İslamcılığın Hal-i Pür Melali

02 Eylul 2024 / Yakup Küçükdal

İslamcılığın hal-i pür melalini tasvir ve tahlilini amaçlayan bu yazının başında şunu özellikle belirtmek gerekir ki burada söz konusu olan İslamcılığın bütün cüzleri ile etraflıca anlatılması değil, ana hatları ile gelinen sürecine ve değişimine işaret etmektir.  Deyim yerinde ise, “neydi, ne oldu” muhasebesini yapmaktır.

İçinde bulunulan koşullara ve durumlara hal denir. Farsça kökenli olan pür kelimesi ise çok ve aşırı anlamına gelir. Örneğin bir konuda çok hassas ve özenli davranan kişiler için "pürdikkat" sözcüğü kullanılır. Melal ise, hüzün, keder ve yorgunluk demektir.  Galat-ı meşhur lugat-ı fasihten evlâdır fehvasınca melal kelimesinin kökenindeki negatif anlamdan ziyade günlük dildeki yaygın kullanımı dikkate alınarak melâlden kasıt İslamcılığın içinde olduğu kötü, acınaklı durum değil aslında serencamıdır ve bugün itibariyle içinde bulunduğu durumun bir değerlendirmesidir.

Osmanlı Devleti’nin yenilmesi ile birlikte kendilerini de yenilmiş sayan Müslümanlar, içine düştükleri bu olumsuz tablodan kurtulmak için birçok hal çaresi aradılar. Osmanlı’nın bakiyesi konumunda olan Türkiyeli mütefekkirlerin  “neden geri kaldık, onlar nasıl ilerlediler, ilerlemenin yolu nedir, din terakkiye mâni midir vb.” sorularına 20. yüzyılın başında cevap olarak üç ana fikir akımı ortaya çıktı; Osmanlıcılıkİslamcılık ve Türkçülük.

Bu akımlardan Osmanlıcılık fikri birçok sebepten işlerlik kazanamadı. İslamcılık ve Türkçülük hala güçlü damar olarak devam etmekle birlikte ana artere yeni bir akım daha eklendi: Atatürkçülük/Kemalizm. Atatürkçülük diğer akımların kendi varlığını devam ettirmelerine karşın Cumhuriyet’le birlikte kurulan yeni devletin temel fikriyatını oluşturmakta ve işlevini belirlemektedir.

İslamcılar her ne kadar kıymeti harbiyesi tam olarak bilinmese de milli mücadelenin arka planında esas müessir olmuş, mücadeleyi bizatihi sevk edip yönlendirmiş ve bu toprakların İslam yurdu olarak kalması için canlarını vermiştir. Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş döneminin baş aktörü İslamcılık olmasına rağmen Atatürkçülük bu ana arterleri kesmiş, birçoğunu işlevsiz hale getirmiş ve birçoğunu da iptal etmiştir.

Bunca sadmelere rağmen İslamcılık, İslam’ı tüm hayata şamil olacak şekilde yeniden ikame etmenin mücadelesini ve mücahedesini verdi. Her ne kadar İslâmcılığın doktriner bütünlük ifade eden bir tanımı olmasa da genel olarak İsmail Kara’nın yaptığı tanımın daha çok kabul gördüğünü ifade edebiliriz. Kara’ya göre “İslâmcılık, XIX-XX. yüzyılda İslâm’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlâk, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim…) ‘yeniden’ hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslâm dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak, medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist ve eklektik yönleri baskın siyasî, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların bütününü ihtiva eden bir düşünce ve harekettir.”

Burada İslamcıların kendilerini -birkaç kişinin tanımı hariç- tanımlamamaları dikkati calibtir.  Aslında İslamcılığın tanımlarını İslamcı olmayanların yapması taaccüp edilecek bir durumdur. Burada şaşılacak şey İslamcıların dışındakilerin tanımlamaları değil bizzat İslamcıların muktefa bir tanım yapmamasıdır. Çünkü siz kendinizi tanımlamazsanız başkaları sizi tanımlar ve “siz ne olduğunuzu temsil edemez iseniz ne olmadığınızı anlatmak zorunda kalırsınız.” Bu da yanlışları düzeltmekten doğruları inşa etmeye imkân tanımayacaktır.

Yine İslamcılık tanımlarına baktığımızda İslamcıların ilk dönemlerindeki kalkış-hareket noktalarından ziyade daha geniş ve kapsayıcı bir tanım yapıldığını görüyüz. Halbuki ilk dönem İslamcıların mümeyyiz vasfı devleti kurtarmaktır. Yani İslam’ı siyasal olarak tekrar hâkim kılmaktır denilebilir. Ki bu da o dönem için pek anlaşılabilir bir durumdur. Dikkat edilirse burada ki İslamcılığın daha çok Panislamizm olarak işlev gördüğü ifade edilebilir. Zira ülke bilfiil işgal altında iken yapılacak ilk şey onu korumak ve kurtarmaktır.

Ayrıca muayyen tanımların içinde İslamcıların ana omurgasını teşkil eden ümmetçilik, ıslahçılık, şura, istişare, teşkilatlanma ve yerlilik gibi kavramlara rastlanmaması mezkûr tanımların tekrar gözden geçirilmesini zaruri kılmaktadır.

Buradan hareketle yine İslamcılığı salt siyasi söylem veyahut ta siyasal İslam ile eşitleme çabası aynı zamanda içinde art niyet barındıran bir çabanın adıdır. Çünkü Kara’nın da ifade ettiği gibi “İslâmcılık siyasal olana, siyasete, aktivizme indirgenemez, bu indirgeme birçok şeyi görmeyi engeller. Oryantalistler bunu bilerek ve bir sebebe mebni yapıyorlar ve Müslüman ülkelerin okumuş yazmışlarını da ciddi ölçüde etkiliyorlar.”

İlk nesil veyahut ta ilk dönem İslamcılık diye adlandırılabilecek İslamcılık, II. Meşrutiyetten hilafetin ilgası dönemleri arasında siyasi birlik üzerinde durmuş ve onu temin etmek için mücadele etmişlerdir.

Ana fikir, devleti aliyi ve Müslümanları batmaktan kurtarmaktır.  Bu bakımdan “Osmanlı’nın zayıflaması ve kolonyalist Batı tecrübesinin dünyayı çevrelemesi neticesinde “ne yapsak, nasıl yapsak?” diyerek dünyanın farklı coğrafyalarındaki Müslüman aydınların ortaklaşa akıl yürütüp aşağısını yukarısını belirledikleri, biraz kırık dökük, biraz yarım yamalak bir defansa çekilme hamlesidir. Müslümanların üzerine çekirge sürüsü gibi üşüşen Batıyı önce durdurmanın, sonra Batı ile İslam dünyası arasında açılan makas farkını eşitlemenin, en sonunda da Batıyı yenmenin hesaplarını yapan bir politik hamle biçimidir.”

Bu dönemin öncü şahsiyetleri arasında şu isimler sayılabilir; Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Said Halim Paşa, Mehmed Âkif, Mustafa Sabri, Ferit Kam, Mehmet Ali Ayni, İsmail Fenni ve Said Nursi.

İkinci nesil İslamcılık ise, 70-80’li yılların Türkiye’sinde kendini devletçi, milliyetçi ve muhafazakâr geçmişinden mümkün mertebe arındırıp daha saf ve rafine bir İslam arayışını ifade etmektedir. Sorun İslâm’ın hakikatinden uzaklaşılmış olmasıdır; şu hâlde çözüm de İslâm’ın hakikatine dönmekle yani İslamlaşmakla olacaktır. Bu da şöyle formülüze edilmiştir: Kabahat İslam’da değil, Müslümanlardadır. Bu anlamda İslamcılık bir öze dönüş hareketidir.

Bu dönemde İslamcılık bir önceki temel tezleri genel olarak devam ettirmekle birlikte mevcut rejimlerle kavga etmenin ve onları izale etmenin mücadelesine giriştiler. İslâm Devleti teorisi, Müslümanların içine düştüğü bütün dertlerin devası olarak görülüyordu. İslam Devleti verilen mücadelenin yegâne motivasyon kaynağıydı. Bu dönemde genel yaklaşım olarak “devlet bizim fakat başındakiler bizden değiller” fikri hâkimdi. Bundan dolayı İslam yoğun bir şekilde siyasi okumaya tabi tutuldu ve ideolojik saiklerle yorumlandı. Örnek olarak Mevdûdî’nin “Namazın, orucun, zekâtın ve haccın farz ibadetler olmalarının bir sebebi budur. Ancak bunlar sırf ibadet değildir. Bilakis bunlar insanı asıl ibadete hazırlamaktadır. Sanki o asıl ibadet için gerekli ve kaçınılmaz bir eğitim süreci gibidirler.” demektedir. Ve başka bir yerde ise asıl ibadet ile kastını daha bariz ifade etmektedir: “Namaz, oruç…adli iktidarı üstlenmeye hazırlık ve idmandır.”

Bu dönemin öncü şahsiyetleri arasında şunları sıralayabiliriz; Mevdûdî, Hasan el Benna, Seyyid Kutup ve Ali Şeriati.

Üçüncü nesil olan İslamcılığın ise, 80’li yıllardan başlayıp Ak Parti iktidarı ile birlikte gelinen süreçte, muhafazakarlık, radikallik ve siyaset arasına sıkışmışlıktan çıkış olarak eğitim, kültürel faaliyetler, sivil toplum kuruluşları ve medeniyet perspektifini dikkate alan bir paradigma ile yeniden konumladıkları görülmektedir. Bu açından bu dönem bir muhasebe dönemidir.  Öncelik olarak İslami bir devlet hedefinden ziyade demokratik, laik düzen içinde dindar bir toplumun oluşturulması anlayışına geçilmiştir. Siyasi olarak ise devlet aklının İslamileşmesini temin etmenin yollarına başvurulmuştur. Zira görece iktidarda onlar vardır ve onların aklının ıslahı devlet aklının da ıslahı anlamına gelecektir. Fakat Ak Parti iktidarları boyunca ortaya konulan tablo İslamcılığın iddialarının gözden geçirilmesine ve toplumsal vasatta itibarını zedelemesine neden olmuştur. Ak Parti iktidarının İslamcılıkla özdeşleşmesi neticesinde iktidarın her yanlışı İslamcılığın hanesine yazılmaktadır. Dolaysıyla İslamcılığın ya da İslamcıların üzerinde kalan bu yük ile ne yapacakları ve nasıl baş edecekleri ise hala belirsizliğini korumaktadır.

Gelinen noktada İslamcılığın içinde bulunduğumuz toplumda söylem ve eylem gücünü kaybetmeye doğru gittiği gözlenmektedir. İslamcılık vaktiyle bir toplumun kurtuluş reçetesi olarak sunulduğu taksimdeki yerinden edilmiş ve artık bazı sivil toplum kuruluşlarının dillendirdikleri mahdut bir ideoloji fikrine dönüşmüştür.

Bütün bu eksikliklere rağmen İslamcılık “küre”sini eleştiren eski sakinlerinin teklif ettikleri küre ise “küresizlik.” Bir nevi köksüzlük denilebilir buna. Zira bu “küre”nin eski sakinleri artık deist, agnostik, ateist ve hümanist adreslerde demirledikleri görülmektedir.

Sonuç itibariyle Müslümanların her devirde yaşadığı birçok farklı krizler ortaya çıkmış fakat bu krizleri atlatacak sahih kaynakları ve dinamik bir düşünce dünyaları da olmuştur. 

Şimdi asıl ve can yakıcı soru, bu saatten sonra İslamcılık, içinde bulunduğu krizden çıkacak ve büyük ajandasını yürütecek enerjiyi yeniden kendisinde bulabilecek mi?

*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam Düşüncesi'nin editoryal duruşunu yansıtmayabilir.