İnsan Doğası ve Eğitim

10 Şubat 2025 / Prof. Dr. Hüseyin Aydoğdu

Bir düşünceyi, kuramı, ideolojiyi veya kültürü ileriye sürüp geliştirirken hareket noktalarından biri de insan doğasıdır. İnsanı ve onun doğasını nasıl görüp tanımlarsak fikir ile sosyal, siyasal, hukuksal ve kültürel sistem ona göre şekillenmekte, anlam ve değer kazanmaktadır. Örneğin modernitenin sonuçlarından olan kapitalizm, liberalizm, faşizm, sosyalizm, komünizm veya feminizm gibi birçok ideoloji insan doğasının kötü olduğunu kabul ettiklerinden ona güvenmezler. İnsanı doğrudan veya dolaylı olarak sürekli müdahale edilmesi ve eğitilmesi gereken bir varlık olduğunu düşünerek kendi insan tasavvurlarını geliştirmişlerdir. Bu nedenle insanı liberalizm ve faşizm bürokrasiyle, sosyalizm sınıf bilinciyle, komünizm biz bilinciyle/toplumla, feminizm ise toplumsal cinsiyet eşitliğiyle kontrol eder ve onu her zaman denetim altında tutulmasını ister. Bu doğrultuda eğitim sisteminde de genellikle öğretmen veya ideoloji merkezli eğitim sistemlerini tercih edip geliştirmişlerdir. Öğrenci merkezli eğitim sistemi ise ikinci plana itilmiştir. O zaman insan doğası nedir? İnsan doğası veya Kur’an’ın ifadesiyle fıtrat, insanın doğuştan sahip olduğu bütün özellikleridir. Yani fıtrat, insanın yaratılışında bulunan, onu diğer canlılardan ayıran ve sorumlu kılan temyiz gücü, düşünme, anlama ve anlamlandırma melekesidir. Fıtrat, aynı zamanda insanın hayatiyetini sağlayan, ünsiyeti barındıran, idrak edici, bilici, inşa ve ihya edici unsurudur. Ancak bu unsurların doğuştan mı geldiği, yoksa sonra mı oluşturulduğu bir tartışma konusudur. Düşünce tarihinde insan doğasının ne olduğuyla ilgili olarak temelde üç görüş vardır.

Birincisi, “insan doğası bencil, saldırgan ve antisosyaldir”, diyen görüştür. Bunu savunan öğretiler, kuramlar ya da kişiler insan doğası hakkında karamsar bir görüşe sahiptirler. İnsan doğasının bütünüyle kötü olduğunu kabul ederler. Geleneksel Yahudi ve Hıristiyan öğretileri, Platon, Kant, Hobbes, Freud, Adam Smith ve Otto Rank gibi düşünür ve bilim insanları bu görüşü savunurlar. Onlara göre insan doğası yapısı gereği kötü olduğundan biz ne yaparsak yapalım onun doğasını kökten değiştiremeyiz. İnsan hem kendisiyle hem başkalarıyla hem de varlıkla sürekli bir çatışma ve savaş halindedir. Bu nedenle insan ne kadar iyi görünürse görünsün ona asla güvenmemelidir ve onu başı boş bırakmamalıdır. İnsan daima sıkı ahlaksal, sosyal, siyasal, hukuksal ya da ruhsal bir disiplinle veya yasalarla kontrol altında tutulmalıdır. Böylece bu kişiler siyasal alanda mutlak monarşiyi, aristokratik cumhuriyeti veya totaliter demokrasiyi, eğitim alanında ise öğretmen merkezli dolayısıyla ideoloji merkezli eğitim sistemlerini ve süreçlerini tercih etmişlerdir.

İkincisi, “insan doğası toplumsaldır ve olumlu gizilgüçler taşır”, diyen görüştür. Buna göre insan doğası iyidir, üstelik insan doğası yapısı gereği olumlu gizil güçler taşımaktadır. İnsan sürekli olarak kendini gerçekleştirmeye, kendi giziliklerini edimselleştirmeye ve kendi yeteneklerini geliştirmeye ve tatmin etmeye kendini zorlamaktadır. Taoizm ve Budizm gibi dinî öğretiler ile Aristoteles, Rousseau, Froebel, Bergson, Golstein, Jung, Horney, Eric Fromm, Rogers, Maslow ve Benedict gibi düşünür ve bilim insanları bu görüşü savunmuşlardır. Onlara göre insan ne iyi ne de kötüdür. Onu iyi ya da kötü yapan öncelikle sosyal çevresidir. Çevre insanı biçimlendirir. Yaşamda daima iyiye yönelen, bu doğrultuda bütün yeteneklerini kullanan ve kendini gerçekleştiren insan, bencil, saldırgan ve antisosyal olamaz. Daima kendisiyle barışıktır, başkasıyla olumlu ilişkiler içindedirler. Başkasının varlığını ontik, epistemik, sosyal ve siyasal olarak kabul eder. Kişi, bireysel, ırksal, sınıfsal, kültürel ve diğer farklılıklara bakmadan başkasıyla özdeşleşme içerisindedirler. İnsan benmerkezci olmadığından yıkıcı etkileri yoktur. Çünkü insanın başkalarına ihtiyacı vardır, kişi başkasıyla birlikte insandır. Tüm bu öğretilerin, düşünürlerin ve kişilerin reçetesi, “İnsan değiştirmeye çalışma, aksine geliştirmesine yardım et” ilkesidir. Bu tavır insanın doğal gelişiminin önündeki engelleri kaldırıp, serpilip gelişmesine imkân verecek içsel (psikolojik) ve dışsal (sosyal ve siyasal) koşulları yaratması demektir.      

Üçüncüsü ise “insan doğası boş, esnek ve tepkiseldir”, diyen görüştür. Buna göre insan, verilmiş, tanımlanabilir herhangi bir doğayla doğmaz. Aksine insan sonsuz sayıda şekil verilebilecek kadar esnek bir doğaya sahiptir. Bu görüşün önemli temsilcileri John Locke, John Watson, Skinner, Peter Berger, Varoluşçular (Kierkegaard, Heidegger, Sartre) ve postmodernistlerdir. Onlara göre insan doğası Tanrı veya doğa tarafından sınırlanmamıştır, aksine esnek bir yapıdadır. Tek sorun, insanı belirli bir biçime göre neyin ya da kimin şekillendireceğidir. Deneyimin rastlantısal etkisi mi, kültürün rasgele koşullanması mı, Prometheus gibi bir eğitici mi, bir davranış mühendisi mi, yoksa kimsesiz tek başına bir ben mi? Bu durumda önceden belirlenmiş bir doğa ve eğitim sistemi olmadığından insan doğasını kim şekillendirecekse, insan da onun şeklini alacaktır. Bu tıpkı bir sıvının içinde bulunduğu kabın şeklini alması gibi bir durumdur. Ancak kabın yapısı önemlidir. Kap bilgi ve değer kaygıları olan estetik bir yapıda olabileceği gibi ruh ve hikmetle çatışan ya da kötülük üreten ve ona hizmet eden bir yapıda da olabilir.  

Bunların hepsi ya insan doğasını değiştirmeye kalkıştıklarından ya insan doğasına uygun olmayan kurallar koyduklarından ya da insanın normatif, yani inşacı ve ihya edici yönünü ihmal ettiklerinden dolayı insan doğasının ne olduğu sorusunun cevabını tam olarak verememişlerdir. Oysa insan doğasını değiştirmek yerine onun doğasının genel selametini geliştirmek gerekir. Bu durumda İslâm düşüncesinin “İnsan doğası nedir?” sorusuna verdiği cevap önem kazanmaktadır. İslâm düşüncesinde insanın doğa anlayışı yukarıdaki üç görüşten bazı yönleriyle ikincisine daha yakın görünse de temelde onlardan hiçbiri değildir. Öncelikle Kur’an’da ve Sünnet’te doğa kavramı değil, fıtrat kavramı kullanılır. Her iki kaynağa göre insan fıtratı/doğası gereği kötü değil, iyidir; daha sonra çeşitli sebeplerle yaptığı iyi veya kötü tercihleri ve eylemleri nedeniyle iyi ya da kötü olmaktadır. Allah, Kur’an’da “O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” der (Rum, 30). Bu ayeti destekleyecek şekilde Hz. Muhammed de “Her doğan fıtrat üzerine doğar. Daha sonra anne babası onu (inançlarına göre) ya hristiyan ya yahudî ya da mecûsî ... yapar.” söyler (Buhârî, Cenâiz, 79). Buna göre fıtrat öncelikle İslâm’ın kendisi olup, insanda doğuştan iyi, doğru ve güzel olana yani şirkten, sapkınlıktan, kötülükten arındırılmış İslâm’a yönelme meyli vardır. Ancak insan arzuları ve ihtirasları nedeniyle irade ve aklı yanıltarak kötüye yönelmektedir. Bu açıdan insanı kötü yapan, fıtratı değil, arzuları, ihtirasları, ailesi, çevresi ile insan fıtratına aykırı görüş, kuram ve ideolojilerdir. Çünkü Kur’an’ın da ifade ettiği gibi insan doğası başkası ve varlık ile bir çatışma içerisinde değildir. Tüm evren fıtratla uyum içerisindedir. Önemli olan bu fıtratı açığa çıkarabilecek eğilimleri, istidatları, yasaları keşfedebilmektir. Bundan ötürü İslâm düşüncesinde Batı düşüncesinde olduğu gibi bir varlık problemi veya töz metafiziği yoktur. Çünkü varlığın mutlak hâkimi Allah’tır. Allah ile insan ve varlık/doğa arasında hiyerarşik bir bağ vardır. İnsana düşen görev bu bağı yerine göre irade, akıl, sezgi veya sebep-sonuç ilişkisi içerisinde açığa çıkarmaktır, görünür kılmaktır, ünsiyete sebep olacak dili ve ortamları inşa etmektir.

El-Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, Gâzâlî, İbn Rüşd, İbn Haldun, Eş’arî, Mâtürîdî, Bâkıllânî, Cüveynî, Hakîm es-Semerkandî ve Ebü’l-Muîn en-Nesefî gibi birçok düşünür ve kelamcıya göre insan doğasında inanmak, sevmek, güvenmek, sığınmak, bağlanmak, gerçeği bilmeyi istemek, ebedi bir mutluluk içinde yaşamayı istemek, varlığı ve hayatı değerli ve anlamlı kılmak gibi özellikler doğuştan vardır ve onda daima kendini, çevresini ve evreni inşa ve ihya etme arayışı vardır. İnsan doğası, irade, akıl ve tecrübe ile bir çatışma içerisinde değildir. İslâm fıtrata uygun kolaylıklar dinidir, onun ibadetleri, emir ve yasakları kolay ve uygulanabilir bir özelliktedir. Zaten fıtrata uygun olan yaratılışa, yani iradeye, akla, mantığa, bilgiye, ahlâka, sanata, mimariye, doğaya ve varlığa uygun olandır. Fıtrata uygun olan şey, adil ve dengeli bireyleri ortaya çıkardığı kadar adil ve dengeli bir toplumu da ortaya çıkarır. Kur’an ve Sünnet daima hem bireyde hem de toplumda dengeli bir hayatı vurgular. Kişi de güçlü bir ahlâki yapı oluşturarak hak, ödev ve sorumluluklarla hareket edilmesini ister. Çünkü fıtrata uygun olan akl-ı selim olandır, apaçık ve anlaşılır olandır. Çünkü insan ürünü olan şey, dogmatik değil, vahiy kaynaklıdır; yani insan kaynaklı olan şeyin ruhiyatı vahyin ruhiyatı ile çelişik değildir. Bu yüzden İslâm bir bütün olarak her çağa ve coğrafyaya hitap etmektir, ilkeleri ve hükümleri zamana ve mekâna göre değişmemektedir, her sözü ve mesajı çağlar üstü olmaktadır.

İslâm’da insan doğası iyi ve daima iyi olana, iyiliğe, dünyayı inşa ve ihya etmeye doğru bir yönelim içerisinde olduğuna göre acaba sorun nedir? Buradaki sorun, insan doğasını kimin, ne zaman, neye göre nasıl eğiteceğidir. İnsan doğası doğuştan iyi olmasına rağmen bunun kemale ermesinde kişinin kararlarıyla birlikte çevrenin de büyük bir etkisi vardır. İslâm’da insan ne köledir ne de efendidir, aksine başkasıyla birlikte vardır ve onlarla birlikte anlam ve değer kazanır. Buna göre toplum, ünsiyetin ve insanın yeme, içme, barınma ve güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaması nedeniyle zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. Bundan ötürü insan toplum içerisinde, yani ünsiyete yol açacak belli bir mekânda (okul, mektep), belli bir müfredata, belli bir yöntem ve tekniğe göre eğitilmelidir. Bunun en güzel örneklerinden biri İbn Sînâ ile İbn Tufeyl’in farklı zamanlarda kaleme almış oldukları, düşünce tarihinde simgesel ve felsefi öykü yazma geleneğinin ilk örnekleri olan Hayy bin Yakzan adlı eserlerdir. Düşünürlerimiz ortak adla yazmış oldukları her iki eserde de temelde, “Eğer insana herhangi bir uyarıcı ve kitap gelmese neyden sorumludur?”, sorusunun cevabını araştırmışlardır. Her iki düşünüre göre kişi, kendilerine peygamber gönderilmeyen kimseler de aklın ve iradenin bir gereği olarak Allah’ın varlığına ve birliğine inanma sorumluluğu taşımaktadır. Bu doğrultuda kaleme alınan her iki eserde de ıssız adada hakikati arayan Hayy, filozofu; ilahi mesajın gizli, sembolik manalarını öğrenmeye çalışan Absal, sufiyi; dinin kurallarına sımsıkı bağlı Salaman ise âlimi temsil eder. Hakikate her üçünün istidlali ile ulaşılır. İbn Sînâ ile İbn Tufeyl bu doğrultuda eserlerinde bir yandan tabiatta sosyokültürel şartlardan uzak bir insanın tek başına mücadelesini konu edinirler, öte yandan da insanın, yaşamı, dünyayı ve varlığı anlaması ve anlamlandırması sürecinde nasıl mücadele edilmesi gerektiğini işlerler. Filozoflarımıza göre insanın, kültürel, sosyal, siyasi ve medeniyet olarak hiçbir ontolojik-epistemolojik önceliği ve ayrıcalığı yoktur. Hayy tekniği kullanabilen bilge bir kişi olmasına rağmen, o, efendi değildir, başkalarıyla eşittir ve aynı haklara sahiptir. Toplumda ünsiyet olduğu için hiçbir sınıfsal ayrım yoktur. Ünsiyetin olduğu yerde sınıf bilinci yoktur. Bunu Platon, Aristoteles, Adam Smith ve Marks gibi hiçbir Batılı düşünür kavrayamamıştır. Doğada insanın önceliği varlığa, dünyaya ve yaşama karşı duymuş olduğu merak ve hayrettir. İnsan hikmete, yani bilgi, ilim ve tekniğe ulaşıp, onu diğer insanlarla paylaştığı ölçüde kişileşir, ahlakileşir ve olgunlaşır. İnsan, toplum ve medeniyetten koptuğu zaman bile aklı ile yeni bir medeniyeti inşa edebilir bir güce sahiptir. Böylece her iki düşünürümüz de Hayy bin Yakzan’da insanın kendi başına, hiçbir eğitim ve öğretim görmeksizin tabiatı inceleyerek düşünme yoluyla “insan-ı kâmil” aşamasına ulaşabileceğini; gözlem, deney, sezgi, akıl ve vahiy yoluyla elde edilen bilgilerin aynı hakikati farklı şekillerde dile getirdikleri için birbirleriyle çelişmediğini; her insanın mutlak bilgiye ulaşabileceğini ve insanların doğuştan eşit ve özgür olduğunu ileri sürmektedir. Bu açıdan her iki eserde de insanın dünyada inşacı, ihyacı ve barışçı bir medeniyetin kurulabileceğini ifade etmektedir. Zaten mevcut İslâm medeniyeti de bunu doğrulamaktadır. Bu da ancak takva ekseninde gerçekleşecek inşacı ve ihyacı eğitim modelinden, eğitim politikalarından ve bu yol üzerinde hiç sapmadan kararlılıkla yürümekten geçmektedir. O zaman sorun nedir?

Buradaki sorun “eğitimin ne olduğu”, “nasıl bir eğitim” ve “nasıl bir insan yetiştirmek gerektiği” sorularının cevaplarının fıtrat/doğa ekseninde verilmemesidir. Zaten günümüzde de eğitimin temel sorunları insan doğası eksende ortaya çıkan amaç, program, yaşantı, öğrenme, ortam, yöntem, teknik ve değerlendirme gibi kavram ve süreçlerdir. Bu doğrultuda eğitimin temel amacı, insan doğasına uygun olan aktif öğrenme, yani yaparak yaşayarak öğrenme olmalıdır. Çünkü öğrenci materyallerle, doğayla ve uygulamalarla ne kadar çok ilişkide olursa, akıl, irade ve duyu organları o kadar uyarılmış ve kişilik o kadar gelişmiş olacaktır. Böylece sorunlar karşısında pasif, ezilen bir birey ve toplum değil, tam tersine her yönüyle üretken, inşa ve ihya edici, hakkaniyetli ve adaletli bir birey, toplum, kültür ve medeniyet kurabilmenin yolu açılmış olacaktır.

*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam Düşüncesi'nin editoryal duruşunu yansıtmayabilir.