İslamcılığın Ne Olmadığını Anlatmak

17 Aralık 2024 / Aydın Bilgi

Ne çok tanım var İslamcılık üzerine,  ne de çok kafa karışıklığı. Tanımlamalar meseleyi sarahate kavuşturmak adına değil de karıştırmak amacıyla bilhassa kurgulanmışlarcasına sakil, manipülatif. İslam’a besledikleri düşmanlığı alenen ifşa cesaretine sahip olmayanlar, aynı düşmanlığı izhar etmenin sözünün etki alanını daraltacağı kaygısı taşıyanlar, durduğu yer dışındaki İslam anlayışlarının mahza batıl olduğunu düşünenler, İslamcılık üzerine aleyhte konuşmanın zamanın ruhuna uygun düştüğünü görenler muhayyel bir tasavvur üzerine İslamcılık tanımlamaları bina etmişler. Zemin çürük olunca haliyle binanın sağlamlığından söz edilemese de bu çürük binanın dairelerinin talibinin azımsanmayacak miktarda olması Prokrustesin yatağına yatıpta kalkamayanların sayısının bir hayli fazla olduğunu gösteriyor. Malum olduğu üzere Prokrustes, sahibi olduğu hana gelen müşterilerini yatma vakti gelince odalarına çıkartmakta, kendi elleriyle yatağa yatırdığı insanlarının ayaklarının yatağa denk gelip gelemediğine bakmakta, uzun gelen kısımları testere ile kesmekte, kısa gelen ayakları ise mengenelerle çekerek mafsalları, eklemleri kopararak uzatmakta ve böylelikle yatakta olanı bir şekilde yatağa uyarlamaktadır. İdeal insan formunun yatağının boyutları ile mukayyet olduğuna ve buna uymayan her insan tekinin uzuvlarının kesilerek yatak boyuna eşitlenmesine inanan Prokrustesin fani vücudunun kara toprağa karışmasının üzerinden binlerce yıl geçse de açtığı yolda durmadan yürüyenler aynı yöntemi bilhassa son birkaç yüzyıldır oldukça sofistike ve etkili bir şekilde sürdürmekteler. Gelgelelim İsmiyle müsemma hiçbir Müslüman yatağa uymamakta, uymadığı gibi yatağı ve yatağa yatmayı kabul etmemektedir. Yatağın sahipleri ise bu açmazın çözümünün bir kısmını isimle müsemmayı ayırmakta bulmuşlar ve buradan hareketle Müslüman Dünyasının oluşturan bireyleri, kurum ve kuruluşları hızla sekülerleştirme gayreti içerisine girmişlerdir.  İşte İslamcılık hakkındaki tüm enformasyona/dezenformasyon doğrudan mezkur yatağa yatmama meselesiyle irtibatlıdır.

İslamcılığa dair tariflerin belirsizlik ihtiva etmesi ayrı bir problem mevzusudur. Belirsizlik, tarifine gayret edilen kavramla sair kavramlar arasındaki sınırların geçiskenliğinden kaynaklanabilir ki  bu durumun benzerlerine özellikle sosyal bilimlerde çok rastlanır, zira kavramların her biri pek çok ilişkisel anlam alanına sahiptir. Bir başka deyişle bir kavramı ifade etmek ancak pek çok kavramın muhtevasından yararlanmakla mümkündür. Belirsizliğin ortaya çıktığı bir diğer durumun sebebini ise belirsizliğin yarattığı boşluklardan istifade etmek isteyenlerin suyu bulanıklaştırma yolundaki gayretleri oluşturur. İslamcılık tariflerinin yapaylığında iki halin etkisi olmakla birlikte asıl dikkat edilmesi gereken nokta operasyonel olandır.

Bu sebeplerle biz bu yazımızda İslamcılığın tarifini yapmaktan ziyade ne olmadığını hayatın içinden canlı misallerle göstermeye çalışacağız ve bu işlemi değillemeler başlığı altında gerçekleştireceğiz.  Bir kavramın ne olmadığını anlatmaya çalışmak, her hangi bir kavramın neyi ifade etmediği başlığı altına alınabilecek sayısız kavramın bulunduğu için ilk bakışta beyhude bir çaba olarak görülebilir. Meseleye daha derin baktığımızda ise değillemelerin fiziksel nesnelerin dünyasında anlamını yitirdiğini, sözgelimi bardağı anlatırken bardak ağaç değildir demenin bir anlamının olmadığını görmekle birlikte kavramlar dünyasında bu yöntemi uygulamanın oldukça zihin açıcı olduğunu müşahede ederiz. Özellikle aralarında yakın ilişki bulunan kavramların birbirlerinden tefrikinde bu yönteme başvurmaya sıklıkla mecbur dahi kalırız. Mesela İslam’la Hristiyanlığın ya da İslamla sekülerleşmenin farkını belirtmek için hayatın içinden müşahhas misallerin yardımına başvurmamıza gerek bulunmamaktadır zira bu iki faklı dinin, görüşün arasındaki aralığın büyüklüğü nazari olarak oldukça belirgindir.  Aynı dinin içinde neşet etmiş üstelik bir hayli irtibat noktası olan akımların arasındaki farkın tespiti ise bir nevi hudud noktalarının tespitinde kullanılan işaret taşları hükmündedir.  Özetle her ikisi de ölüm olsa da Marx Stirner’in ölümü ile Fanya Kaplanın ki farklı farklı gerçekleşmiş ve farklı sonuçlar doğurmuştur. Kimi basit, kimi karmaşıktır.

DEĞİLLEME BİR

1

 “Nakşibendiyenin son parlayan güneşi Seyyid Abdulhakim Arvasidir. Bundan sonra geride kalanlara düşen bu güneşi unutmamak ve ehl-i sünnet ulemanın eserlerine sıkı sıkıya sarılmaktır.”

2

“Süleyman Hilmi Tunahan hazretleri ile birlikte Velilik mührü de vurulmuştur. Geride kalanlara düşen bu yolda tabi olarak yürümektir.”

3

“Ben sizin tırmandığınız bu helezonda hav hav ederek arkanızdan tırmanıp dururken, kasemle size teminat vereyim, bu helezonda o kadar beklenmedik şeyler gördüm. Gözüm açık bir bir gördüm. Size tarif edem bir bir; Felekler burcuna çıktım, melekten merhaba gördüm, bana Hakk’tan nida geldi: Gel ey aşık ki mahremsin, bura mahrem makamıdır, seni ehli vefa gördüm. Sizin içinizde çok şey gördüm, öyle ihsanlar gördüm ki, hak dostlarına henüz kapaklar açılmamıştı, zarfının üzerine bantlanmış gibi zarflar içinde size gelen ihsanlara şahit oldum…” (1)

İlk misalde Nakşibendiyenin Halidiyye koluna mensup olup Türkiye kamuoyunda Işıkçılar olarak tanınanların, ikinci misalde ise Nakşibendiyenin Müceddediye koluna mensup Süleymanlıların anlayışları, üçüncü misalde ise Fetö elebaşısının sözleri yer almaktadır.

  Mekke’de inen Tebbet Suresinde henüz hayatta iken Ebu Lehebin ve eşinin cehenneme girecekleri açıkça belirtilmiştir.  Ebu lehebin asla iman etmeyecek olması ancak ilahi bir bilgiyle mümkün olduğundan bu sure indirilmiş ve gerçekten de sureden sonra Ebu lehep on yıl kadar yaşamasına rağmen iman etmeden cehennemi boylamıştır. Ebu Leheb’in sureten dahi iman edenlerin safında yer alması halinde vahyin söylediklerinin boşa çıkma durumu söz konusuyken bu surenin indirilmiş olması kelamın ilahiliğini açıkça ortaya koymaktadır. İmam Maturidinin de işaret ettiği üzere sure geleceğe dair taşıdığı kesin bilgi itibari ile başlı başına bir mucize niteliğindedir. Hz. Muhammed’in nebilerin sonuncusu olduğunun bizzat Kur’an’da yer alması da Cenab-ı Allah’ın ilminin tüm zamanları ve mekânları kuşatması ile mümkün olmaktadır. Son insan tekinin yeryüzünden silineceği güne kadar ki tüm insanlara ve ortamlara dair hiçbir şeyi dışarda bırakmayan kapsamlı bir ilme sahip olmakla ancak son peygamberin kim olduğu söylenebilir.

Seyyid Abdulhakim Arvasi’nin Nakşibendiyenin son parlayan güneşi olduğunu söyleyenler zorunlu olarak iki durumdan birden işaret ederler. Durumlardan ilkini kıyamete kadar gelecek tüm insanlar hakkında böylesi bir bilgiye sahip olmaları, diğerini kendilerine Rableri tarafından özel olarak bu bilginin verildiği hususu oluşturmaktadır. Sözün sahipleri kendilerine kimselerin bilmediği bir sırrın emanet edildiğini ileri sürmek suretiyle Seyyid Abdulhakim Arvasi üzerinden bizzat kendilerinin yüceltilmesini gerçekleştirilmektedir. Süleyman Hilmi Tunahan hazretleri ile birlikte Velilik mührü de vurulmuştur’ iddiası da aynı zaafları içermekte olup, İstikbalin bilgisine sahip olmayan birinin bu sözleri söyleyebilmesi mümkün değildir. 

Mahiyeti itibari ile mehdi, mesiyanik olan bu söylemlerle amaçlanan var olan yapılara bağlıları nezdinde masumiyet ve doğrudan Allah tarafından verilmiş dokunulmazlık zırhı kazandırılmasıdır. İslam Dünyasının pek çok coğrafyasında her zaman diliminde benzeri söylemlere sıklıkla rastlamak mümkündür. Misal: On Dokuzuncu Yüzyılda Hindistan’da Gulam Ahmed kurulan Kadıyaniliğin liderine bir takım bağlılarınca Nübüvvet sıfatı yakıştırılır. Karşı çıkmadığı bu sıfatla ilgili olarak çok farklı yorumlarda bulunup kendisinin “yeni bir kitap getiren kişi” anlamında bir peygamber olmadığını, nübüvvetinin “Allah’ın has ve seçilmiş bir kulu” manasında değerlendirilmesi gerektiğini, bu noktada nebîliğinin velâyet nuruna sahip bulunması sebebiyle mecazi anlamda zıllî (gölge) ve burûzî (yeniden belirme) biçiminde anlaşılabileceğini, ayrıca Allah tarafından kendisine haberler ilham edilmesi açısından “muhaddes” olduğunu ifade eden (2))  Gulam Ahmed’le bu sözlerin sahipleri anılan hususta aynı çizgide durmaktadırlar. Kaldı ki  Kadıyaniler Hanefi fıkhına titizlikle bağlı olup Nübüvvet, Mehdi ve Cihat hakkındaki görüşleri dışında diğer hususları sair Müslümanlarla oldukça benzerdir.

Son tahlilde cemaatin kurucu lideri ya da örnek alınan şeyhi aşılmaz, aşılması mümkün olamaz olarak görülmekte ve bu kabul kendilerinden olmayan/olamayan Müslüman birey ve yapıları ötekileştirme neticesini kendiliğinden doğurmaktadır. Bu yapıların mensuplarına göre diğer Müslümanlar iyi niyetli ama en hafif nazarla ehli bidat olarak nitelenen insanlardır.

Karakoç, ‘Geçmiş zamanın üstatlarını küçük görmemeli, ama onların da esiri olmamalı’ (3) demek suretiyle aşılmazlık zırhına sonradan büründürülen İslam Büyüklerine gösterilmesi gereken sahici tavrın ne olması gerektiğine işaret etmektedir. Hazreti peygamberin tasarrufları arasında bile külli ve cüz’i tasarruf şeklinde yapılan yaygın ayrımların mevcut olduğu, Aslen sünnetin keyfiyeti ve bağlayıcılığı üzerine geçmişten bugüne yapılagelen tartışmaların odak noktasını da bu ayrımların mahiyetinin oluşturduğunu düşünmek bu söylemin yanlışlığını tek başına ortaya koymaktadır. Zamanla ve mekânla kayıtlı olmak insanın kaderidir.  Bu kayıtlar sebebi ile insan son derece sınırlı bir bilgiye ve kuvvete sahiptir. Sadece seçilmiş kullar olan Peygamberlere Cenab-ı Allah tarafından verilen vahiyle tüm zamanlara ve mekânlara seslenebilme imkânı verilmiştir.

İslamcılar gerek bu çağda gerek geçmişte yaşamış seçkin büyüklerinin tarihle ve mekânla kayıtlı kullar olduğunu kabul ettikleri için kurucu lider kültünü reddederler.

Diğer iki örnekten farklı olarak üçüncü örnekte bizzat cemaat liderinin kendi makamını kutsayan sözleri yer almaktadır. Bütün konuşmalarında olduğu gibi mahfiyet perdesi altında hav hav cümleleriyle başlayan cümle Fethullah Gülen’in kendisini miraca çıkarmasıyla sona ermektedir.  Meleklerle merhabalaşma, Allah’ın kendisi ile konuşması,  kendisine bağlı olanlara verilen ihsanları görme, mahrem makamına erişme, ehl-i vefadan olma… Sahabelerden hiç birinin bir tekini söylemeye asla cüret edemeyeceği sözlerle kendisini seçilmiş kullardan olduğunu beyan etmekte böylelikle kendisine itaatsizliği doğrudan Allah’a itaatsizlikle eşitlemektedir.  

DEĞİLLEME İKİ

Zamanla ve mekânla kayıt olmak, kendi zamanında ve mekânında söylenen sözlerin olduğu gibi başka mekân ve zamanlara taşınmasının başlı başına bir problem olduğunu kabul etmeyi beraberinde getirir. 1715 Yılında Bursa’da vefat eden Bursevi şöyle demektedir: “Bizim asrımız ekâbirinin ekserinde her türlü bidat mevcuttur; zira acem gibi bir mendil döşeyip üzerine iskemle ve onu dahi üzerine sini dedikleri altı korlar.” “Sarık ehl-i sünnetin şiarıdır. Sarığı nedeniyle bir kimseyi ayıplama ve ona tan etmek, Resulullah’ın ve meleklerin sünnetini ayıplama manasına geldiği için küfürdür. Sarığı terk eden bid’at ve delalet içindedir.’ (4)

Anlaşılacağı üzere Bursevi(ö.1715) Anadolu’da sofra bezi, sofra örtüsü diye bilinen örtünün üzerine konulan yüksekliğe yerleştirilen sininin Farslardan gelen ve ileri gelenler tarafından uygulanan bir bid’at olduğunu söylemektedir. Bursevi’yi bu hükme iten sebep Efendimizin(S.A.V) sini ve sini altlığını kullanmamış olmasıdır. İçinde bulunduğumuz günlerde ise masada yemeyi Frenk uygulamasından sayarak bidat olarak niteleyenler bulunmakta ve fakat onlar da çoğunlukla sini ve sini altı kullandıkları için Bursevi’ye göre bidat olan bir eylemi gerçekleştirmektedirler.

Bursevi’nin içinde bulunduğu vasatın belirli koşulları altında söylemiş olduğu bu sözün aynıyla alınıp bu güne taşınması kendi içinde pek çok problemi barındırmaktadır. Yapılması gereken Bursevi’yi bu hükme götüren endişelerin tespitidir. Geçmişte yaşamış bir İslam âlimini dikkate almak ta ancak bu yolla mümkündür. Verilen hükümlerden ziyade hükme götüren saikleri ve yolları araştırmak zahmetli, çetin bir yol olmakla beraber oldukça değerlidir.  İslamcı Düşünce gerek bu çağda gerek geçmişte yaşamış seçkin büyüklerinin dinin asıllarına dair olmayan sözlerinin her zaman ve mekânda mutlak olarak doğru olduğunu bu sebeple kabul etmez. Şer’i hükümlerin illeti ve hikmeti nasıl tahkik ediliyorsa İslam büyüklerinin uygulamaları da aynı işleme tabi tutulur.

DEĞİLLEME ÜÇ

 “Osmanlı Kureyşten değildir. Halifeliği meşru değildir. “(Ahmed Rıza han Barelvi)

Ahmed Rıza Han Barelvi Hint alt kıtasında on milyonlarca mensubu olan bir hareketin kurucusudur. İngiliz işgali altındaki Hindistan’ın Hanefi Fıkhına göre Darülislam olduğu yönünde fetvalar vermiş, İngilizler aleyhine hiçbir oluşuma katılmamış ve Birinci Dünya Harbinde Cihad ilan eden Osmanlı’nın Kureyş’ten olmadığı için halifeliğinin meşru olmadığını dolayısıyla fetvanın geçersiz olduğunu söylemiştir.

Sahih Hadis kaynaklarımızda Kureyşin Halifeliği hakkında pek çok rivayet yer almaktadır: “Muhakkak ki bu iş (yönetim) Kureyş’tedir. Onlar dini ikame ettikleri sürece kim onlara düşmanlık ederse Allah onu yüzüstü süründürür.” (Buhârî, “Menâkıb”, 2; Nesâî, “Siyer” 103, 8697; Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXVIII, 65) “Kureyş’ten iki kişi kaldığı sürece bu iş onlardadır.” (Buhârî, “Menâkıb”, 2; Müslim’in rivayetinde “İnsanlardan iki kişi kaldığı sürece bu iş (yönetim) onlardadır.”  Müslim, “İmâre”, 4; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 141; Ahmed b. Hanbel, Müsned, XIX, 446; Ebû Ya’lâ, Müsned, IX, 438. “Bu işte insanlar Kureyş’e tabidir. Müslümanları Müslümanlarına kâfirleri kâfirlerine (tabidir.)”( Buhârî, “Menâkıb”, 1; Müslim, “İmâre”, 1.) Bununla birlikte Efendimizden nakledilen “Başı kuru üzüm tanesi gibi Habeşli bir köle dahi yönetici tayin edilse dinleyin ve itaat edin.(Buhari-Ahkam) “Başınıza, sizi Allah’ın kitabı ile yöneten burnu kesik siyah bir köle emir tayin edilse bile onu dinleyin ve itaat edin” (Müslüm Hac 9) şeklinde rivayetlerde bulunmaktadır. Bu hadislere göre emirin değil Kureyşli Arap olma şartı bile aranmamaktadır. Keza Hz. Ömer’den bir halife adayı önermelerini istediklerinde sahâbeye, “Eğer sağ olsaydı, şüphesiz onu tayin ederdim” dediği Huzeyfe’nin azatlısı Salim Kureyşli değildir. Hazreti Peygamberin vefatının ardında Sakifte gerçekleşen toplantıda Hazreti Ebubekir’in “Siz bu işe ehilsiniz. Lakin Araplar bu işin Kureyş’in bu boyundan başkasının hakkı olduğunu düşünmezler. Onlar nesep bakımından Arapların orta kesimini oluştururlar.” Diyerek onları Hilafet makamına layık gördüğünü lakin siyaseten Arapları ancak Kureyşlilerin bir arada tutacağını ifade etmektedir. Ayrıca Allah Rasulü’nün (s.a.v.) “Mülk (idare) Kureyş’te, kaza (yargı) Ensar’da, Ezan Habeş’te, emanet Ezd’de yani Yemen’dedir” hadisi de Kureyşlilik meselesinin şart olmadığı noktasında karinedir. Zira hiç kimse hadiste geçtiği gibi yargı görevini icra etmesi için Ensar’dan birini, ezan okuması için Habeşli birini, bir emanet bırakmak için illa da Yemenli birini aramamaktadır. Peki, halife olması için neden Kureyşli aransın? Hadiste geçen “kaza (yargı) Ensar’da” ifadesinin, Müslümanlara, aralarında çıkan nizaları çözmek için kıyamete kadar Ensar neslinden birini bulmalarını talep ettiği şeklinde anlaşılamayacağı açıktır. Bu hadisi, söz konusu görevlerin mezkûr kabilelere hasrettiği şeklinde anlamak mümkün değildir. Hz. Peygamber belli özelliklerini öne çıkararak bu kabileleri taltif etmiştir. Ancak bu söz konusu görevlerin başka topluluklar tarafından eda edilemeyeceği anlamına gelmez. Buna göre fertler arasındaki anlaşmazlıkları hükme bağlamak için Ensar’dan, ezan okunması için Habeş’ten, emanet bırakmak için Yemen’den birini aramak söz konusu olmadığı gibi mülk (devlet başkanlığı) için illa da Kureyşli birini aramak söz konusu değildir.

İktidarı sadece Kureyş’in hakkı olarak gören fakihler, Büveyhîler’in, adını hutbelerden kaldırdıklarında Abbâsî halifesinin itibarını iade eden Selçuklu dönemine, Haçlı ve Moğol istilaları gibi İslâm toplumunun tarihte karşı karşıya kaldığı iki büyük meydan okumayı defetmiş olan Memlük ve Osmanlı dönemine tanıklık etmiş olsalardı yine de hilâfetin Kureyş’e ait olması gerektiğinde ısrarcı olurlar mıydı?  Çağdaş tarihçilerden İmaduddin Halil’in deyişiyle, “tarihin çağrısına icâbet eden genç ve dinamik bir aktör olarak ortaya çıkan” Memlükler ve Osmanlılar var olma ve yok olma tehdidi karşısında Müslümanların ve beldelerinin güvenliğini sağlamak ve ahkâm-ı şer‘iyeyi tatbik etmek üzere tarih sahnesine çıkmış olan aktörlerdir. Bu aktörler İslâm hukukçularının, bir dârın dârü’l-İslâm olabilmesi için gerekli gördükleri güvenliği sağlayıcı güçlerdir. Dârü’l-İslâm için gerekli görülen şer‘î ahkâmın tatbiki ancak bir iktidarla mümkün olabilmektedir. Bir iktidarın uygulamalarının bağlayıcı olabilmesi ve egemen olduğu topraklarda kendisini bu yetkisinden de-facto yoksun bırakmak isteyen iç veya dış meydan okumalar karşısında bekasını koruması ancak sosyal ve fiziksel güçle mümkün olabilmektedir. Kureyşlilik belirli bir dönem iktidara, ihtiyaç duyduğu bu gücü tedarik etmiş, bu özelliğini kaybettiğinde de halifede aranan şartlardan birisi olma özelliğini kaybetmiştir. Dikkatle incelendiğinde bu değerlendirmenin halifenin hangi kabileye mensup olduğuna değil Arap Yarımadasının o an içinde bulunduğu sosyo-politik durumuna odaklanan bir değerlendirme olduğu görülmektedir. Hz. Peygamber’den (s.a.v.) vârid olduğu sabit olmuş olan Kureyşlilik ile ilgili rivayetler “İ’mâlü’d-delîl evlâ min ihmâlihâ-Delili işletmek onu ihmal etmekten evladır” kaidesi gereğince ihmal edilmeksizin cem edilerek telif edilebilir. Böylece söz konusu rivayetlerin belirli bir kavme değil iktidarın velayet görevini yerine getirebilmesi için ihtiyaç duyduğu güç ve nüfuza işaret ettiği şeklinde yorumlanabilir. Nitekim Kureyşliliği in‘ikad şartı olarak gören muhaddis ve fakihler dahi ilgili hadislerin şerhleri sadedinde Kureyşin nüfuz ve etkin gücüne işaret etmişlerdir. (İslamcılar Sünnette yer alan hükümlerin belli bir kısmının cüz’i olduğunu düşünürler. Bu sebeple hükümlerin günümüz dünyasında karşılığını bulmaya çalışırlar. Bunu gerçekleştirirken klasik usul kitaplarında yer alan vesail, makasıd gibi tasniflerden sıklıkla yararlanırlar.

DEĞİLLEME DÖRT

“Tarih boyu derin ve köklü bir kültüre ve kültür mirasına sahip olan Türk milletinin kendi kültürlerini terk edip Araplaşması beklenemeyeceğine göre, yapılması gereken yegâne şey, İslamiyet’i Türk kültürü içerisinde eritmek ve bir Türk İslamı oluşturmaktı İşte, Maturudi, Ebu Hanife’nin yöntemine bağlı kalarak bunu başarmak ve dinde aklın nasıl dengeli bir biçimde kullanılabileceğini göstermek için Tevhid ve Tevilat’ı kaleme almıştır” (Hanefi Özcan ‘Türk Din anlayışı’)

Özcan’a göre İslamlaşma süreci öncesinde Türk Milletinin birkaç bin yıldır tevarüs ederek gelen derin bir kültürü ve bu kültürün değişmez, değişmesi teklif dahi edilemez ilkeleri bulunmakta olduğundan İslam Dini ister istemez Türk Milleti içerisinde varlığını sürdürmek için bu kültüre kendinden tavizler vermek mecburiyetindedir. Bu karşılaşmada varlığını sürdürecek olan Türk Kültürü, eriyecek olan ise İslam’dır. Aslolan Türklük, tali olan İslam’dır. Tamlayan Türklük, tamlanan İslam’dır. Böyle bir yaklaşım ancak beşer tarafından uydurulmuş her hangi bir din ile bir kültürün karşılaşmasından söz konusu olabilir.

20. yüzyılın başlarından itibaren popülaritesi giderek artan bu yaklaşımın öncü isimlerinde biri de Yahya Kemal şöyle demektedir. “Ben her şeyden evvel bir Türk gibi duyarak yazıyor idim ve ‘Bu nevi edebiyattan tam yerli Müslüman olan ruhlar şiddetle hoşlanıyorlardı. Siz kimsiniz, kaç kişisiniz… bütün bir Türk Milletinin tarihi hatıralarına ne karışırsınız. Türk Milleti dinini istediği gibi benimsemiştir… Evet bu millet, İslamiyet’i kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliği ile karıştırmış ve öyle sever, onun uğruna yalnız bu sebeple ölür’ sizin itirazlarınızla yaprak bile kıpırdamaz”

Yahya kemal bu sözleri Babanzade ile konuşmasında söylemiştir. Hikâyenin aslı şöyledir; Yahya kemal 1921-1922 arasında Tevhid-i Efkâr’da yazdığı esnada, Eyüp Sultana ilişkin bir yazı yazarak, bu yerin halkın gözünde kutsiyetinden bahsetmiş. O esnada kendisi gibi Edebiyat Fakültesinde ders vermekte olan Babanzade Ahmet Naim Bey’le öğretmen odasında karşılaştıklarında, Babanzade, Yahya Kemal’e Eyüp Sultan yazısı yüzünden çıkışarak; ‘islamiyet’e ettiğiniz zararı bu ara kimse etmiyor, bu zavallı milleti daima şaşırtıyorsunuz. Bir zaman Türkçülükle şimdi de İslamiyet’i efsaneler üzerine kurulmuş bir din gibi göstererek, hasılı bu şaşırmış millete bir türlü şaşırtmayı icat ediyorsunuz İslamiyet’te ölülere ibadet, ölmüş insanları filan ve falan semtte hazır ve nazır zannetmek gibi itikatlara yer yoktur. Peygamber Efendimiz Hazretlerinin kendi naaşı bile takdis olunamaz İşte İslam’ın Hristiyanlara ve diğer dinlere faikıyeti bundandır. Böyle batış şeylere İslam’da inanılmaz demiş. Yahya Kemal’de Babanzadeye çok kızmış ve yukarıdaki sözleri söylemiştir.

Arapların Lat, Uzza, Menat Hübel, İsaf ve naile ve benzeri nice sahte tanrılara ve Arap kültürüne ait olan pek çok hususa savaş açan İslam Dini ne bir kabilenin ne de bir kültürün dinidir. Kendisine tabi olunması Allah’ın kelamıdır. Ataların dinine bağlılık adına vahye karşı çıkanların durumunun pek çok peygamber kıssasında şiddetli bir şekilde Allah tarafından kınanması sarahaten göstermektedir ki açık nassın olduğu yerde söz sadece nassın ta kendisinindir.

Yukarıda yer verdiğimiz tartışma hakkında Yasin Aktay’ın tespitlerine kulak kabartmak gerekmektedir. “Bidat ve hurafelere kültürel zenginliklerimiz olarak bakmaktan çekinmeyen Türk muhafazakârları, bunu sadece Batılılaşma hareketinin İslam’a bunlar üzerinde saldırmasına bir tepki olarak yapmamışlardır. Çoğu zaman bu tepki, ümmete gönderme yapan İslamcıların Türk Kültürünü arka plana itme ihtimaline karşı da yüksek sesle dillendirmişlerdir. Çünkü bu dönemde ve aslında her zaman, dinin asli yorumlarına dönmeyi salık veren İslamcılık, yerel-kültürel değerlere bir saldırganlık olarak algılanmıştır. Saldırganlık, İslamcılığın Kitab’ı merkeze alan yorumunun pratik sonuçlarında hissedilmiştir. En önemli sonuç, görüntünün büyük ölçüde Araplaşmaya zorlaması ihtimalidir. Zira bilinçaltında, Kur’an’ın lafzi/kitabi yorumunun aynı zamanda Kur’an’ın indiği koşulların birebir tekrar edilmesine yönelik bir teklif içeriyor olduğuna dair bir korku vardır. Yani, modernleşme Batılılaşma ile özdeşleştiği oranda, İslamlaşma da bir tür Araplaşma olarak algılanmıştır. İslamcılığın evrenselci vurguları ise, bu Araplaşma art niyetini kamufle eden bir ideoloji olarak algılanmıştır. Bu korkuyu besleyen, kuşkusuz çok revaçta bazı yorumlar da yok değildir” 6

İslam’ı kendine din olarak seçen bir kavmin insanları, dini anlarken kendi ruh ve karakterlerini ancak İslam’ın sınırları içerisinde kalmak ve İslami yaşantıyı tahkim etmek amacıyla devreye sokabilirler.  Millî hususiyetler İslam’ın amir hükümleri ile çatıştığı anda mutlak surette terk edilmelidir.

İslamcılar milli hususiyetlere önem vermekle beraber bu önemin mahiyetini kaynaklar hiyerarşisine göre konumlandırırlar.

DEĞİLLEME BEŞ

Beşinci değillememize İsmail Kara’nın iktibası ve tespiti ile başlıyoruz: Şemseddin Sami 1900 Baskı tarihli Kamus-ı Türkisinin Gavur Maddesine şunları yazmıştır. “Gavur: Farsça Mecusi ve Ateşperest demek olan gebr’den veya Arapça kafir’den. 1. Vahdaniyete inanmayan adam, kâfir, müşrik. 2. Gayrimüslim, Nasranî. Gâvur olmak: dinden düşmek, küfretmek. Şemseddin Sami burada kalmamış maddenin altına “Amiyane ve kaba bir tabir olduğundan istimali terk olunmuştur”  ibaresini dercetmiş. Yani sözlükte madde şöyle geçiyor

Abdurrahman Şeref Bey’in aktardığına göre 1856 ıslahat fermanından sonra gayrimüslimler için gâvur gibi aşağılayıcı kelimelerin kullanılması yasaklanmıştı. Beyoğlu gibi gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde Hristiyanların, kendilerine gâvur dedikleri gerekçesiyle Müslümanları şikâyet etmeleri üzerine tabur ağası’ gâvura artık gâvur denmeyeceğini bilmiyor musunuz? Diye Müslümanlara çıkışmış, ardından bu söz dillere düşmüştür.

Kendisini İslam’a nispet etmeyenlere yani Gâvura ve küffara Gâvur ve küffar demek aynı zamanda Müslüman Kimliğimize vurgu yapmanın bir başka biçimidir.  Kimliklerin ortadan kaldırıldığı, her şeyin grileştiği çağımızda kimliğin önemini vurgulamak İslamcıların ödemekle yükümlü oldukları borçlardandır.

DEĞİLLEME ALTI

“Yavaş yavaş o hale geldim ki bir kandil çöreği, bir ramazan manisi iyi yakılmış bir mahya… benim için Müslümanlığın ta kendisidir.” (Mahur Beste)

Türkiye’de muhafazakârlığın Yahya Kemalden sonra zirve ismi olarak bilinen Ahmet Hamdi Tanpınar’ ait olan bu söz,  Müslümanlığı Kültürel unsurdan ibaret gören zihniyetin gerçekte ne düşündüğünü, ne hissettiğini göstermesi açısından önemlidir. Kandil çöreği, ramazan manisi, mahya gibi görüntüler elbette nesiller boyu tevarüs eden bir anlama, anlamlandırma ve anlamı günlük dille canlandırma biçiminin sembolleridir. Bir başka deyişle bir toplumun düşüncesi vahyin bir unsuru ile yani oruçla, ramazan ayı ile Kadir gecesi ile etkileşime geçmiş bu etkileşimin hasılası olan coşkunluğun taşması ve toplumun her ferdinden yankısını bulması kendisini somut göstergeler vasıtasıyla izhar etmiştir. Batılı kelimelerle ifade edecek olursak fenomenin oluşumuna sebep veren bir numen bulunmakta ve bu numen özde aynı olan ve fakat görünüşte farklılaşan tecellilere kaynaklık teşkil etmektedir. Bu yüzden önemsiz diye türedi diye lakaytlıkla üzeri çizilemez. Bununla birlikte Tanpınar’ın yaklaşımında kabuğun varlık sebebi olan özün ikinci plana itildiğini, hatta yok sayıldığını görmekteyiz. Gerçekten de bu yaklaşımda olan biten fenomenin numen yerine ikame edilmesidir. Her kültürün kendi fenomenlerini her alanda üretmesi vakıası üzerinde düşündüğümüzde ise bu durumun en nihayetinde vahyi anlamsızlaştıracağı en azından belirsizleştireceği neticesine ulaşırız.

Misal verelim; Müslüman toplumlar hayatlarının merkezinde olan namazlarını ikame edebilmek ve aralarında ünsiyeti sağlayabilmek gibi sebeplerle Yeryüzünün her bir köşesinde mescidler inşa etmişlerdir. Kubbeli çadırlarının formunu camilerine yansıtan ve asıl dikkat çekici gelişmesini Türk/İslam Mimarisinde bulmuş olan camilerin yanı sıra kubbeye hiç iltifat etmeyen cami mimari örnekleri de bol miktarda bulunmaktadır. Dip not :  Sanat tarihçisi Josef Strzygowski’ye göre gök kubbeyi temsil eden Türk Kubbesi(topak ev) Orta ve ön Asya’dan bütün dünyaya yayılan kubbe mimarisinin menşeidir.) İster kubbeli ister kubbesiz olsun, ister minareli ister minaresiz olsun mescidlerin inşasının lahuti bir boyutu, bir özü bulunmaktadır. Önemli olan da bu özün muhafazasıdır. Bu özü taşımayan aksine bu özü imha etmek üzere inşa edilen mescidlerin içinde Efendimiz ve mü’minler namaz kılmaktan dahi men olunmuşlardır. (Tevbe Suresi 10-108)  Sultanahmet Camiinde, Süleymaniye’de ruhun dalgalanması, vecd ile Yaradanına yönelmesi ne Sultanahmet’i ne Süleymaniye’yi Müslümanlığın ta kendisi haline getirir. Müslümanlığın ne olduğunu Aziz Kitap kendi bütünlüğü içerisinde ne güzel ifade etmektedir. “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik(birr) değildir. Asıl iyilik Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, anlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar sadık olanlardır. İşte bunlar muttakilerin ta kendileridir” (2/Bakara 177)

Doğru şeylere inanma(Sahih akide), inancın salt bir duygudan ibaret kalmayıp hayata yansıması neticesinde çok sevilen maldan Allah yolunda harcama, Allah’a ve kullarına verdiği ahitleri yerine getirme ve imtihanın en şiddetli olduğu anlarda dahi sabretme gibi hususlar fazilet erdem olarak tanımlanmakta ve ‘Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmek iyilik değildir’ denmek suretiyle de özünü yitiren bir kabuğun hiçbir anlam ifade etmediği ifade edilmektedir.

Hülasa kabuğu öz; özü kabuk mesabesine indiren ve böylelikle bir ters yüz işleminden ibaret olan bu yaklaşım İslamcılarca reddedilir.

DEĞİLLEME YEDİ

“Kar yağdığından dolayı hemen kardan adam yapma yarışına koyulan arkadaşlar; Bu iş göründüğü kadar masum mu acaba? Sonuçta farkında olmadan malzemesi kar olan bir heykel(put) yaptığınızın farkında mısınız? İster tapınılsın, ister tapınılmasın. Yapılan sonuçta bir heykel(puttur)” (Abdülhamit Kahraman)

Herhangi bir nesnenin put haline gelebilmesi o heykelin ilahi bir varlık olduğu ya da ilahi varlığı temsil ettiğinin kabulü ile mümkündür. Heykele doğrudan ilahilik atfetmek putperestliğin en ham, en düşük şeklidir ki Cahiliyye Dönemi müşrik Arapları içerisinde böyleleri de bulunmaktadır.  Heykeli, ilahi güce sahip olduğuna inanılan bir varlığın sembolü olarak görmek ve böylelikle sembole tapınarak ilahi varlığa ulaşmaya çalışmak şirkin daha sofistike bir hali olup Cahiliyye Dönemi Mekke Arapları arasında bu hal daha yaygın olarak bulunmaktaydı. Meleklere, cinlere, gök cisimlerine, ata ruhlarına, Peygamberlere, salih insanlara veya bunların sembollerine velev ki Allah’a yakın olmak için tapınanlar yine aynı putperestlik formunu gerçekleştirirler. “iyi bil ki halis din ancak Allah’ındır. O’ndan başka bir takım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: ‘ Biz onlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz…” (Zümer Suresi 3. Ayet/Elmalılı Hamdi Yazır Meali) Aziz Kur’an’da putperestliği ifade  etmek için yere yer kullanılan Heyakil, Temasil, Evsan ,Esnam gibi kavramların anlam alanları da kudsiyetin nesnenin kendisinde değil , nesneye kutsallık atfeden insanın zihninde olduğuna işarete ederler.  Bu açıdan herhangi bir insanın ya da nesnenin putunu yapmadan da ona tapmak mümkündür ki Müslümanların yakın/uzak tarihlerinde maalesef görülebilen durum budur.

 Resim/Heykel yasağının sınırsızca genişletilmesi masum bir eğlence için genelde çocuklar tarafından yapılan kardan adamı put yapımı ile eşdeğer görmek, lafzın bütünü ile ruhunu görmezden gelen bir anlayışla mümkündür.

İslamcılar,  hükmün tıpkı bir insan teki gibi lafzı ve ruhu ile bir bütün olduğuna inanırlar.

DEĞİLLEME SEKİZ

“Yarın ahirette kabirden çıkan bir adamı azap melekleri yakalasa, azaba götürürken o adam dese ki ‘ben Nakşibendi Tarikatı’nın Halidi Kolundanım’ dese bırakırlar. (7)

Cübbelinin sözlerini önerme ve hüküm kalıplarına dökersek şu sonuçlarla karşılaşırız.

Birinci Önerme

Amelleri tartılmış ve günahları sevaplarından fazla gelmiş bir mü’min dahi cehenneme götürülürken intisap mahalli olarak Nakşibendiyenin Halidiye Kolundan olduğunu söylerse azaptan kurtulur.

İkinci Önerme

Cübbeli Ahmet Nakşibendiyenin Halidiye Koluna mensuptur.

Hüküm 1

Cübbeli Ahmet bu mensubiyeti dolayısıyla günahları sevaplarından fazla olsa dahi hiçbir azaba uğramayacaktır. 

Hüküm 2

Cübbeliyi Dinleyen, dinlemeyen Nakşibendiyenin Halidiye Koluna tüm insanlar azaba uğramayacaklardır.

Yukarıda yer verdiğimiz anlayışın ülkemizdeki tescilli numenelerinden biri de Fethullah Gülen’dir. 06.04.1979 tarihli bir ses kaydında Gülen şöyle demektedir: “Ve üç-beş gün evvel bir çocuk yanıma gelecektir, bana şunu anlatacaktır, hislerimden dolayı muahaze etmeyin beni, bağışlayın. Haşr ü neşrin bütün endişe verici keyfiyetiyle cereyan ettiğini gördüm, alev alev dehlizlerden alev çıkıyor gibi cehennemin ortalığa dehşet saldığını gördüm, tutup tutup milleti cehenneme atacaklar gördüm ve derken selvi boylu birisi, incelerden ince birisi … cehennemin kapısına kollarını gerdi, girilmez buradan içeriye dedi, halkı önüne alıyordu, kimse girmesin diye çırpınıyordu. Önlemişti ilk gelenleri, girmiyordu artık kimse içeriye. Fakat arkadan gelen bir zılgıta dayanamamıştı, çekiliverince herkes içeriye itiliyor ve herkes cayır cayır yanıyordu, içinde tanıdıklarım da vardı diyor, çocuğu dehşet almıştı, ürpere ürpere anlatıyordu, ama ben caminizde gördüklerimi görmüyordum orada diyor, cemaatimizde gördüklerimi görmüyordum orda diyor, tanıdığım arkadaşlar vardı, korunmuş ve geride kalmışlardı. Neyi ifade ediyor sana, ne anlatıyor bunlar sana, cemaatin içinde perdesini kaldırıp imamın sana baktığını anlatıyor, batmayan güneşin, gurûb etmeyen güneşin sana baktığını anlatıyor…” (8)

“Ey Resulullah’ın kızı Fatıma! Sen de kendini Allah’tan satın almaya çalış; zira senin için de bir şey yapamam.”( Buhari, Vesaya 11) diyen Efendimizin durduğu yer nerede sözlerin sahibinin durduğu yer nerede! Meşreb, cemaat, tarikat fetişizmi olarak isimlendirebilecek bu sözlerin ilmi, akli hiçbir dayanağı olmadığı gibi Hırıstiyan Ruhbanların Endülajans belgesi dağıtmalarını andıran bir yönü de bulunmaktadır.

İslamcılar bir cemaate, bir öndere bağlı olmakla cennetin kapılarının doğrudan açılacağı cehennemin kapılarının da doğrudan kapanacağı yönündeki her türlü inancı reddederler. Cennet müjdesinin Allah’a iman edip sonra dosdoğru istikamet tutturan kullar için melekler tarafından çok özel anlarda verileceğine inanırlar.

DEĞİLLEME DOKUZ

İslamcılar Hazreti Peygamberin vefatı ile birlikte vahyin kesildiğine iman ederler. Cenab-ı Allah’ın bazı kullarına bazı hususları ilham yoluyla bildirmesinin mümkün olduğuna inanmakla birlikte ilhamın, Dinin hiçbir kaidesine aykırı olamayacağını ve sadece sahibi için delil teşkil edebileceğini, ikinci bir kişiyi asla ve kata bağlamayacağını kabul ederler.  Bununla birlikte Tarihsel süreç içerisinde bilgiyi doğrudan Allah’tan, peygamberden aldığını iddia eden insanlar ve onlara tabi olanlar da eksik olmamıştır. Bu anlayışa göre belli insanlar adeta seçilmiştirler ve Allah onlarla doğrudan konuşmakta olduğundan onlar aracısız bilgiye sahip masumiyet kesbetmiş kullardır.

“Yani insan, mahiyeti itibariyle zaman üstü, mekân üstü olabilir. Dünü yarınla beraber görebilir. Doğrudan doğruya huzur-i risaletpenâhiye ulaşabilir ve Efendimizi dinleyebilir. Hz. Cibril’i Kur’an okurken duyuyor gibi olabilir. Zât-ı uluhiyyetin bikem u keyf kendisine konuştuğunu duyabilir. Buna binaen ehlullahtan bazıları Efendimizden ve sahabeden hadis aldıklarını söylüyorlar. Hatta ben tabiindenim diyen insanların sayısı az değildir… Doğrudan doğruya efendimizden emir aldım diyenlerin sayısı da az değildir.” (9)

DEĞİLLEME ON

“…Ben sizin samimiyetinize itimad ederek o mübarek ruhu eğer iz’ac etmeyeceksem ona ait bir şeyi rahatlıkla ifade edebilirim: Belki şu dakikada beni de hicaba gark edecek şekilde sizin de saflarınızın arasında bulunmaktadır. Beni dinlemek üzere olmasa bile kendi cemaatinin arasında gezmek, ağlayan gençlerin alnını sıvazlamak, başını okşamak, elini sırtına koymak, ‘yürü evladım!’ demek için aranızda bulunmaktadır.” (10)

Her insan tekinin yapıp ettiklerinin meşruluğunun sorgulanması İslam Dininin temel kaynaklarına bakılarak yapılabilir ve yine Allah katında bir kulun değeri samimi bir kalple Allah’a yönelerek Şer’i Şerife uygun bir hayat sürmesindedir.  Kendisini İslam’a nispet eden her türlü oluşum için de bu durum aynıyla geçerlidir.  Herkes tarafından doğruluğu teslim edilen bu hakikate rağmen rüyalar, yakazalar üzerinden kendisinin İlahi bir onaya sahip olduğunu iddia eden insanlar hiç eksik olmadığı gibi bu insanlar peşlerine milyonlarca insanı takabilmektedir. Bazıları rüya, yakaza boyutunda kalmayıp Hazreti Peygamberin bizzat kendi cemaatine geldiğini, öğrenci evlerini ziyaret ettiğini tekrar ve tekrar söyleyerek kendi şahsını sorgulanamaz bir noktaya taşımaktadır.  Böylesi sapkın bir ve doğrudan istismar içeren anlayışın yakın zamanlarda en profesyonel uygulayıcısı Fethullah Gülen’dir.

 “Bizim gibiler hakikatte öyle şeyler görmezler, ama rüyada görebilirler. Gördüm ki ben, Efendimiz elimden tuttu benim. Mina’da dolaştırdı, Müzdelife’de dolaştırdı, Arafat’ta dolaştırdı. Getirdi sahabenin içine kattı. Sonra da hepimizi Kâbe’nin içine doldurdu. Ne güzel şeyler. Ben buna başka bir yorum, başka bir mahmil aramalıyım.

“…Gün be gün mefhar-i mevcudat efendimiz mescitlerimize teşrif buyuruyor, gelecekten ne haber? diyor… ben bu mevzuda meseleyi objektiften alıp, indi ve enfüsi hüviyete büründürmek suretiyle size arz etmek istemiyorum. Ama belki 100 kere var ki kalbi aydın ve içi duru kimselerin âlem-i menâmında belki de bazılarının yakazasında ‘ben İzmir’e gidiyorum, bir oradaki havaya bakacağım’ dediğini duydular kâinatın fahrının. ‘Anadolu’da bana ihtiyaç var, geziye çıktım’ dediğini duydular fahri kâinat efendimizin. Sizin camilerinize geliyor, seccadelere yüzlerini koyan gençlerinize bakıyor, yaşlılarınızın aşk heyecanını yokluyor, cemaatinin kıvama gelip gelmediğine bakıyor… Mefhar-i mevcudat efendimiz vaziyetinize bakıyor, ben o bezmde o âlemde hüküm verme selahiyetine haiz değilim, onun bir kıtmiri olabilirsem kendimi talihli sayacağım… Fahri kâinat efendimiz bizi bu hava ve ubudiyet içinde yokluyor inanın buna. Ehli keşif ve ehli müşahedenin müşahedesiyle yokluyor…” (11)

Yazımızda yer alan bir, sekiz, dokuz ve on numaralı değillemelere, İslamcılığın Batıniliğin temel argümanlarına karşı duruşunu ifade ettiği;  İki, üç, yedi numaralı değillemelere,  fıkıh ve fıkıh usulü hakkında İslamcılığın bakışını yansıttığı; dört ve altı numaralı değillemelere, İslam’ı kültüre indirgeyen ve böylelikle vahyedilmiş olan dine yaşanan tarihin bir parçasından başka bir şey olarak bakmayan muhafazakâr bakış açısını verdiği ve ülkemizde yeniden canlandırılmaya çalışılan Milli Din anlayışını anlattığı,  beşinci değillemeye ise Müslüman Kimliğine vurgu yapmanın önemini sarahaten ortaya koyduğu için yer verilmiştir.  Yazımızı Yusuf Kaplan’ın tarifi ile sonlandıralım.  “İslamcılık, bizim hem İslam’la hem dünyayla, hem de batıyla nasıl ilişkiler kurduğumuzu ve aslında bu ilişkinin nasıl olması gerektiğini gösteren çok yönlü, bütüncül bir tefekkür, idrak ve varoluş yolculuğudur”  (12)

KAYNAKÇA

1-(Hisar-3 (İrade Kahramanları), dk. 15.50 vd.) https://cdnuploads.aa.com.tr/uploads/TempUserFiles/haber/2017/07/KENDI-DILINDEN-FETO-20170725son.pdf   

2-(Kadıyanilik/Ethem Ruhi Fığlalı/ TDV

3-Çağ ve İlham Sayfa  45

4-) Fatih M Şeker Osmanlılar ve Vehhabilik.  Dergah yayınları 2. Baskı Nisan 2016 sayfa 83

5- Halifede aranan şartlardan biri olarak kureyşliliğin kavmiyetçilik ile ilişkilendirilmesine eleştirel bir yaklaşım/Dr. Abdurrahim Şen)https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2571788

6-Aktay- İslam ve Sekülerleşmenin Kaynakları

7-Cübbeli Ahmet/https://www.youtube.com/watch?v=Zp655ZKc1hk)

8-Sesli Vaazlar 7, 1979 04 06, İktisadi Mülahazalar-7, dk. 1:33:30 (https://cdnuploads.aa.com.tr/uploads/TempUserFiles/haber/2017/07/KENDI-DILINDEN-FETO-20170725son.pdf Sayfa 106)

9-Gülen, Sohbet-i Canan, Nil Yayınları, İstanbul 2013, s. 21-22) https://cdnuploads.aa.com.tr/uploads/TempUserFiles/haber/2017/07/KENDI-DILINDEN-FETO-20170725son.pdf

10-1979-08-17_Gonul Dunyamizdan-03 - İmanla gelen değişim (Salihli), dk. 1:09:00)

11-1979-07-09_Gonul Dunyamizdan-02 - Muhabbet fedailerinin ozellikleri - Beraat Gecesi (Izmir-Hisar Camii), dk. 11.25)

12-(https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/bir-tefekkur-yolculugu-olarak-islmcilik-33784)