Muhâfazakârlık Üzerine Mülâhazalar-3: Dün Söylediklerim Dünde Kaldı

26 Temmuz 2024 / Aydın Bilgi

Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duânın.
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'ân okunur.
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ'nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!


Gökalp’in 1914 yılından itibaren kaleme aldığı yazılarda örfü nassın önüne geçirerek sosyolojiyi merkeze çektiğini ve böylelikle bir değişkeni(toplum) usûlün sabitesi haline getirdiğini bir önceki yazımızda izah etmiş ve Müslümanca düşünmenin omurgasını oluşturan fıkıh usulüne dair bu sorgulamaların hukuk için yeni meşrûiyet zemini aramaya dönük çabaların neticesi olarak  görülebileceğini dile getirmiştik. Yukarıda bir kısmına yer verdiğimiz 1918 yılında kaleme alınan “Vatan”isimli şiir ise tek başına fıkıh usulü için oluşturulmaya çalışılan yeni zeminin gerçekte ne olduğunu gösterir niteliktedir. Gökalp, Türkçe ezan ve ibadet talebiyle “içtimai vicdan” dediği kavramsallaştırmanın kendi zihnindeki en yalın halini şiiri ile sergiler. Ona göre bir Türk’ün vatanının temel dayanağı lisandır. Vahyin dili olan Arapça ibadetlerde dahi terk edilmeli ve minarelerden Türkçe ezan sesi yükselmelidir ki küçük büyük herkes Hüda’nın buyruklarını öğrenebilsin!  Gökalp’in cevap veremeyeceği için girmediği konu ise bu talebinin genelde toplum özelde dinle irtibatını sürdürmeye çalışanlar nezdindeki karşılığıdır.  İslam’ın Allah tarafından gönderilmiş ve kemâle erdirilmiş Hak din olduğuna iman edip karınca kararınca Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeye çalışan mü’minler için Gökalp’in fikirleri asla ve kat’a kabul edilemezler kâbilindendir. İbadet dilinin Türkçeleştirilmesi girişimlerinin akamete uğramasının temel sebebi içtimai vicdanda açılacak yaranın infiale yol açabileceği endişesidir. Ezan yasağının ancak on sekiz yıl sürebilmesi ve sonrasında bu yasağın bir daha uygulanmamış olması ise yasağa duyulan halk tepkisi ile anlaşılabilir.  Bu bakışı İsmet Özel “Amentü” şiirinde şair duyarlılığı ile çarpıcı bir şekilde anlatır:


Ezan sesi duyulmuyor
Haç dikilmiş minbere
Kâfir Yunan bayrak asmış
Camilere, her yere
 

Öyle ise gel kardeşim
Hep verelim elele
Patlatalım bombaları
Çanlar sussun her yerde
Çanlar sustu ve fakat
binlerce yılın yabancısı bir ses
değdi minarelere: Tanrı uludur Tanrı uludur
 

İslam’la irtibatını koparmış olanlara gelecek olursak onların nezdinde Hüda’nın buyrukları ya bir anlam ifade etmeyen Arap yaveleri ya reforme edilmesi gereken köhnemiş bir dinin bakiyeleri ya da da kültürün bir unsurudur. Anlaşılacağı üzere bu kesim için ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi asla anlamı(murad-ı ilahiyi) bulmaya dönük bir çaba değildir. Neticede “Ma’rûf ve münker, ictimâî vicdanın tahsîn(güzel gördüğü) yahud takbîh ettiği(çirkin gördüğü) amellerden ibarettir.” diyen Gökalp, ezanın ve ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi talebiyle toplum vicdanı kavramsallaştırmasının hangi amaçlara hizmet etmek için türetildiğini açık etmektedir. 
 

Gökalp’in içtima-i usul-ı fıkha dair kalem aldığı yazılarının üzerinden dört yıl geçmeden mezkûr mısraları yazabilmesi neyin değiştiği sorularını beraberinde getirir. Bu soruya iki türlü cevap verilebilir ki her bir cevap Gökalp’e bakışta kişiyi farklı yollara sürükler. Birinci cevap kısa ve anlaşılırdır: Şartlar değişmiştir, yani dün dündür, bugün bugündür. Bin Dokuz Yüz On Sekiz yılında Osmanlının kurtuluşuna dair görüşlerini “ Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” kitabında dile getiren Ziya Gökalp’in Bin Dokuz Yüz Yirmi Üç yılında  “Türkçülüğün Esaslarını” yayınlamış olması da ancak değişen şartlar çerçevesinde anlaşılabilir.  Bu durumda değişen şartlarla beraber değişen bir Gökalp portresiyle karşılaşırız. İkinci cevap ta kısa ve açıktır. Gökalp’in fikirleri değişmemiştir. Dünün koşulları, içinden geçirdiklerini farklı kavramsallaştırmalarla ifade etmesini gerektirmişse de bugünün koşullarında sözü eğip bükmeye gerek kalmamış, mihrabım diyerek Batı’ya yüz vurmuş olanların istikametlerini belli endişelerle gizleme zamanı geçmiştir. Mezkur tartışmanın cumhuriyet sonrasında devam etmemesi de cumhuriyetle birlikte yeni devletin oldukça net bir biçimde laik, seküler karakterini ortaya koymasıyla doğrudan irtibatlıdır.
 

Gökalp’in fıkıh usulü üzerinden kendisine dayanak noktası araması meselesi ise onun fıkhın ve fıkıh usulünün İslam toplumsal yapısı içerisinde neye karşılık geldiğini görmesinden kaynaklanır. Bugün ibadetlere ilişkin düzenlemelere indirgenen hatta biraz daha genişleterek söyleyelim hukukla eşitlenen fıkhın neredeyse bir yüzyıl öncesine kadar pek çok disiplini içerisinde barındıracak anlam alanına sahip olması vâkıası Gökalp’i de bu alanda yazmaya sevk etmiş olmalıdır. Modern zamanlarda fıkıh usulüne yeni zemin arayışlarının çoğunun genel kabul görmüş İslam epistomolojisinin bir şekilde parçalanmasına dönük olması boşuna değildir. Zira bilgi kaynakları ve hiyerarşisindeki aslî değişikliklerin fıkhî hükümleri etkilemesi kaçınılmazdır. Dahası böylesi bir operasyon el- Fıkhu’l- Ekber olarak tanımlanan ve fıkıh usulünün dahi üzerinde yükseldiği en aslî değerlerimizin bile bütünüyle başkalaştıracaktır.

*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam Düşüncesi'nin editoryal duruşunu yansıtmayabilir.