Mehmet Ali Karaarslan: İslamcılık insanı Allah'a kul ve topluma sorumlu bir ferd olarak tanımlar

  • Paylaş:
  • Tarih: 26 Şubat 2025     Y: Mehmet Ali Karaarslan    Yazdır
img
Mehmet Ali Karaarslan: İslamcılık insanı Allah'a kul ve topluma sorumlu bir ferd olarak tanımlar

İslamcılık nasıl bir insan tasavvuruna sahiptir? İslamcılık ideolojilerin ve modernitenin sunduğu insan tasavvurunu hangi açılardan eleştirmiştir? Günümüz insanının sorunlarına İslamcılığın insan tasavvuru nasıl çözümler önerebilir?  İslam Düşüncesi sitesi olarak daha birçok soruyu, "İslamcılığın İnsan Tasavvuru" dosyasında Mehmet Ali Karaarslan'a sorduk.  

1. Bilindiği üzere her ideoloji ve düşünce akımı belirli bir insan tasavvuruna sahiptir ve insana belirli nitelikler atfederek onu tanımlar. Sizce İslamcılık nasıl bir insan tasavvuruna sahiptir ve insanın hangi niteliklerini ön plana çıkarır?

İslamcılığın nasıl bir insan tasavvuruna sahip olduğu sorusuna verilecek cevap, İslamcılığın “ne”liği ve “nasıl”lığı sorusuna verilen/verilecek cevaba sıkı sıkıya bağlı olacaktır. İslamcılığın doğuşu, tarihsel gelişimi, bugün geldiği nokta, efradı ve ağyarı konusunda sahip olduğumuz kanaatler ve yaklaşımlar soruya verilecek cevabı da doğrudan etkileyecek ve ulaşılan sonucu da belirleyecektir.

İslam; en basit anlatımla bize yalnızca Allah’a güvenip dayanan, birbirleriyle bir binanın tuğlaları gibi sıkı bir dayanışma içerisinde bulunan mümin fertler önderliğinde, müntesiplerine can, mal, nesil, akıl ve din emniyeti temin eden bir toplum tasavvuru önerir. 

Bizim de iştirak ettiğimiz tanıma göre, İslam'ı bir siyasal ve toplumsal düzenin temeli olarak kabul eden ve İslam'ın ibadi, ahlaki ve toplumsal kurallar ihtiva eden düzenlemelerini toplumun tüm alanlarına rehberlik eden bir sistem olarak kabul eden İslamcılık, 19. Yüzyıl'a gelindiğinde İslam dünyasını çepeçevre kuşatmayı başaran, felsefi ve siyasi olarak neredeyse tek millet olmayı başarmış “Modern” Batı Medeniyeti karşısında siyasi, askeri ve moral üstünlüğü kaybetmiş önderler tarafından yönetilen, büyük kısmı fiilen ya da zihnen sömürgeleştirilmiş, her yönüyle sefalet içerisindeki İslam toplumunu yeniden ayağa kaldırma amacına matuf bir kriz dönemi ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. İslamcılık öncelikle batının pozitivizm ve şarkiyatçılık çalışmalarıyla zihinlerini iğfal ettiği toplumsal elitlerin Müslüman ahaliye verdiği zararı bertaraf etmeyi amaçlamıştır.

Bu kapsamda kurtuluşun anahtarı olan Kur’an ve Sünnete vasıtasız ulaşma amacıyla temel kaynaklara/öze dönüş, insanlığın geldiği zihinsel ve bilimsel gelişmelerin zorlamasıyla içtihadın mutlak bir ihtiyaç haline geldiği düşüncesine dayalı İçtihad kapısının yeniden açılması düşüncesi ve yüzyıllardır İslam toplumlarına hükmeden hanedanların tekeline terk edilmiş olan Cihad ruhunun her bir Müslüman ferde teker teker yeniden kazandırılması düşüncesi, bir sacayağı olarak İslamcılığın ideolojik çerçevede temel hedefleri olarak tebarüz etmektedir.

İslamcılık, insanı Allah'a karşı sorumlu ve O'nun emirlerine tabi bir varlık, yani "kul" olarak tanımlar. Bu tasavvurda insan, fıtraten iyilik ve günah işleme eğilimini birlikte barındıran, irade ve bilinç sahibi bir varlık olarak yaratıcı tarafından yeryüzünde “halife” kılınmıştır. Bu tasavvur, insanı hem ahlaki hem de toplumsal bir varlık olarak tanımlar ve onun belirli niteliklerini öne çıkarır. İslamcılığın insan tasavvurunda en önemli niteliklerin başında İman ve Takva gelir. Allah'a iman ve takva sahibi olmak tabiri caizse insan tasavvurunun üzerine inşa edildiği temeldir. Takva, insanı ahlaki olarak olgunlaştıran, adil, dürüst ve ahlaklı bir yaşam sürmeye yönelten bir bilinç halidir. Takva, insanın hem bireysel hayatında hem de toplumsal ilişkilerinde Allah'ın rızasını gözetmesini gerekli kılar. Takva sahibi/muttaki insan, hayatının her alanında Allah'ın rızasını gözeten, adil, dürüst ve ahlaki değerlere bağlı bir kul olarak temayüz eder.

İslamcılık insanın aynı zamanda ibadet ve kulluk bilincine erişmesini de hedefler. Allah'a kulluk etmek üzere yaratılmış bir varlık olarak insan ibadeti de hayatının merkezine yerleştirmelidir. İslamcılık, namaz, oruç, zekat gibi ibadetleri sadece bireysel bir sorumluluk olarak değil, aynı zamanda toplumsal bir düzenin kurulmasında etkili birer araç olarak gördüğünden ibadet ve kulluk bilinci İslamcılığın insan tasavvurunda çok merkezi bir yer tutar. İbadet bilinci, insanın Allah'a karşı görevini sürekli hatırlamasını ve buna göre hareket etmesini sağlarken kulluk bilinci insanın Allah'a olan bağlılığını ve sevgisini ifade etmesi, manevi arınması ve ahlaki olgunlaşması için bir araç haline gelir.

İslamcılık tarafından insanın öne çıkarılan en önemli niteliklerinden bir diğeri de Toplumsal Sorumluluk ve Cihad Ruhuna sahip olmaktır. İslamcılık, insanı toplumsal bir varlık olarak tanımladığından insanın topluma karşı sorumlulukları üzerinde önem ve hassasiyetle durur. İnsan, ümmetin bir parçası olarak toplumsal dayanışmayı gözetmeli, ümmetin içerisinde bulunduğu olumsuz şartların değiştirilip düzeltilmesi, fertler arasındaki bağların yeniden sahih bir şekilde tesis edilmesi, dayanışma ve yardımlaşma kabiliyetlerinin güçlendirilmesi, adaletin sağlanması, zayıfların korunması ve bir bütün olarak toplumsal refahın temini hususunda gerekli irade ve sorumluluk duygusuna sahibi olmalıdır. Bu irade ve sorumluluk duygusu, insanın inançları doğrultusunda her daim bir mücadele içerisinde olmasını da zorunlu kılar. Bu mücadele, hem bireysel düzeyde nefisle mücadeleyi (küçük cihad) hem de toplumsal düzeyde adaletin ve İslam'ın hakim kılınması için yapılan mücadeleyi (büyük cihad) içerir.

İslamcılık, bu nitelikler çerçevesinde insanı, Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi/halifesi olarak görür ve ona bu sorumlulukları yerine getirme misyonu yükler. Bu tasavvur, bireyin hem ahiret inancıyla bu dünyada sorumlu bir hayat sürerek manevi gelişimini hem de zulüm ve sömürüden azade kılınmış bir toplumda fertlerin sorumluluklarını dengelemesini ve böylece hem dünya hem de ahiret saadetine ulaşmasını amaçlar. Zira böyle bir toplum oluşturma gücü ve yeteneği insan türünde mevcuttur. Çünkü göklerin ve yerin yüklenmekten kaçındığı bu görevi insan türü yüklenmiştir. Bu iş zordur ama imkansız değildir.

2. İslamcılık Marksizm ve Liberalizm gibi ideolojilerin ve modernitenin sunduğu insan tasavvurunu hangi açılardan eleştirmiştir?

Modern çağa ve taşıyıcısı Batı Medeniyetine karşı Din-i Mübin-i İslamın karşı duruşunu temsil etmek üzere ortaya çıkan İslamcılık, modernitenin inşa etmeye çalıştığı fıtrata aykırı insan tasavvurunun öncelikle İslam toplumuna ve giderek tüm insanlığa verdiği/vereceği zararı önlemeyi ve yüzyıllar içerisinde meydana gelen bozulma ve çürüme sebebiyle örnekliğini ve cazibesini yitirmiş Mü’min vasıflarını tekrardan ihya ile modernitenin türlü biçimleriyle hükümferma olduğu bir çağda her çeşit tuğyana karşı duracak bir insan tasavvuru ortaya koymayı hedeflemiştir.

İslamcılık, liberalizmin insanı her türlü bağından ve sorumluluklarından azade kılan, tümüyle bireysel çıkar ve haz odaklı bir hayat anlayışına sahip insan tasavvuruna da, insanın manevi/metafizik varlığını yok sayarak tümüyle mekanik bir üretim aracı olarak gören marksizmin insan tasavvuruna da açıkça karşı çıkmıştır. İnsan fıtratına aykırı bu yaklaşımlara karşılık Allah Tebarek ve Teala'nın Kur'an'da belirlediği özellikler çerçevesinde Hz. Peygamber AleyhissalatuVesselam'ın gündelik hayatta ortaya koyduğu örneklikle tecessüm eden, hem yatay düzlemde toplumla aktif bir ilişki içerisinde olan hem de dikey düzlemde yaratıcı ile bağını koparmamış bir insan tasavvuru inşa edilmeye çalışılmıştır. İnsanının maddi ve manevi varlığının, haklarının ve ödevlerinin birbirinden ayrılamayacağını, insanın sadece Allaha kul olarak kainatta özgür olabileceğini, diğer insanlara ve topluma karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmenin insanı yücelteceğini, insanı aksi yönde hareket etmeye sevk etmenin tabii varlığı ve insanlığı fesada uğratacağını iddia eden İslamcıların bu çabasının hangi oranda neşvünema bulduğu sorunundan bağımsız olarak modernitenin insan tasavvuruna getirilen bu eleştirilerin ne derece haklı olduğu çok acı bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Modern dönemde insanlık tarihinin en ahlaksız ve kanlı savaşları yaşanmış, insana, hayvana, eşyaya ve bir bütün olarak tabiata karşı en eşsiz zulümler işlenmiş, insan şeref ve haysiyeti yer ile yeksan edilmiş, insanın zoraki köleliğinin yerini gönüllü ve bilinçsiz kölelik almış, buna karşılık modernite  herhangi bir etkili, meşru ve ahlaki karşı koyuşa kaynaklık edememiştir. Modernitenin yarattığı sorunlara ilişkin olarak modern insanın sunduğu çözüm önerileri veya ürettiği çözümler, sorunları çözmek bir yana daha karmaşık hale getirmiş modernite karşısında insanlığın daha da zayıflamasına yol açarak insanlığı bir kısır döngüye hapsetmiştir. Bu bağlamda 18. Yüzyıldan itibaren gelişmeye ve yayılmaya başlayan, 19. Yüzyılda özellikle başta İngiltere olmak üzere Avrupa’da en vahşi ve barbar formuna ulaşan Kapitalizme karşı insanlıktan yana bir çözüm bulma iddiasıyla ortaya çıkan Marksizm, fıtrata aykırı ve hakikate yabancı çözüm önerileriyle sadra şifa olmak bir yana devlet olarak kurumsallaştığı toplumlarda vahşet ve zulümde Kapitalizmle yarışır hale gelmiştir.

İslamcılık Marksizmi, insanı ekonomik koşulların ve sınıf mücadelesinin bir ürünü olarak gören, insanın toplumsal varlığını belirleyen unsurun maddi koşullar ve ekonomik ilişkiler olduğunu, insanın tarihsel olarak bu koşullar çerçevesinde şekillendiğini ileri süren ekonomik materyalizme dayalı insan anlayışını mutlaklaştırması yönüyle eleştirir. Bu çerçevede tarihsel ve toplumsal gelişmeleri yalnızca ekonomik faktörlerle açıklamak büyük bir yanılgı olup insan/lar/ın manevi ve ahlaki varlıkları ile bunların çeşitli tezahürleri de tarihin ve toplumsal olayların gelişiminde başat etkendir. İslamcılığa göre, insan sadece maddi ihtiyaçlardan ibaret bir varlık değil, aynı zamanda manevi varlığı ve metafizik ihtiyaçları da olan bir varlıktır. İnsanın manevi yönü, iman ve ahlak gibi değerlerle şekillenir ve bu yönü, toplumsal yapının dışında da anlamlıdır. Ayrıca, Marksizmin dini bir "yanılsama" olarak görerek "halkın afyonu" haline geldiğini iddia etmesi, dinin sınıfsal bir baskı aracı olarak ezen sınıfı meşrulaştırdığını ileri sürmesi İslamcı düşünceye göre insanın manevi yönünü göz ardı eden indirgemeci bir yaklaşımdır. İslamcılık, dini varoluşun merkezinde yer alan, birey ve toplumu adalet ve ahlak temelinde şekillendiren bir rehber olarak görür. İslamcılık, Marksistlerin temelsiz iddialarının tam aksine İslamın/hak dinin toplumun sömürüye karşı korunmasında asli bir rolünün olduğunu ve İslamın, adil bir toplumsal düzenin kurulmasında en temel faktör olduğunu kabul eder.

Marksizmin maddeci ve kolektif bilinç iddiasına dayalı totaliter yapısının karşısında Bireycilik, Ahlaki Görelilik ve Sekülerlik temelinde örgülenen Liberalizmin insan tasavvuru da İslamcılık tarafından eleştirilmiştir. Liberalizmin, kendi çıkarlarını rasyonel olarak maksimize etmeye çalışan bir varlık olarak bireyi merkeze alan ve insanın kişisel çıkarlarını ön planda tutan, bireylerin ahlaki değerlerini özgürce seçebileceğini ve farklı ahlaki sistemlerin eşit derecede geçerli olabileceğini öne sürerek ahlakı seküler bir temele dayandıran insan tasavvuru da İslamcılık açısından fıtrata aykırı ve batıldır. 

İslamcılığa göre insan, sadece bireysel çıkarları doğrultusunda hareket eden bir varlık değildir. Toplumsal bir varlık olarak insanın toplum içinde ve topluma karşı da sorumlulukları vardır ve bu sorumluluklar bireysel özgürlük ve çıkarlardan önce gelir. Bireysel hak ve özgürlükler elbette önemli olmakla birlikte bu hak ve özgürlüklerin toplumun genel maslahatıyla dengelenmesi de bir zarurettir. İslamcılık ayrıca Liberalizmin ahlaki değerleri insan aklına ve toplumsal sözleşmelere dayandıran, ilahi bir otoriteyi ve mutlak ahlaki ölçütleri dışarıda bırakan yaklaşımına karşı mutlak ahlaki değerlerin varlığını ve İslam'ın belirlediği evrensel ahlaki prensiplerin herkes için geçerli olduğunu savunmakla liberalizmin ahlaki görelilik anlayışını da eleştirir. İslamcılığa göre, ahlakın kaynağı ilahi vahiydir ve bu bağlamda seküler ideolojiler insanın manevi ve ahlaki gelişimini mutlak surette sekteye uğratır.

İslamcılık Marksizmiyle, Liberalizmiyle ve daha türlü türlü –izmleriyle Modernitenin, insanı akılcı, ilerlemeci ve dünya merkezli bir varlık olarak tanımlayan ve onu Tanrı'nın yerine koyarak manevi boyutunu ihmal eden anlayışının, insanın bilgi ve teknoloji aracılığıyla doğayı ve toplumu dönüştürme kapasitesini mübalağa düzeyde öne çıkardığını, ancak bu süreçte geleneksel değerlerin ve manevi bağların zayıfladığını, anlam ve amaç krizine sürüklenmiş bireyler arası ilişkilerde derin bir ahlaki kriz ve çöküşün ortaya çıktığını, buna karşı ancak İslami değerlerle ve ahlaki prensiplerle mücehhez insan tasavvuruyla karşı konulabileceğini savunur.

 

3. Modern düşünce özellikle insanın istiğnası, yani kendisinden başka bir referansa ihtiyaç duymaması üzerine teşekkül etmiştir. Bu bağlamda İslamcılar Allah-insan ilişkisini nasıl tasarlamaktadır?

Modern düşünce, küçük nüanslarla birlikte genel olarak tüm formlarında, insanın akıl, bilim ve bireysel özgürlüğün rehberliğinde kendine yeterli olduğunu, başka bir varlık ya da referansa ihtiyaç duymadığını savunan bir yaklaşımı benimser. Bu düşünce tarzı, Batı modernitesinde özellikle aydınlanma dönemiyle birlikte güçlenmiş ve seküler bir dünya görüşünün temellerini atmıştır. Buna karşılık İslamcılık modernitenin insan fıtratına yönelik amansız saldırısına karşı koymanın ilk adımı olarak insanın yaratıcısıyla dolaysız/doğrudan ilişkisinin yeniden tesis edilmesini hedeflemiştir. Öze dönüş olarak kavramsallaştırılan bu yaklaşım, İslam toplumlarında insan ve Allah arasında yüzyıllara sari geleneksel yapıların ve yapılanmaların oluşturduğu dolayımı ortadan kaldırarak tıpkı “ilk dönem”de olduğu gibi Müslümanların Kur'an ve Sünnetle doğrudan bir bağ kurmasını hedeflemektedir. Allah Tebarek ve Teala'nın her an yaratma halinde ve kainata müdahil olduğu gerçeğinden hareket eden öze dönüş düşüncesi, insanın sahih bilgi ve inanç ile sadece Allah’a boyun eğmesinin insanı Allah'tan başka her şeye ve herkese karşı özgürleştireceğini, ancak özgür insanın modernitenin ilkesel ve kurumsal hegemonyası ile baş edebileceğini vaz etmektedir.

Modernite, “insan aklı”nı mutlak referans haline getirerek “tanrı”yı hayatın ve tarihin dışına çıkarmış, süslü ve cazip formlarda türlü çeşitli tasarımlarla da aklı iğdiş ederek insanın insana kulluğunu tesis etmiştir. Oysa insanın Allah'a karşı bizzat ve bizatihi sorumlu olması düşüncesi insanı sadece Allah karşısında aciz kılarken diğer yaratılanlar karşısında ise müstağni kılmaktadır. İnsanın bedenden, nefisten, korkulardan, istek ve arzulardan, aklın oyunlarından azade kalmasının yegane yolunun insan ve Allah arasında kurulacak sahih bir bağ olduğu inancından hareket eden İslamcılık düşüncesi insan ve Allah arasında var olması gereken hiyerarşik ilişkiyi yeniden hatırlatmayı temel amaç bellemiştir. Bu bağlamda insanın sadece Allah Tebarek ve Tealayı Rabb edinmesi gerektiği söylemi en başından itibaren İslamcılığın en temel şiarlarından birisi olmuştur. İslamcılık Allah’ın sadece yaratıcı değil aynı zamanda yarattıklarını kollayıp kuşatan, terbiye eden, insanın ve evrenin nizamı için kural ve kanunlar koyan bir tek bir ilah olduğu, bu vasıfların/yetkilerin hiçbirinin başka kişi ve/ya kurumlara verilemeyeceği ya da paylaştırılamayacağı hakikatini yeniden insanlığın gündemine sunmayı amaçlamıştır. Bu yolda, insanın ihtiyaç duyduğu rehberliğin de Allah tarafından gönderilen vahiy ile sağlandığı kabul edilir. Zira modern düşüncenin aksine, insan aklının mutlak bir rehber olamayacağı ve vahyin rehberliğine ihtiyaç duyacağı su götürmez bir gerçek olarak görülür.

İlk dönem İslamcıları bu konuya Kur’ani bir terim olan “Urvet-ül Vuska” kavramını simgeleştirerek dikkat çekmeye çalışmışlardır. Buna göre insan, Allah’a mutlak bir bağımlılık içerisindedir ve bu bağımlılık hem ontolojik hem de ahlaki bir gerekliliktir. Zira kim tağutu inkâr edip Allah'a iman ederse kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa/Urvetu'l-Vuska'ya sarılmıştır. Urvet-ül Vuska, insanın Allah'a olan bağlılığını ve imanını simgeler. Bu bağlılık, her türlü zorluk ve sıkıntı karşısında sarsılmayan, güçlü bir inanç ve teslimiyet ile karakterize edilir. İnsanın Allah'a olan bu bağlılığı, onu sapkınlıktan ve dünyevi zayıflıklardan koruyan en önemli güvencedir. İnsan, Allah'ın peygamberleri aracılığıyla gönderdiği vahyin rehberliğinde bir yaşam sürdürerek, hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluşu bulur. İslamcılık, insan-Allah ilişkisinde iman, kopmaz ve sarsılmaz bir bağlılık ve teslimiyetin merkezde olduğu bir tasavvura sahiptir. Bu bağ, insanın Allah'a olan mutlak güvenini, O'na olan sadakatini ve bu dünyada doğru yolu bulma arzusunu yansıtır. Allah'a sımsıkı sarılmak, insanın hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluşuna vesile olacak en önemli teminattır. Dolayısıyla İslamcılığın Allah-insan ilişkisini temel olarak Tevhid-Ubudiyet-Nübüvvet esasları üzerine bina ettiklerini söylemek mümkündür.

 

4. Ali Şeriati'nin İnsanın Dört Zindanı'ndaki düşünceleri İslamcı çevreler bir dönem ciddi bir şekilde tartıştı. İnsan tasavvuru açısından sizce Ali Şeriati İslam düşüncesine nasıl bir katkı sağladı?

Ali Şeriati, malum olduğu üzere İslam dünyasında derin izler bırakan, ömrünü İslamcılık düşüncesini geliştirmeye, yorumlamaya ve yaymaya adayan önemli bir düşünür ve hareket adamıdır. Özellikle modernite, sömürgecilik, ve İslam Dünyasındaki Batı etkilerine karşı geliştirdiği yer yer çok sert eleştirel yaklaşımlarla her zaman ilgi ve tartışmaların odağında olmuştur. Ancak Ali Şeriati’nin belki de bunlardan daha önemli ve örnek alınası vasfı düşündüklerini ve inandıklarını durmadan, bıkmadan ve yorulmadan insanlara aktarma çabasıdır. O hem kurucularından olduğu ve her seviyeden insanın bir araya geldiği Hüseyniye-i İrşad’da hem de üniversite amfilerinde aynı düşünceleri farklı formlarda fakat aynı samimiyet ve sadakatle dile getirmiştir. Ali Şeriati’nin bu nihayetsiz gayretleri, O’nu zorba rejim nezdinde tehlikeli biri haline getirmiş, önce ağır koşullarda geçen hapis günlerine, arkasından zorunlu sürgüne ve nihayet şehadete ulaştırmıştır.

Esasen üniversitede verilen bir konferans notlarının basımıyla ortaya çıkan "İnsanın Dört Zindanı" eseri, O’nun insan tasavvuru ve modern dünya eleştirisini derinlemesine incelediği ve yayınlandığında büyük yankı uyandıran önemli bir çalışmadır. Şeriati'nin "İnsanın Dört Zindanı" eserinde, insanın dört temel zindanla, yani dört temel sınırlayıcı faktörle karşı karşıya olduğunu savunur: doğa, tarih, toplum ve benlik/nefs. Bu zindanlar, insanın özgürlüğünü kısıtlayan ve onun potansiyelini sınırlayarak onu hakikatten uzaklaştıran unsurlar olarak değerlendirilir. Ali Şeriati'nin bu eserde ortaya koyduğu düşünceleri, İslamcı çevrelerde büyük yankı uyandırmış ve geniş bir tartışma alanı açmıştır. Hususen “tarih zindanı” ve “toplum zindanı” başlıklarında ifade edilen görüşlerin yaygın olarak bağlamından kopuk ve ortaya atıldığı koşulların hususiyetlerini göz ardı eden bütüncüllükten uzak indirgemeci yaklaşımlarla ele alındığı dönemlerde İslamcılık düşüncesinin toplumla münasebetlerinde patolojik sonuçlara yol açtığı da bir vakıa ise de bu konu belki müstakilen incelemeyi hak eden bahsi diğer olarak not edilebilir.

Ali Şeriati'nin İslam düşüncesine en önemli katkısı, insanın manevi ve entelektüel özgürlüğünü yeniden kazanması gerektiği fikrini merkez alması ve bunu yaşayarak göstermesidir. Bu özgürlük, sadece fiziki/dışsal zindanlardan değil, aynı zamanda insanın manevi/içsel zaaflarından da kurtulmayı gerektirir. Bu bağlamda, insanın Allah’a olan bağımlılığı ve teslimiyeti, özgürlüğün temeli olarak görülür. Şeriati’nin görüşleri, İslamcı düşünceyi sadece dini ritüellerle sınırlı kalmayan, aynı zamanda toplumsal ve bireysel özgürlüğü arayan daha geniş bir perspektife taşımayı amaçlamıştır. Şeriati, temel İslami kavramları ve toplumsal değerleri güncel bir bağlamda yeniden yorumlayarak, modern batı düşüncesi karşısında zayıf düşmüş Müslüman toplumlara çağdaş bir insan tasavvuru kazandırmaya çalışmıştır. Şeriati, modernitenin insanı kendi özünden, manevi köklerinden ve toplumsal bağlarından koparan bir süreç olduğunu vurgular. Bu bağlamda Şeriati'nin düşünceleri, Batı medeniyeti karşısında Müslüman toplumların kendilerini yeniden tanımlama çabalarında öncüler için önemli bir ilham kaynağı olmuştur.

Şeriati, İslam’ı sadece bireysel bir inanç sistemi olarak değil, aynı zamanda toplumsal bir dönüşüm aracı olarak da görerek toplumsal adaletin sağlanmasına ve zulme karşı direnişe zemin olarak da tasavvur eder. Bu bağlamda Ali Şeriati'nin İslam Düşüncesine belki de en önemli katkılarından biri, İslam'ın devrimci potansiyelini yüksek sesle vurgulamasıdır. Şeriati, İslam’ı statükoyu koruyan bir araç olarak değil, ezilenlerin haklarını savunan, adaleti tesis eden ve zulme karşı çıkan bir din olarak coşkunun zirvesinde ve epik bir üslüpla yeniden yorumlamıştır.

Ali Şeriati, İslam düşüncesine, insanın özgürlük arayışı, toplumsal adalet, modernite eleştirisi ve devrimci din anlayışı gibi konularda derinlemesine katkılarda bulunmuş, insanın manevi gelişimini merkeze alan ve modernitenin insanı sınırlayıcı tabiatını kökten eleştiren bir bakış açısı getirmiştir.

 

5. İslamcılar sunmuş oldukları insan tasavvuruna uyan fertler yetiştirmede ne derece başarılı olabilmiştir? Vakıada bunun örnekleri var mıdır?

İslamcılar, benimsedikleri insan tasavvuruna uyan bireyler yetiştirme konusunu ilk andan itibaren gündemlerinin ilk sırasına koymuşlar, İslam Coğrafyasının muhtelif bölgelerinde bu yönde çok yoğun gayret göstermişlerdir. Bu doğrultuda İslamcılar tarafından özellikle 20. Yüzyılın ilk yarısından itibaren muhtelif “dönüşüm” ve “diriliş” projeleri geliştirilmiştir. Süreç içerisinde başarılı sayılabilecek sonuçlar elde edildiği hususunda genel bir kanaat mevcut olmakla birlikte bu çabaların başarı derecesi ve sonuçları, döneme ve zamana bağlı yaşanan dalgalanmalar başta olmak üzere farklı faktörlere bağlı olarak değişiklik göstermiştir. Esasen mevzu insan yetiştirme hususunda değerlendirme yapma noktasına geldiğinde ortaya konacak her yaklaşım, yarısı boş/dolu su bardağı metaforu çerçevesini aşamayacaktır.

İslamcı hareketler, her dönemde başta dini/ahlaki ve ideolojik eğitim olmak üzere eğitim alanında yoğunlaşarak "ideal Müslüman birey" yetiştirmeyi hedeflemişler, bu doğrultuda eğitim kurumları, medreseler ve kültürel organizasyonlar kurmuşlardır. Bu kurumlar, İslami değerlere uygun bir eğitim sunarak, Allah'a bağlı, ahlaki değerleri yüksek ve İslam’a göre şekillenmiş bir dünya görüşüne sahip bireyler yetiştirme gayretinde olmuşlardır. Bu kapsamda ilk akla gelen Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) teşkilatı, kurucusu Şehid Hasan El Benna tarafından belirlenen bir programı uygulamak üzere önce Mısır’da ve daha sonra bir çok ülkede yaygın eğitim faaliyetleri yürütmüştür. Yine Pakistan’da Cemaat-i İslami hareketi, kurucusu Merhum Allame Mevdudi rehberliğinde Hind Alt Kıtasında geniş bir eğitim ağı oluşturmuşlardır. İran’da 1979 yılında gerçekleşen İslam Devrimi öncesinde 1950 li yıllardan itibaren başlayan eğitim faaliyetleri 1979 yılına gelindiğinde, İslamcı düşüncenin sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal ve siyasal düzeyde de ne derece etkili olabileceğini göstermiş ve İslamcı liderler önderliğinde ayaklanan Müslüman halk ülkenin rejimini değiştirmiştir. Devrim, İslamcı düşüncenin devlet seviyesinde uygulanmasını ve bu ideolojiye uygun bireylerin yetiştirilmesini amaçlamıştır. Bu süreçte, İslamcı düşünceye sadık bireylerin yetiştirilmesi, devlet politikaları ve eğitim sistemi üzerinden teşvik edilmiştir. Gelinen noktada ortaya çıkan sonuçlar elbette ayrı bir tartışma konusudur.

Türkiye’de ise 1950 lere kadar yaşanan yoğun baskı ve zorbalık döneminde eğitim ve insan yetiştirme faaliyetleri son derece az ve sınırlı kalmıştır. 1950 yılında çok partili hayata geçişten itibaren görece kısmi rahatlamalara paralel olarak başta Nur hareketi olmak üzere irili ufaklı cemaat ve tarikatlarla başlayan kısmen açık ve fakat çoğunlukla örtülü/tedbirli eğitim faaliyetleri, İmam Hatip liseleri ve Yüksek İslam Enstitüleri/İlahiyat Fakültelerinin açılması, Milli Görüş hareketi ve diğer İslamcı siyasi akımların ortaya çıkmasıyla birlikte hız kazanmıştır. Özellikle 1980'lerden itibaren eğitim ve sivil toplum alanında gelişen hareketler belirli düzeyde İslamcı dünya görüşüne sahip fertlerin yetişmesinde pay sahibi olmuştur.

Ancak, İslamcı hareketlerin insan tasavvurunu yayma çabalarının sonucunda elde edilen bu başarılar genellikle belirli toplumsal kesimlerle sınırlı kalmış, geniş toplum kesimlerinde beklenen etkiyi yaratmakta zorluklar yaşanmıştır. Bunun en önemli sebebi modernitenin sekülerleşme, bireycilik, kapitalizm gibi unsurlarıyla yaşanan sürekli bir çatışma halidir. Modern yaşamın getirdiği bireycilik, tüketim kültürü ve seküler eğitim gibi faktörler, İslamcı hareketlerin hedeflediği ideal insan tipini yetiştirme konusunda ciddi engeller oluşturmuştur. Bu çelişkiler, fertlerin İslamcı ideallere tam anlamıyla uymasını zorlaştırmış ve toplumda beklenen dönüşümün gerçekleşmesini engellemiştir. Bunun yanında birçok İslamcı hareket, otoriter rejimlerin baskıları altında faaliyetlerini sürdürmek zorunda kalmış ve bu da söz konusu hareketlerin eğitim ve toplumsal faaliyetlerini kısıtlamıştır. Bu baskılar, idealize edilen İslamcı insan tasavvurunun yaygınlaşmasını zorlaştırmıştır. Yine İslamcı hareketlerin insan tasavvuruna karşı toplumun çeşitli kesimlerinden gelen direnişler de, bu ideallere uygun bireyler yetiştirme sürecini zorlaştırmıştır. Özellikle Batı etkisinin yoğun olduğu yerlerde, laik/seküler kesimler ve modern yaşam tarzlarını benimseyen gruplar, İslamcı hareketlerin sunduğu insan modeline karşı çıkmışlardır. Bu çatışma hali, toplumlarda kutuplaşmalara yol açmış ve İslamcı ideallerin yayılmasını zorlaştırmıştır.

İslamcı hareketlerin bazılarının ise, siyasal iktidarı ele geçirme ve yönetme sürecinde, bir kısmı çok ağır ve yıkıcı sonuçlara yol açan çeşitli sapmalar yaşadığı müşahade edilmiştir. İktidar mücadeleleri, pragmatizm, yozlaşma ve özellikle bu gayrimeşru pozisyonların güçlendirilmesi ve pekiştirilmesi uğruna bir çok dini/ahlaki değer ve kurumların hoyratça istismar edilmesi, bu hareketlerin sunduğu insan tasavvurunun toplumları nezdinde tutarlılığını ve cazibesini zayıflatmıştır. Bu durum, hem hareket içindeki bireylerin hem de toplumun genelinde bir hayal kırıklığına veya en azından soğumaya yol açmıştır.

Netice itibariyle İslamcı hareketler, insan tasavvurlarına uygun bireyler yetiştirme konusunda belirli ölçüde başarılı olmuşlardır. Bu başarılar, özellikle dini bilinç, ahlaki sorumluluk ve toplumsal adalet anlayışı çerçevesinde belirginleşmiştir. Ancak, modernite, siyasal mücadeleler ve yerel koşulların getirdiği zorluklar gibi faktörler, bu sürecin tam anlamıyla başarılı olmasına mani olmuştur. Buna rağmen, vakıada İslamcıların yetiştirdiği fertlerin etkili olduğu çok fazla bireysel ve kurumsal örnek de göz önünde durmaktadır. Evvelce de ifade edildiği mevzu biraz da yarısı boş/dolu su bardağı metaforu çerçevesinde şekillenmektedir. Bardağın dolu tarafından bakılırsa, İslam Dünyasının neredeyse her yerinde içerisinde bulundukları toplumda öze dönüş çabalarına omuz veren fikri, siyasi ve askeri anlamda mücadelenin içerisinde yer alan gençler, kadınlar, yaşlılar görülebilir, buradan pay çıkarılabilir. Ya da bardağın boş tarafına bakılırsa, iki ileri bir geri giden, görece müsbet toplumsal gelişmeleri sürdürülebilir kılamayan, giderek zihinleri kapanan ve asabiyet temelli iç çatışmalara daha fazla heveskar İslamcı kişi ve topluluklar görüp umutsuzluğa da sürüklenilebilir. Meselenin bu boyutu tamamen tercih meselesidir.

 

6. Günümüz insanının genellikle bireyselleşme ve çıkarcılık gibi sorunlarından bahsediliyor. Bu sorunlar bağlamında İslamcılığın insan tasavvuru nasıl çözümler önerebilir?

İslamcılık, insanı en basit ifadeyle Allah'a kul ve topluma sorumlu bir ferd olarak tanımlar. Bu tasavvur, insanın hem kendi iç dünyasında hem de toplumsal yaşamda bir denge ve ahenk içinde olmasını amaçlar. Günümüz insanının karşı karşıya kaldığı bireyselleşme ve çıkarcılık gibi sorunların çözümü de tüm batıl düşünce ve ideolojilerin hastalıklı yapılarının yol açtığı diğer sorunlar gibi bütüncül bir varlık anlayışına ve dengeli bir hayat düzenine sahip olmakla mümkün olabilir.

İslamcılık, insanın bütüncül bir varlık olarak ele alınması gerektiğini savunur. Tevhid anlayışı, insanın hayatının her alanında Allah'a olan bağlılığını vurgular ve bu da insanın manevi ve dünyevi yaşamını bir arada tutmasını sağlar. Bireyselleşmenin olumsuz etkilerine karşı, insanın kendi varoluş amacını ve sorumluluklarını hatırlatan bir yaklaşım sunar.

İslamcılık, her şeyden önce “tevhid” ilkesini merkeze alarak insanın tüm hayatını bu anlayış etrafında şekillendirmesi gerektiğini vaz’eder. Zira Tevhid, bireyselleşmenin aşırı uçlarına karşı bir denge unsurudur. Tevhid anlayışı, insanın hayatının her alanında Allah'a olan bağlılığını vurgular ve bu da insanın manevi ve dünyevi yaşamını bir arada tutmasını sağlar. Bireyselleşmenin olumsuz etkilerine karşı, insanın kendi varoluş amacını ve sorumluluklarını hatırlatan bir yaklaşım sunar. İnsan, Allah'a olan kulluğu doğrultusunda toplumsal sorumluluklarını da yerine getirmelidir. Bu anlayış, ferdi toplumdan kopuk bir varlık olarak değil, bütünün anlamlı bir parçası olarak görür.

İslamcılık, bireysel çıkarların öne çıkması yerine adaletin ve sosyal sorumluluğun öncelikli olduğunu savunur. Zira İslam, insanları topluca bir ümmet olarak, fertleri de ümmetin bir parçası olarak görür, aralarındaki kardeşlik bağlarını güçlendirmeyi hedefler. Aile ise bu toplumun temel taşıdır. Ailenin yaygınlaştırılması ve Aile bağlarının güçlendirilmesi, fertlerin bireyselleşme ve çıkarcılıktan uzak, toplumsal sorumluluk bilinciyle yetiştirilmesi için iyi bir temel sunar. Bu yaklaşım, her durumda bireysel çıkarların üstünde, ortak iyiye hizmet etmeyi teşvik eder. Toplumda zengin ile fakir, güçlü ile zayıf arasındaki dengesizliği gidermek için zekat, sadaka ve sosyal yardımlaşmayı teşvik eder. Bu yaklaşım, toplumsal adaleti sağlamayı ve bireyselleşmenin önüne geçmeyi hedefler. Bu bağlamda İslamcılık, bireyin cemiyet hayatında bir denge kurarak hem kendini gerçekleştirmesine hem de toplumsal faydaya katkıda bulunmasına imkan sağlar.

Ana iman esaslarından birisi Ahiret İnancı olan İslam dini, insanın fiillerinin sadece bu dünyada değil, sonsuz bir hayatta da karşılığının olacağının kesinlikle bilinmesini ve bu gerçekliğe inanılmasını şart koşar. Bu inanç, insanı çıkarcı tutumlar yerine daha adil ve ahlaki endişeler ihtiva eden bir hayat sürmeye teşvik eder. Bunun yolu da nefsi kontrol etme ve kötü duygu ve arzulardan arınmadır. Zira bireyselleşme ve çıkarcılık, çoğunlukla nefsin arzularına kapılmaktan kaynaklanır. Nefis terbiyesi, insanın kendini aşarak daha yüksek bir ahlaki düzeye ulaşmasını sağlar. Daha yüksek bir ahlaki düzeye erişmiş insanların baskın unsur olması ise bireycilik ve çıkarcılığın yol açtığı toplumsal sorunların çözülmesine ya da en aza indirilmesine katkı sağlar.

Netice itibariyle ifade etmek gerekir ki bireyselleşme ve çıkarcılık gibi modernitenin yol açtığı sorunlara karşı İslamcılığın insan tasavvuru elbette ki kapsamlı çözümler sunmaktadır. Bu çözümler, temelde insanın yalnızca kendisine değil, aynı zamanda topluma ve Allah’a karşı sorumluluk taşıyan bir varlık olarak yeniden tanımlanması üzerine kuruludur. İfade edildiği gibi Tevhidtoplumsal adaletahlaki sorumluluk ve cemaat/ümmet bilinci gibi kavramlar, bireyselliği dengeleyerek, insanların daha bütüncül ve toplumsal bir hayat sürdürmelerini sağlar. Bu da modern dünyanın getirdiği zorluklarla başa çıkmak bakımından mevcut tek ve hakiki seçenektir.

Yorum Yapın