyla Pan-İslâmizm akımı (İslâmcılık) belli bir düşüncenin savunulduğu ve gerçekleştirilmeye çalışıldığı tek sesli olan bir hareket değil, ortak endişeler taşıyan aydınların ‘kendi özel düşüncelerini ve yaklaşımlarını ifâde ederek’ katıldıkları bir siyâsî akımdır. Pan-İslâmizm ideolojisini (İslâmcılık) benimseyen aydın ve düşünürlerin gayreti, Bâtılı oryantalistlerin iddialarını cevaplandırmak ve ortaya attıkları şüpheleri gidermeye çalışmaktır. Bu sorulardan bazılarını şöyle ifâde etmek mümkündür: “İslâm dünyası niçin geri kalmıştır?”, “Müslümanlar nasıl kalkınabilir?”, “Müslümanların birliği nasıl sağlanabilir”, “Batının kalkınmasına sebeb olan özgürlük, eşitlik, medeniyet, bilim, düşünce, kadın hakları gibi değerlere İslâm sahip midir? Değilse, bunları nasıl kazanacaktır?”, “İslâm ilerlemeye engel midir?”, “Din-devlet ilişkileri nasıl düzenlenmelidir?”, “Bilim ve akılla, İslâm arasında bir çatışma var mıdır?”, “İslâm’ın korunması gereken hükümleri ve zaman içerisinde değişmesi elzem olan kâideleri nelerdir?”, “Batı medeniyetinden hangi değerlerin alınması gerekir?” Meşrûtiyet döneminde yaşayan İslâmcı yazarların zihnini meşgul eden başlıca meseleler bunlardır. Onlara göre böyle bir dönüşümün gerçekleşmesi için zorunlu şartlar vardır. Bu şartları maddeler hâlinde ifâdeye gayret edelim.

Birincisi: Müslümanların Selefî bir tevhid anlayışını benimsemeleri, dine sokulan bâtıl inanç ve hurâfeleri ayıklamaları ve gelenek bağlarından kurtularak inançlarını saflaştırmaları zarûrîdir.

İkincisi: Eğitim-öğretim sistemi değiştirilmeli, bilgisizlik ve taklitçilikle mücâdele edilmelidir. Hiçbir pratik yararı olmayan devri geçmiş dersler yerine aktüel ihtiyaçlara cevap veren bilimler okutulmalıdır. Felsefeye ve pozitif ilimlere önem verilmelidir.

Üçüncüsü: Müslümanların siyâsî ve ictimâî hayata aktif biçimde katılmalarını engelleyen tasavvuf anlayışı ve tarikatlar ıslah edilmelidir. Eğer ıslâh edilmesi mümkün olmazsa, tamamen ortadan kaldırılmalıdır.

Dördüncüsü: İslâm dünyasındaki yerleşik ahlâk anlayışı değiştirilmelidir. Zira müslümanlar Allah’a güvenmeyi (tevekkülü) tedbirsizlik, mütevazı olmayı pısırıklık ve takvâyı korkaklık biçiminde anlamaya başlamışlardır. Bu anlayış İslâm ahlâkına aykırıdır ve mutlaka değiştirilmelidir.

Beşincisi: Müslümanlar cihâdı, İslâm’ın ilk dönemlerinde olduğu gibi doğru şekilde anlamalıdır. Siyâsî ve sosyal faaliyetlerden uzak kalmamaları şarttır. 

Pan-İslâmizm ideolojisini savunanların siyâsî düşüncelerinin ortak noktasını, İslâm birliği (İttihâd-ı İslâm) tezi oluşturmaktadır. Onlara göre müslümanlar hem düşünce, hem de siyâset bağlamında bir birlik oluşturmalıdırlar. Bu birliği bozan ve engelleyen bütün sebeblerin ortadan kaldırılması gerekir. İslâmcıların üzerinde önemle durdukları konulardan birisi de ‘kavmiyetçilik/milliyetçilik’ problemi olmuştur. İslâm birliği düşüncesini zaafa uğratan kavmiyetçilik anlayışını şiddetle eleştirmişler ve çürütmeye çalışmışlardır. Devlet, Hilâfet, anayasa ve millî hâkimiyet gibi meseleler, İslâmcıların tartıştıkları başlıca konular arasındadır. İslâmcı aydınların genel kanaatlerine göre; Kur’ân ve Sünnet; belli bir devlet, hükûmet ve yönetim biçimini öngörmemiştir. Ancak değiştirilmesi mümkün olmayan belli ilkeler koymuştur. Bu ilkelere uygun biçimde örgütlenen her yönetim biçimi İslâmîdir. Bu alanda üzerinde en çok durulan ilke ise, şûrâdır. Buna göre devlet yöneticileri (siyasi meseleleri) halka ya doğrudan ya da dolaylı biçimde danışmak ve meşveret usulünü tesbit etmek zorundadırlar. İslâmcıların bu yaklaşımları, Meclis-i Meb’ûsân’ı samimiyetle desteklemelerine vesile olmuştur.

İslâmcılık (Pan-İslâmizm) ideolojisi; I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Osmanlı Devleti parçalandığı için zaafa uğramıştır. Bu ideolojiyi savunan Müslüman aydın ve düşünürler, eğilim ve yaklaşımları bakımından birbirinden oldukça farklı anlayışları ön plâna çıkarmışlardır. 

          3. Soru: İslâmi hareketin temel ilkeleri nelerdir? Bu ilkelerin hayata geçirilmesinde kabul görmüş yaygın yöntemler nelerdir? Bu temel ilkelerden ilkesel bir savrulma görüyor musunuz?

Cemiyet halinde yaşayan insanoğlunun, dünya hayatıyla ilgili olan ihtiyaçlarını sayıyla ifade etmek mümkün değildir. Ancak kavmi, rengi, dili ve dini ne olursa olsun her insan; hayatının korunmasını, adâletle muamele edilmesini ve inandığı gibi yaşama imkânının sağlanmasını arzu eder. Allâh’ın (cc) indirdiği hükümler ile insanoğlunun dünyevi ve uhrevi maslahatı arasında zaruri bir münasebet vardır. İslâm âlimleri, ilahi tekliflerin hikmeti ‘insanların dünya ve âhiret saadetlerine vesile olmakla’ sınırlandırılmış ve bunun keyfiyeti de her türlü maslahatın temini ile mefsedetin izalesi olarak ifade etmişlerdir. İmam-ı Gazâli ‘El Mustasfa’ isimli usûl kitabında “Bizim maslahattan kasdımız, şeriatın maksadı ile sınırlıdır. İnsanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerinin muhafaza edilmesi farzdır. Bu beş şeyin korunmasına yönelik her şey maslahattır. Bu beş şeyin zâyi olmasına sebeb olan şeyler mefsedet hükmündedir. Bunun ortadan kaldırılması da maslahattır.” demiştir. İslâm dini, insan hayatının bütün cephelerini ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen temel ilkeler/umumi hükümler koymuştur. Dârû’l İslâm’da; zarûri, haci ve tahsini maslahatların korunması zaruridir. Zira mü’minlerin edâ ehliyetlerinde herhangi bir arıza sözkonusu değildir. Hevâlarını ilâh edinen zümrelerin galip, mü’minlerin mağlup durumda olduğu ve küfür ahkâmının tatbik edildiği toplumlarda, bu temel hedeflerin gerçekleştirilmesi için verilecek mücadele kolay değildir. İslâmi hareketin temel ilkeleri, muhkem nasslara dayandığı için değiştirilemez. Ortaya çıkan yeni meseleler; umumi hükümlerde yer alan illetlerin/hikmetlerin tahlili ve istişare sonucunda çözüme bağlanır. Hz. Said b. Müseyyeb (rha)’den rivayet edildiğine göre; Hz. Ali’nin (ra) ( “Hakkında kitap ve sünnette hüküm bulunmayan konularda nasıl hareket edelim?” sualine, Peygamberimiz Efendimiz (sav) şu cevabı vermiştir: “Mü’minlerden ilim ve takva sahibi olanları toplayıp istişare ediniz! Bir kişinin reyine göre hüküm vermeyiniz.”  İslâm fıkhının uygulanmadığı ülkelerde, mükellefin fiillerine tesir eden unsurları ve ehliyet arızalarını ortaya koymak gerekir. İslâmi hareketin temel ilkelerinden, herhangi bir ilkesel savrulma söz konusu değildir. 

          4. Soru: Dünden bugüne İslâmi hareketlerde (düşünsel, fıkhi ve pratik zeminde) bir değişik gözlemliyor musunuz? İslâmi hareketlerde düşünsel bir kriz görüyor musunuz?

İslâmi hareketin temel ilkeleri, son tahlilde müsbit ve muhkem delillerde beyan edilen ahkâmın tamamıdır. İslâm Fıkhı’nın dünyaya ve ahirete müteveccih olan bütün hükümlerinin, dört kaynaktan elde edileceği konusunda İslâm âlimleri ittifak etmişlerdir. Bunlar sırasıyla Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha’dır. Bunlara dört delil anlamında “Edille-i Erbaa” veya şer’i deliller anlamında “Edille-i Şer’iyye” denildiği gibi; “Aslî Deliller” de denilir. Son tahlilde fıkhi hükümler; ya açık bir nassa dayanırlar, ya da nassların illetlerinden/hikmetlerinden elde edilen reyle sabit olurlar. Meseleye bu açıdan baktığımız zaman, dünden bugüne İslâmi hareketlerde bir değişik söz konusu olmamıştır. Ancak bilindiği gibi İkinci Meşrutiyet döneminde, değişik siyasi fırkalar kurulmuş ve bu fırkalar düşünsel, fıkhi ve pratik zeminde bazı zaafları ön plâna çıkarmışlardır.   Arapça olan ‘fırka’ kavramı; Meşrûtiyet Dönemi’nden itibaren, Osmanlı münevverleri arasında ‘siyâsî parti’ anlamında kullanılmıştır. Bugün insanların zihnini meşgul eden ve tartışmalara sebeb olan siyâsî meseleler, o dönemde de gündemdedir. Meşrutiyet Dönemi’nde ‘İttihad-Terakki Fırkası’, ‘Ahrar Fırkası’ ve ‘İttihad-ı Muhammedi Fırkası’ gibi siyâsî partiler, birbirleriyle mücâdele etmişlerdir. Bu mücâdelede, Batı’dan ithal edilen siyâset anlayışı belirleyici unsur haline gelmiştir. Halife II. Abdülhamid Han’ın 14 Şubat 1909 Pazar günü Sadaret makamına getirdiği Hüseyin Hilmî Paşa, hazırladığı ‘Hükümet programında’ şu ifâdeye yer vermiştir: ‘Tanzim edeceğimiz kavânîn ve nizâmât için milel-i sâire kânunlarını arîz-û amîk [en ince noktalarına kadar] tedkîk ederek, bunlardan lâzım gelen esasları ahz edeceğiz.’ Bazı âlimler hükümet programında yer alan bu tespite karşı çıkmış, Şeyhülislâm M. Ziyâuddîn Efendi’den bu ifâdenin şer’i değerini izâh etmesini istemişlerdir. Şeyhülislâma sordukları sual şudur: ‘Şerî’at-ı İslâmîyye, milel-i sâirenin kanunlarına mürâcaâtdan müstağni midir, değil midir?” Aynı dönemde Yazar Hüseyin Cahit Yalçın’ın; Mart 1909 tarih ve 210 sayılı Tanin’de, Volkan ve benzeri gazetelerin şerîat taleplerini hedef alan bir makalesi yayınlanmıştır. Bu makaleye verilen cevaplar, o tarihteki siyâsî ve hukukî tartışmaların keyfiyetini ortaya koymaktadır. Müderris M. Hilmî Efendi, H. Cahit Yalçın’a cevap verdikten sonra, şu teklifte bulunmuştur: ‘Bu millet inandığı şerî’atın ceza kanununu istiyor, Avrupa ceza kanununu isteyenler, hemen Avrupa’ya teşrif etsinler.’ Mekârimû’l Ahlâk isimli haftalık mecmuada, Fatih Dersiamlarından Hafız Mehmed Tevfîk Efendi, yazar Hüseyin Câhit’in iddialarına cevap verirken, şöyle demiştir: “..Hiçbir müslümân tasavvur olunamaz ki; Allah’ın (cc) kitabı olan Kur’ân-ı Azîmüşşân ile kendi hakkında bir hüküm verilmeğe razı olmasın da Avrupa’dan ithal edilen kanunların hükmüne râzî olsun. Bunun için bir müslümânın can-û gönülden isteyeceği bir kânun varsa; o da Avrupalıların kânunları değil, sadece kânûn-ı ilâhî olan şerî’atdır. İyi bilmeli ki şerî’at haricinde herhangi bir kânun ile hüküm ve amel olunursa, mahz-ı zulm ihtiyar edilmîş olur. Kat’iyyen adâlet olmaz, olamaz.” Günümüzde kullanılan siyâsî parti kavramı ile İslâmî kaynaklarda yer alan fırka veya mezheb kavramları arasında önemli farklar vardır. Bu kavramları birbirlerinin müradifi gibi kullanmak doğru değildir. Zira demokratik-laik rejimin vazgeçilmez unsuru olan siyâsî partiler; halkın/ulusun egemenliğini ön plâna çıkaran ve birbirinden farklı ideolojilere göre şekillenen kuruluşlardır. İtikadi fırkaların ve ameli mezheplerin sebebi, bu unsurlar değildir. Vatandaş kimliği ile ilgili olan ve demokratik rejimin vazgeçilmez unsurları arasında zikredilen siyâsî partilerin, yürürlükteki mevzuata göre İslâmî keyfiyete hâiz olmaları mümkün değildir. İslâm Fıkhı’nın mahkûm edildiği, farzların yasaklandığı ve haramların teşvik edildiği ülkelerde yaşayan Müslümanlar ile ‘Dâru’l İslâm’da yaşayan Müslümanların problemleri birbirinden farklıdır. İslâmî hareketlerin aşağılandığını, modernizm adına insanların haklarına tecavüz edildiğini ve Müslümanların siyâsî tercihlerinin pervasızca yok sayıldığını unutmamamız gerekir. Günümüzde “hangi siyâsî rejime göre yönetileceğiz’ sualine cevap vermeden önce, “içinde bulunduğumuz hâli nasıl değiştireceğiz, bizleri boğmaya çalışan müstekbirlerin tuzaklarına karşı nasıl mücâdele edeceğiz ve bizi perişan eden hastalıklarımızdan nasıl kurtulacağız’ gibi meseleleri, gündemimizin ilk maddeleri hâline getirmeliyiz. Çünkü içinde bulunduğumuz hâli değiştirmemiz gerekir.  Bu noktada ‘İslâmi hareketlerde düşünsel bir kriz görüyor musunuz?’ sualine cevap verirken, içinde bulunduğumuz bu hali dikkate almamız gerekir. İslâmi hareketlerde değil, Müslümanlarda bir kriz hali söz konusudur.

          5. Soru: İslâmi hareketleri tarikat, STK vb yapılanmalardan ayıran özellikler nelerdir? İslâmi hareketlerin STK’lar üzerinden yapılanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda amaç- araç ilişkisinin sağlıklı bir zeminde ilerlediğini görüyor musunuz?  

Müslümanların ‘emrolundukları gibi dosdoğru olmaları’ imtihanı kazanmaları için bir vesiledir. İslâmi hareketin belirleyici unsuru cemaattir.  İslâmi literatürde cemâat; bir fikir veya inanç etrafında toplanan ve aynı usûlü benimseyen insanları ifâde eden bir keyfiyete hâizdir. Tesadüfen bir araya gelen insanlara cemâat vasfını vermek doğru değildir. İslâm cemâatinin en güzel misâli, Müslümanların beş vakit namazda bir araya gelmeleridir. Cemâatle edâ edilen namaz, İslâm fıkhına göre teşekkül eden cemâatin en güzel misalidir. Bilindiği gibi mü’minler; kendi aralarından seçtikleri bir imamın arkasında, farz olan beş vakit namazı edâ ederler. Bu esnada imamı öne geçirir ve onun arkasında saf tutarlar. Namaz içerisinde imamın komutuyla rukû’ ve secde yaparlar. İmamın kıraatı, cemâatin de kıraatı hükmündedir. Namaz için bir imama uyan mü’min, namazdaki bütün hareketleri imamla birlikte, ancak ondan sonra yapar. Dolayısıyla cemâatle namaz ibâdetini edâ eden Müslümanlar, kendi tercihleri ve arzularına göre hareket edemezler. Cemâatle kılınan namaz ibâdetinin adâbı ve erkânı Müslümanların oluşturacağı cemâatin siyâsî sistemi için, güzel bir misâldir. Namaz ibâdeti edâ edilirken öne imam geçer, bütün cemâat yerin genişliğine göre onun arkasında sıra hâlinde saf tutarlar. Buradaki düzen piramit düzeni değil, eşitlik ve kardeşlik düzenidir. Çünkü İslâm cemâatinde; eşraf, soylular ve imtiyazlılar sınıfı gibi, hiyerarşik düzen söz konusu değildir. Takva hâli müstesna, hiç kimsenin diğerinden üstün olmadığı muhkem nasslarla haber verilmîştir. Tâbi oldukları imam da “kendi aralarından” seçtikleri birisidir ve yalnızca onların bir adım önündedir. Bilindiği gibi cemâatle kılınan namazın sevabı, tek başına kılınana göre yirmibeş veya yirmi yedi derece daha fazladır. Müslümanların cum’a ve bayram namazlarını cemâatle kılmaları zarûridir. Zira cum’a ve bayram namazlarının, ferdi olarak (tek başına) edâ edilmesi mümkün değildir. Şüphesiz Cum’a ve bayram namazları; mü’minlerdeki cemâat şuurunu kuvvetlendiren, onları birbirine yakınlaştıran, aralarındaki ünsiyet duygusunu artıran ibâdetlerdir. Tıpkı namazda saf tuttukları ve birlikte ibâdet ettikleri gibi “iyilik ve takvâ hususunda yardımlaşmayı” dikkate almak zorundadırlar. Cemâat imamının yetkileri de sınırlıdır. Allah’a (cc) itaat ettiği müddetçe mü’minlerin, kendi içlerinden seçtikleri imama itaat etmeleri gerekir. Meşrû esaslara ve temel prensiplere göre teşekkül eden cemâat, İslâmî hareketin “olmazsa olmaz” şartlarından birisidir. Yaşadıkları beldede azınlığı teşkil eden veya ülkeleri istilâya uğrayan mü’minlerin; hem velâyet haklarını muhafaza etmek, hem de izzet ve şereflerini korumak için, İslâm cemâatini bütün müesseseleriyle birlikte kurmaları zaruridir. İslâmi hareketlerin tarikat veya sivil toplum kuruluşları üzerinden yapılanması, içinde bulundukları şartlarla ilgili bir hadisedir. Bu gönüllü kuruluşların amaç- araç ilişkisinin sağlıklı bir zeminde ilerlemesi veya ilerlemesi, hayatiyetini devam ettirebilmesi açısından önemlidir.