Geçmemiş Gelenek

19 Nisan 2025 / Mustafa Eser

“İnsanoğlu, var edilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz, uzun bir zaman geçmemiş midir?”

İnsan Suresi 1. ayet

“ ‘Yapışın!’ emri, evrensel düzendeki yerlerini ortaya koymak ve hiçbirini dışarıda bırakmamak suretiyle parçaları bir araya getirmektedir ve bu kenetlenme fiili ancak önceden belirlenmiş bir merkeze ve kıbleye binaen gerçekleştirilebilmektedir.”

Gai Eaton

Çalının fışkın dalları misali savruk düşünceler, heyecan verici olsa da sadra şifa olacak bir kabiliyeti haiz olmuyor, olamıyor. Bir fıkıh, bir okul olmaksızın yapılan entelektüel icralar nispeten bir lezzet tattırsa da maalesef maksadı hâsıl kılamıyor. İlim iştahının da pek çok şehvet veren dürtülerde olması gerektiği gibi dizginlenmesi ve budanması icap ediyor.

Geleneğin sağaltılmış tecrübesine itimat etmek, en azından, bir başlangıç noktası olabilmelidir. Bizden öncekilerin kendi çağlarının dertlerine ürettikleri dermanlar, olay merkezli değerlendirildiğinde o çağa mahkûm edilebilirler. Onların mesuliyetlerini yerine getirerek elde ettikleri ve bugüne taşınan çözümler, olgu merkezli düşünüldüklerinde ise hususi bir hürmeti hak ederler. İşte bu olgu merkezli düşünme usulü ile mevcut tecrübeden istifade etmek hem mümince bir basiret göstergesi hem de rasyonel zeminde bir emek ve zaman tasarrufu olacaktır. Beslenen kaynağın birliği, pek çok nedenden kaynaklı, kaynağı farklı okuma biçimlerine rağmen, ümmetin ortak hafızasının olmasına ve onun tevarüsüne imkân sağlamıştır. Bahsedilen farklı okuma biçimleri ayrıca bir zenginlik olarak da kabul edilebilmelidir. Yaşanılan çağı razı olunacak bir sahicilikte ve sıhhatte yaşama mesuliyeti her bir çağdaşın sırtında durmaktadır. Bunu yapabilmek için yeniden bir usul ve yöntem geliştirmek bir seçenektir. Saygın bir seçenek olarak da takdiri hak etmektedir. Ama mevcut müktesebattan istifade etmek; gerekli ise onun hukukuna, işin ehli tarafından yapılacak bazı uygun düzenlemeler ile müktesebatı tatbik etmek çok daha makul bir seçenek olarak görülmektedir.

Usul, vusule zemin olur. Usul ayrıca asla da temas eder. O halde usulsüzlük vusulsüzlüktür, diyebiliriz. Peki, bizim usulümüz nedir? Bu usulün ve dolayısıyla ekolün ilkeleri neler olacaktır? Belirlenecek ilkeler hangi zeminde ve hangi yöntem ile belirlenecektir? Bunlara benzer pek çok müşkül gündeme gelecek ve kuvvetle muhtemel çıkışı çok zor bir döngüye girilecektir. Bir şekilde ilkeler belirlenebilirse bu ilkeler, bir sonraki kuşağa ve çağa aktarılıp merhem olabilecek midir? Maalesef dafeatle çiğnenmiş, tahfif ve tahkir edilmiş tarihi tecrübemizden, bu eziyeti yapanların arzuladığı gibi, tamamen vazgeçtiğimizde elde kalan alet ve edevat ile nasıl bir ıslah yapılabilir? Yolunmuş kuş nasıl uçabilir? Usulü belirleyip bir yol yapma gayreti muhteremdir elbette. Ama çok kez yürünmüş bir yol varsa ve açmaya çalıştığımız yol mevcuda mütevazi ise neden israfa müsaade edilsin?

Çok metni okumak mı pek çok gözün değdiği damıtılmış ve sayısız duaya temas etmiş bir metni çok okumak mı sorusuna, verilecek cevap tecrübeden müstefid olup olamayacağımızı gösterecektir. Bir çeşni misali her heves ettiğini gündemine alan talibin idrak kabiliyeti de gönlü de yorulacak; ya pes edecek ya da bir başka alana sıçrayarak iştahını oyalayacaktır. Bir dönem yazılan metinleri ve o metinleri okuma usulünü mahrem kabul edelim, demiyoruz. Muhterem görerek müstefid olalım, diyoruz. Üzerlerinde kalem oynatılamaz görmek de bir savrulma halidir, her kalem tutanın takdirine müsaade etmek de başka bir savrulma halidir. Sulh ve sıhhat dengededir

Devşirmek de bir başka kopuş şeklidir. Nasıl ki her canı çekilen yenirse bedene hastalık bulaşır, her işe gelen devşirilirse o da ahlakı tahrip eder. İlkeler, çıkarlara göre devşirilebilen bir savrukluk karşısında ilke olmaktan düşüp buharlaşırlar. İlkeyi ilke yapan zemin iyi fehmedilip tutarlı bir tavırla yolun vacibine itaat edilmelidir. İşin namusu devşirme ile değil, evvelkilerin mutabık kaldıkları sınırlara itibar edip hikmeti olduğuna itimat etmektedir. Müslüman’a yakışan tavır namuslu tavırdır.

Anlatmaya azmettiğimiz meseleye müsavi bir başka mesele de atalara yapılan duadır. Neden bizden öncekiler için Rabbimize niyazda bulunuruz? Gelecek nesillere yapılan duayı anlamak bizden öncekilere yapılan duayı anlamak kadar zor değildir. Zira insan süreğen olmayı arzu eder. İnsan anılmak ister. İnsan kendisinin hatırlanmasını ister. Peki ya gelip geçmişlere neden bir minnet hissedilir? Buradan bakabildiğimizde geçmişin şimdi ile dolayısıyla bizimle varoluşsal bir bağ ile bağlandığını ve geleneğin bizi, biz kılmadaki rolünü görmüş oluruz. Biz o zincirin bir halkası ve o akışın şimdisiyiz. Bütünün parçası olmayı kabul etmek hem zaruri bir tevazuu hem de doğal bir özgüveni getirecektir.

Dinin bir zamanlar sahip olduğu dönüştürücü ve mayalayıcı güç zamanla kaybolmuşsa bunun sebebi damıtılmış tarihi tecrübede değil bu tecrübenin hakkını vermekte gönülsüz müstahdemlerdedir. Anın vacibini yerine getirmek yerine hukuki ve ahlaki alanları mugalâta ile şahsi ikbalinin aracı yapanlardadır. Geleneğe fatura kesmek bir başka yanlış olacaktır. Muteber duruş, geleneğin tecrübesine sırtını temkinle dayayıp, aynı temkinle ve samimiyetle geleceği imar ve inşa etmektir. V’allahualem!

 

*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam Düşüncesi'nin editoryal duruşunu yansıtmayabilir.