M. Hakkı Akın: Modernleşmenin mevcut dayanakları itibariyle dünyayı daha iyi bir yere götüreceğine sağduyulu hiç kimse inanmamaktadır

07 Ocak 2025

Modernleşme ve sekülerleşme arasındaki ilişki nasıl değerlendirilmeli? İslam dünyasının modernleşmeyle olan hikayesi nasıl okunmalı? İslamcıların İslam dünyasındaki modernleşmenin ana aktörü olduğu iddiası hakkında neler söylenebilir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Modernleşme" dosyasında Prof. Dr. M. Hakkı Akın'a sorduk. 

1. Modern, modernite, modernleşme ve modernizm gibi aynı kökten üretilen birçok kavram bizim zihin dünyamızı oldukça meşgul etmekte. Bu kavramların ve modernleşmenin tarihi arka planı hakkında ne söylemek istersiniz.  Bu bağlamda modernleşmenin Batı tarihinde bir kesitle özdeşleştirilmesi ve farklı modernleşme türleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Bu kavramlar temel vurguları ve farkları çokça düşünülmeden birbirlerinin yerine kullanılabilmekte. Hatta genel geçer kullanımları dolayısıyla hatalı kullanımlara aldırış edilmemekte. Aslında dikkat edilirse modern bir sıfattır. Modern sanat, modern resim ya da modern ulus devlet dediğimizde sıfatın tasvir ettiği isim ne ise onun modernleşmenin etkisinde değiştiğine ve geleneksel olandan değişim ya da dönüşüm geçirdiğine işaret etmiş oluruz. Modernite ya da modernlik, modernleşmenin ürettiği genel duruma, modernleşme sürece ve modernizm ise modernleşmeyi hedefleyen zihniyete ve modernleşme ile değişen şeylerin bütününe karşılık olarak kullanılmıştır. Modernleşmenin tarihi arka planında felsefi, iktisadi, siyasi ve kültürel pek çok olayın etkilerini takip etmek mümkündür. En önemli ve süreci bir değişimden dönüşüme döndüren gelişmelerin başında üretim ilişkilerinin değişiminin geldiğini söylemek mümkündür. Elbette modernleşmenin sebepleri sadece üretimin dönüşümüne indirgenemez. Ancak bu dönüşümün belirleyiciliğinin oldukça güçlü ve merkezi bir yerde olduğu söylenebilir. Tarım toplumundan sanayi toplumuna doğru bir geçiş yaşanmıştır ve tekrar eski üretim biçimlerine dönülmemiştir. Bu dönüşümün yaşandığı Batı Avrupa, dünya tarihinin gidişatında güçlenerek belirleyici bir konum elde etmiştir. Modernleşme teorileri literatüründe bazı ortak noktalara vurgu yapılarak bir modernleşme tipolojisi oluşturulmaya çalışılmışsa da farklı toplumlarda farklı modernleşme tecrübelerinin var olduğu da inkar edilemez. Kendine özgü durumlar, değişen ya da öne çıkan özelliklerden bahsetmek mümkündür. Bununla birlikte Batı dışı toplumlarda da hem benzerlikler hem de kendine özgü modernleşme tecrübeleri yaşanmıştır. Tarihsel ve sosyolojik gerçeklik, ister istemez ortak etkilerin ve özelliklerin de farklı ve kendine göre yorumlanmasına sebep olmaktadır. Örneğin Türk, Rus ve Japon modernleşmeleri, önemli Batı dışı modernleşme süreçleridir. Uzun yıllar Japonların kültürlerini korudukları halde modernleştikleri söylenmiştir ve Türkiye için de model olabileceği iddia edilmiştir. Bilhassa on dokuzuncu yüzyılın sonunda ve yirminci yüzyılın başında Osmanlı dergi ve gazetelerinde Japon modernleşmesinin örnekliği epey gündem olmuştur. Ancak Japonya’da da modernleşme karşısında nesillerin kültürel bir direnç gösterdiği çok tartışmalı bir konudur.

2. İslam dünyasının modernleşme ile olan hikayesini nasıl okuyorsunuz? Bugün bu hikayenin neresindeyiz?

Bu soruya cevap verirken modernleşmenin tarihi arka planında ve daha sonraki sürekliliğinde sömürgeciliğin önemli bir yeri olduğunu hatırlamakta fayda var. Burada elbette sömürgeciliğin sürekliliğini, çeşitlenmesini ve kendisini yeniden üretmesini de göz önünde bulundurmak gerekir. Modernleşme öncesinde İslam dünyasının büyük bir kısmı sömürgeleştirildiği için bu hikayenin önemli bir yerinde sömürgecilik meselesi vardır. Ancak sömürgecinin teknik ve siyasi üstünlüğüne rağmen Malik bin Nebi’nin tespit ettiği gibi “sömürülebilirlik” durumunun içeride üretilen bir yönü de olmuştur. Bugün pek çok Müslüman toplumun sömürgecilik ve buna bağlı sömürülebilirlik üzerinden bir modernleşme tarihi vardır. Osmanlı Devleti’nin modernleşmesi, daha çok siyasi ve ekonomik güç kaybı ile ilgilidir. Buna bağlı olarak bizde modernleşme, Müslüman ya da gayrimüslim toplumsal zümrelerin talepleri sonucunda değil, doğrudan devletin ve bürokrasinin öncülüğünde başlamıştır. Ancak Osmanlı döneminde bir yandan toplumun tarihsel olarak kurumlaşmış organizasyonları var olmaya devam ederken bunların yanında yeni modern kuruluşlar oluşturulmuştur. Yirminci yüzyıla mektepli-medreseli şeklinde derin bir bölünmüşlükle girdiğimizi söyleyebiliriz. Bu bölünmede “İslam terakkiye mani midir?” sorusunun sadece İslamcılar için değil, diğer fikir grupları için de belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Ortodoks pozitivist diyebileceğimiz bir anlayışla “İslam da bir dindir, dinin modası geçmiştir ve geri kalmışlığımızın sebebi odur” diyenler de bizim modernleşmemizin ürettiği bir zümredir. Buna karşılık modern dönemde İslam’dan vazgeçemeyeceğimizi söyleyen farklı fikir hareketlerine mensup aydınlar ve siyasetçiler de yine aynı süreçte yetişmişlerdir. “Batı’nın bilim ve tekniğini alalım, ancak ahlakını ve kültürünü almayalım” şeklinde basitçe ifade edilen formülün modernleşme tartışmalarının başında, biraz da yaşanmışlıklara dayalı bir birikim olmaması dolayısıyla daha güçlü vurgulandığı takip edilebilir. I. Dünya Savaşı sonrasında Müslüman toplumların genel görünümü savaşın galibi devletler tarafından desteklenen rejimler ve Batıcı zihniyete sahip yöneticilerin ağırlığını yansıtmıştır. Laikliğin bir ideoloji olarak dinin kamusal alandaki varlığını zayıflatma yönünde bir politik araca dönüştürülmesi, sadece Türkiye’de değil başka Müslüman toplumlarda da karşılaşılabilecek bir örnektir. Yine yirminci yüzyıl boyunca komünist rejimler altında yaşamak zorunda kalan Müslümanların sayısı da az değildir. Her şeye rağmen İslam, geleneksel ve yeni yorumlarıyla, çeşitlenmelerle Müslüman toplumlarda var olmaya, insanların inançlarına, fikirlerine ve gündelik pratiklerine yön vermeye devam etmiştir. Bu devamlılıkta modernleşmenin çeşitliliği arttırıcı etkileri olmuştur.

3. İslami Hareketler ve İslamcılar ile modernleşme arasında kurulan ilişkiler ve çatışma noktaları hakkında oluşan literatür hakkında sizin kanaatleriniz nelerdir? İslamcıların İslam dünyasındaki modernleşmenin ana aktörü olduğu İslamcılığın da modernleşmenin bir sonucu olduğu söylemi hakkında siz neler düşünüyorsunuz?

Açıkçası doğrudan modernlik ile İslam’ı birbirlerine özdeş inançlarmış gibi karşılaştırmanın eksik tarafları olduğunu düşünüyorum. İslam’ın bütünüyle modernliğe, modernizme karşı olduğu bir “İslam ve modernlik” kıyası bir dönem fazlaca vurgulanmış ve hatta literatürü domine etmiştir. İslam, gelenekselliğin ve modernliğin daha ötesinde, ona inananlar için Allah’ın seçtiği dindir. Elbette modernleşmenin Batı medeniyetine özgü bazı yönlerinin tartışılması ve bu sürecin gayriinsani yönelimleri olduğu tespit edilebilir. Tekniğin gelişmesinin siyasi ve iktisadi güç için araçsal hale gelmesiyle işleyen sistemin insanı insanlığına yabancılaştırması, bir kesime refah sağlarken başkalarının zulüm altında yaşamalarına sebep olması gibi pek çok örnek verilebilir. Gayriinsani olan aynı zamanda gayri İslamidir. Ancak gayriinsani durumlar sadece modernleşme ile ortaya çıkmamıştır. Her devirde cahiliye ve cahiliye kaynaklı kötülükler var olmuştur. Dolayısıyla, kendi içinde pek çok parametresi olan bir süreç olarak modernleşmenin bütünüyle kabulü kadar bütünüyle reddine de ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Dönemlere göre farklar olmakla birlikte, literatürde modernleşmenin ve Batı medeniyetinin sözde ilerlemesinin İslam dünyasındaki gelişmelerin etkisiyle gerçekleştiği yazdığı gibi, tam tersine bütün bu gelişmelerin İslam ile hiçbir temasının olmadığı da yazar. İslamcılığın modern bir ideoloji olduğunu şu şekilde kabul etmek mümkündür. İslamcılık temelde modern dönemde İslam’ın varlığının devam edeceği ve geri kalmışlığın temelinde İslam’ın değil Müslümanların İslam’a mesafelerinin olduğunu iddia etmiştir. Gelenekçilik içinde eleştirelliğini yitirmiş bir anlayışın kapattığı içtihat kapısının yeniden açılması talebi de burada önemlidir. Bu tespitlere bağlı olarak İslamcılığın modern olmakla birlikte modernizmi bir bütün olarak benimsediğini söylemek doğru olmaz. Buradaki modernlik, dönemin ve değişen şartların farkındalığı ile ilgilidir. Ancak İslamcılık içinde daha çok geleneksel yorumları esas alanlar olduğu gibi geleneğe mesafeli yorumlar da bulunmuştur. Tek bir İslamcılık yorumundan bahsetmek mümkün değildir. İslamcılar da grup gruptur. Bir fikri hareket olarak kendi içinde bölünmelere ve kutuplara sahiptir.

4. Gelenek ve modernlik birbirine muhalif söylemler midir? İslamcılar gelenek ve modernlik denklemini doğru bir şekilde formüle edebildiler mi?

Genelde literatürde gelenek ve modernlik kavramları birbirlerine zıt kavramlar olarak kullanılır. Aslında modernlik de bir geleneğe dayanır. Hatta geleneğin önemine vurgu yapan ve devrimcilik karşısında geleneksel kurumları koruma amacıyla ideoloji haline gelen muhafazakarlık da modern bir ideolojidir. İslamcılık dahilinde gelenek konusunda kabul ve ret kutuplarında pek çok farklı yorumla karşılaşmak mümkündür. İslamcılık ister istemez bir geleneğe sahip olmak durumundadır. Çünkü herhangi bir hareket, bir geleneğe bağlı olmadan ve bir gelenek üretmeden kendi varlığını sürdüremez. İslam da ilk insandan bu yana devam eden tevhid inancına ve peygamberlerin mücadelesine kendisini bağlar. Geçmişten geleni doğrulayıcıdır. Ancak geleneğin artık İslam’dan uzaklaşmış olduğunu, İslam’ın yerel kültürlerle iç içe olduğunu iddia ederek sahih ve olması gereken İslam’ı kültür ve geleneğin ötesinde arama gayretinde olan İslamcılık yorumları da olmuştur. Skolastiğe dönüşme riski dolayısıyla katı bir gelenekçilik karşısında sırf kültür ve gelenekte yeri var diyerek maruf olanı da inkar eden reaksiyoner bir yenilikçilik iki zıt kutbu temsil etmişlerdir. Yorumları ve pratikleriyle aşırılıklarda bulunanların gelenek ve modernlik denklemini doğru bir şekilde formüle edemediğini söyleyebiliriz. Yine burada öz ve form arasındaki dengesizlik de kendisini gösterir ve genelde bu iki kutup birbirine karşıt anlam dünyalarına ve sembollere sahiptir. İslam tarihi, çok önemli bir birikimdir. Bu anlamda onu bir gelenek olarak kabul etmek gerekir. Elbette iktisadi, siyasi ve kültürel olarak yapısal dönüşümler yaşamış ve tarım üretiminden yeni üretim biçimlerine geçmiş yeni toplumsal örgüt ve kurumlarda yorum değişiklikleri olmak zorundadır. Bu değişim, dinin esaslarından çok fıkhi meseleler etrafında yoğunlaşacaktır. Ancak bazı detay konulardan bile ciddi gerilimler ortaya çıkabilmekte ve taraflar birbirlerini kolayca dışlayabilmektedir. İlmi temelde konuşma, tartışma ve istişare gibi bazı önemli hassasiyetler açısından pek de iyi durumda olmadığımızı söyleyebiliriz.

5. Wael Hallaq'ın da üzerinde durduğu gibi İslam, modernleşme dışı bir alternatif olma özelliğini koruyor mu? İslami hareketlerin ya da İslamcıların bu bağlamdaki yetenekleri nelerdir?

Wael Hallaq’ın etik ve epistemik temeller üzerinden yaptığı modernleşme eleştirileri önemlidir ve İslami bir hassasiyeti taşımaktadır. Bu eleştirilerde Hallaq’ın takip ettiği ve Modernitenin Ruhu kitabında felsefesini tartıştığı Taha Abdurrahman’ın büyük etkisi vardır. Her iki düşünür de meselenin temelinde insanı tespit eder. Aslında benzer eleştirilerin ve meselenin iki yüzyıldır insanı tanımlama ve onun dünyadaki varlığını anlamlandırma odağında olduğunu pek çok Müslüman entelektüel vurgulamıştır. Ancak Hallaq’ın modernitenin İslam temelli ahlaki eleştirisinin yapılması ve insanlığın geleceğinin var olan tecrübe üzerinden yeniden düşünülmesi yönündeki yorumları dikkat çekicidir. Modernleşmenin mevcut dayanakları itibariyle dünyayı daha iyi bir yere götüreceğine sağduyulu hiç kimse inanmamaktadır. Ancak aynı kurumsal işleyişlerin ve toplumsal örgütlenmelerin adının “İslam” olması da onları İslami bir hale getirmeyecektir. Hallaq’ın bu yorumları son derece önemli ve yaşanmışlıklara dayanıyor. İslam, her zaman gayriinsani olana alternatif olma iddiasına sahiptir ve yine olmak zorundadır. İslamcılığın ciddi bir teorik birikimi var. Ancak çok açık ifade edeceğim; dünyada İslam’ı temsil ettiklerini iddia eden ve kendilerini İslamcı olarak tanımlayan pek çok lider, örgüt, parti ve hatta devlet, modernleşmenin krizleri karşısında insanlık lehine henüz ciddi alternatifler üretememişlerdir. İyi fikirler, entelektüeller, siyasetçiler vb. elbette vardır. Ancak iyiliğin ve iyilerin istisna halinde kalmamaları ve kurumlaşarak insanlık lehine tarihin akışını değiştirmeleri beklenmektedir. Böyle bir açılım, süre giden işleyişte sadece kanunların değiştirilmesinin ya da eline güç geçtiğinde kendi isteklerini halka baskıyla dikte etmenin ötesinde insani ve ahlaki bir yükselişin kurumlaşması ile mümkün olabilir. İslamcıların bu bağlamda yeteneklerini kullanabilecekleri ve bilgi birikimlerini arttırabilecekleri potansiyellerinin daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bunun adalet ve hakkaniyetle hayata geçmesi noktasında soru işaretleri de oldukça fazladır.

6. Modernleşme ve emperyalizm arasında ne tür bir bağ vardır? Bu bağlamda Osmanlı ve Türkiye modernleşmesi bu süreçten ne kadar etkilendi? Türk modernleşmesinin ayırt edici özellikleri nelerdir?

Modernleşme, Batı merkezli başlamış ve Batı’nın lehine bir süreç olarak devam etmiştir. Bu, tarihi bir gerçektir. Sömürgecilik konusuna temas etmiştik. Sömürgeleştirmenin yayılması ve burada bir rekabetin oluşması, bugün de devam etmektedir. Bu nedenle modernleşme ile emperyalizm arasında yakın bir bağ olduğunu söyleyebiliriz. Hatta bu yayılmacılığın hedef toplumlarda gönüllü işbirlikçileri de daima olmuştur. Kendi toplumlarına yabancılaşmış ve hayranlıkla Batı taklitçilerine dönüşmüş tipler dünyanın her yerinde bulunabilir. Taklitçi, yabancılaşmış entelektüeller ve siyasetçiler Batı emperyalizminin yayılmasına Türkiye’de de katkıda bulunmuşlardır. Bir yandan da Osmanlı’da devlet ve bürokrasi öncülüğünde devam eden modernleşmenin özellikle ekonomik kalkınma konusunda zihniyet, alt yapı ve yetişmiş eleman gibi ciddi eksiklikleri olmuştur. İngilizler, Türkiye’de endüstriyel ürünlerin yetiştirilmesine öncülük ettikleri gibi bu ürünlerin yetiştirildiği bölgelerde İzmir, Selanik ve Mersin gibi limanlara uzanan ilk demiryolu hatlarını da yapmışlardır. Ekonomik kalkınma, başından itibaren ciddi bir mesele olarak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aktarılmış ve cumhuriyet boyunca da devam etmiştir. Almanya’nın siyasi birliğini sağlamasından ve sanayileşmede diğer Batılı devletlerin önüne geçmesinden sonra, Osmanlı Devleti’nin Almanlara yaklaştığı ve onların da bu ilişkiyi ticari çıkarları yönünde kullandıkları bilinmektedir. Türkiye tam olarak sömürgeleştirilmiş bir ülke olmamıştır. Ancak emperyalizme muhatap olmuştur. Zihniyet ve kültürün de Batılılaşması yönünde radikal kararlar alan, uygulayan, kendi geleneğine yabancılaşmış bir tip, bu yayılmacılığın taşeronu haline gelmiştir. Türk modernleşmesinin zihniyet ve pratiklerde bir kültürel bölünmüşlük üretmesi de tarihsel ve sosyolojik bir sonuçtur. Bu git gel durumumuz yeni etkilerle bugün de devam ediyor. Türk modernleşmesinin kendine özgü yönleri, tarihsel ve sosyolojik gerçekliğinden kaynaklanan farklarda aranabilir. Devlet ve bürokraside yaşanan değişimin kendine özgü yanları olmakla birlikte Batı dışı modernleşme örnekleriyle benzerlikleri de çoktur. Ancak Türkiye’de devlet ve bürokrasinin merkezinde olduğu modernleşmenin 1950’lerden itibaren iç göç hareketliliği ve çok partili hayata geçiş gibi önemli değişimler üzerinden halk kitlelerinin mobilizasyon imkanlarına eriştiği alternatif biçimleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu, Türk modernleşmesinin önemli bir kırılmasıdır. Türkiye’de son üç neslin değişim hikayesi, ikili modernleşme şeklinde devam etmiştir. Hatta Osmanlı’dan devam eden hem bürokrasiye bağlı olanlar hem de devlet tarafından zenginleştirilmiş kesimlerin zamanla ellerindeki iktisadi ve siyasi ayrıcalıkları muhafaza etme yönünde tutucu hale geldikleri de tespit edilebilir. İç göç hareketliliği dolayısıyla yeni imkanlar elde eden ve ciddi bir şekilde değişen daha çok köy kökenli kitlelerin ise değişimi ne kadar organize edemedikleri ve krizler yaşadıkları da işin bir başka yönü. Özellikle yakın dönemde dindar kesimlerde nesiller arası geçişte yaşanan kafa karışıklıkları burada akla gelebilir.

7. "Modernleşme sürecinin sekülerleşmeyi zorunlu kıldığı ve bu süreçte sekülerleşmenin dini değerleri ortadan kaldıracağı iddiası üzerine ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda, modernleşme ve sekülerleşme arasındaki ilişki nasıl değerlendirilmeli?  Yaygın bir hüvviyet kazandırılan sekülerizm paradigması karşısında İslam/Müslümanlar nasıl var olabilir? Bu hususta neler düşünüyorsunuz?

Sekülerleşmenin modernleşmenin zorunlu bir sonucu olduğu iddiası neredeyse tartışılmaz bir tezmiş gibi genelde kabul edilmiştir. Bu iddianın Batı’nın kendi tarihinde Kilise’nin toplumsal kurumlar üzerindeki hakimiyetinin azalmasıyla ilgili yönleri bulunmaktadır. Dolayısıyla Katoliklik üzerinden kurumlaşan bir feodal toplum yapısının çözülmesi önemlidir ve dikkate alınmak zorundadır. Yine, Katolikliğin insan ve dünya arasındaki ilişkide dünyayı reddeden bir zihniyete kaynaklık ettiği de göz ardı edilmemelidir. Bu çatışma kendisini din ve bilimin uzlaşamayacağı, birinin metafiziği merkeze alırken diğerinin fizik gerçeklik sınırlarında kaldığı şeklinde bir kabulle dünyeviliğin inkarından doğanın mutlak hale getirildiği bir büyük değişimde de kendisini gösterir. Bu anlayış, pozitivizm ve scientism gibi görüşlerin sorgulamadan kabul ettikleri varsayımları ve hatta dogmalarıdır. Bu geçiş, insanın yeryüzündeki varlığına yüklenen anlamı da bütünüyle değiştirmiştir. Batı’da sekülerleşmenin zamanla yaygınlaştığı ve gündelik hayatta dinin etkisinin azaldığı iddia edile gelmiştir ki bugün Batı ve Kuzey Avrupa toplumlarında Tanrı inancına sahip olsalar da herhangi bir dine bağlı olmayanların ve ateistlerin oranının yükseldiği vakıadır. Ancak her şeye rağmen bazı genellemelere ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini de vurgulamak gerekir. Modernleşme ile dinin toplum hayatındaki varlığını bütünüyle kaybedeceği, sadece bireylerin vicdanında yeri olabileceğine dair iddia dünyanın farklı yerlerinde yeni dini hareketler ortaya çıktığında sorgulanmak durumunda kalmıştır. Din, insanların bu dünyadaki varoluşlarını ve ölüm gerçeğini anlamlandırmalarını sağlayan, “nasıl bir insan olmalıyım” gibi çok temel bir soruya cevaplar veren en önemli toplumsal kurumlardan biridir. Bu nedenle sosyolojik olarak dinin ortadan kalkması mümkün değildir. Nitekim din yeni biçimleri ve yorumlarıyla var olmaya devam etmiştir. Enformasyon çeşitliliğinin yanında enformasyonun çok hızlı yayılması ve geleneksel değerleri sürdürecek örgütlenmelerin zayıflaması, dini yorumların da çokça çeşitlenmesine ve eski kurumsal sürekliliğinin farklı olarak üretilmesine sebep olmuştur. Bu durum bir yönüyle sekülerleşme ile ilişkilidir. Ancak Batı tarihinden gelen tarihsel okumayı “bütün toplumlar için de bu böyle olacaktır” şeklinde kabul etmek hatalı genellemelere sebep olabilir. Bir kere İslam, Katolik ile kıyaslandığında dünyevi yönleri olan ve dünyayı bütünüyle reddetmeyen bir dindir. İslam’ın amacı, insan hakikatine göre din ve dünya dengesinin uyumlu bir şekilde sağlanmasıdır. Ancak İslam tarihine bakıldığı zaman tahrif edilmiş dinlerin yaşadıkları yozlaşmaların birçoğunun Müslümanlar tarafından da yaşandığı görülebilir. Sekülerleşmenin insan hakikatini parçalayıp insanın mutlak bir dünyevilik içine hapseden aşırı yorumuna karşı İslam elbette önemli bir direniş imkanıdır. Ancak bunun için İslam’ın dünyanın geçiciliğinin farkında dengeli bir dünyevilik anlayışına sahip olduğunun, ruhbanlık gibi kurumlaşmaların gayri İslami olduğunun ve bu dünyanın sadece menfaatleri için yaşayan kitlelerin hazlarını tatmin için yaratılmadığının hatırlanması gerekir. Müslümanlar, ancak kendi birlikteliklerinde bu denge halinin ahlaki örnekliğini sunabilirlerse var olan yozlaşmaya karşı direniş için alternatif üretebilirler. İnandıkları ve yaşadıkları çelişen bir örneklik ise bırakın gayrimüslimleri, Müslümanları da etkilemeyecektir. Burada Müslümanların tamamen kötü durumda ve ahlaksız oldukları gibi genellemeleri yanlış bulduğumu belirtmek isterim. Sonuçta kötülük ve olumsuzluklar medya ve sosyal medya üzerinden daha kolay alıcı bulabilir. İslam karşıtlığının dünyadaki yükselişinde de bu araçların büyük bir rolü olduğu inkar edilemez. Müslüman toplumlarda iyiliğin, adaletin, hayırseverliğin ve merhametin hâlâ var olduğuna dair pek çok örnek de verebiliriz. Önemli olan bu durumun daha istisna halinden çıkarak genel, belirleyici ve toplumsal kurumlaşmaya kaynaklık edecek hale getirilmesidir. Bu kolay değil, ancak mücadeleye değer bir hedeftir.