Cafer Talha Şeker: Sömürgecilik zamana ve mekana göre kendini güncelleyerek devam eden bir akımdır

  • Paylaş:
  • Tarih: 28 Nisan 2025     Y: Cafer Talha Şeker    Yazdır
img
Cafer Talha Şeker: Sömürgecilik zamana ve mekana göre kendini güncelleyerek devam eden bir akımdır

İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne denilebilir? “Dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilebilir mi? Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişini nasıl düşünmek gerekir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Sömürgecilik" dosyasında Dr. Cafer Talha Şeker'e sorduk.

1. Sömürgecilik nedir? Modern ve klasik sömürgecilik arasında fark var mıdır? Edward Said’in “oryantalizm, sömürgeciliğe keşif kolu hizmeti sunmuştur.” tespitini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sömürgecilik zamana ve mekana göre kendini güncelleyerek devam eden bir akımdır. Buna eskiden Batı’da “koloni” bizde “müstemleke” derlerdi. Müstemleke, “istimlak” kelimesinden geliyor. Yani gidip sizin olmayan bir yeri, ülkeyi istimlak ediyorsunuz ve oraya istimlak edilmiş anlamında müstemleke diyorsunuz. Orada yaşayanların kaynaklarını kontrol edip onlara da isyan etmesinler diye sadaka payı veriyorsunuz. Güçlenmelerini önlüyorsunuz, kendi dilinizi öğretiyorsunuz. Bu Batılıların yaptığı sömürgecilik modeliydi. Emevi, Abbasi, Osmanlı gibi İslam medeniyetini yaymış büyük devletlerin yayılıp istimlak etme modeli ise bambaşkaydı. Bunlar gittikleri ülkeleri kurutup fakirleştirmediler. Çok iddialı olacak belki ama şöyle diyebilirim: Osmanlı’nın köleleri Batı’nın koloni halklarından iyi yaşıyordu. Nasıl anlarız bunu? Osmanlı’nın 400 sene idare ettiği Yunanistan, Arabistan, Ukrayna, Mısır… gibi ülkelere bakın. Batılı ülkelerin kurduğu Afrika ve Ortadoğu kolonilerine bakın. Birisi yüzlerce sene refahı ve idareyi sağlayabilmişken modern Batı, en modern imkanlarla geldiği bu coğrafyalarda yüz sene bile durmakta zorlanmıştır. Çatışmalara yol açmıştır. 1950’lerde sömürdüğü yerlerden çekilip dolaylı sömürgeye başlamak zorunda kalmıştır. Oryantalizm, eskiden gerisinde kaldığı bu dünyayı anlama çabasıydı. Yani Batılıların kendi doğularında kalan İslam dünyasını anlama ve onunla mücadele etme yolundaki çalışmalarına Şarkiyatçılık (Oryantalizm) diyoruz. Batı, uzunca süren bir araştırma ve anlama süresinden sonra nihayet eline imkan geçince bu coğrafyaya geldi ve hükmetti. İslam’ın son hamisi Osmanlı sonrasında bu coğrafya Batı’nın sömürge alanına dönüşmüştür.

2. İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Malik b. Nebi’nin “Sömürgecilik kötüdür. Ancak daha kötüsü sömürülmeye elverişli olmaktır.” tespiti hakkında ne söylemek istersiniz? Malik b. Nebi'den sonra İslamcılar sömürülebilirlik sorunu üzerine ne kadar eğildiler?

 Malik bin Nebi meselenin medeniyet tarafına dikkat çekmişti. Yani aidiyet ve fikirler… Bunlar bir milleti yaşatan veya öldüren olgulardan doğuyor. Müslümanlar tarihte ilk defa 20.yüzyılda sahipsiz kaldılar. Hilafetin sona erişini kastediyorum. İslam dünyasını güçlü bir şekilde temsil eden hiçbir merci, makam kalmadı. Bunu ilk defa tecrübe ettikleri için bütün Müslümanlar 1.Dünya Harbi sonrasında öksüz ve yetim çocuklar gibi ortada kalmıştır. Böyle zamanlarda dağılmalar, savrulmalar başlar. Aidiyet ve fikirler değişir, tartışılır. Bu da bir ümmetin farklı coğrafyalarda başka aktörlere sömürge olmasına yol açar. Yüzlerce sene Batı’yı inançta, fikirde, teknolojide her alanda yenen Müslümanlar modern devirde gücü ele geçiren Batı’ya nesne olmaya sürüklenmiş oldu. Eskiden İslam medeniyetinin güçlü olduğu zamanlarda Batı’da Müslüman olmaya özenip İslam ülkelerine göç edip yerleşen gençler vardı. Modern çağda bu tablo tersine dönmüş oldu. Demek ki refah ve emniyet arayışı beyin göçünü tetikliyor. Müslümanların çoğu düşünmek için bile ya Batı’ya maruz kalmıştır yahut Batılı bir ülkeye gidip yerleşmeye ihtiyaç duymuştur. Bunları konuşurken karamsar olmaya da gerek yok. Tarih devam ediyor…

3. Modern tarihe özgü ideolojik akımları, Avrupa’ya mahsus sosyal gerçekliğin küreselleşmesine hizmet etmesi bakımından, sömürge aparatları olarak nitelemek mümkün mü? Neden? Bir sömürge aparatı olarak aydına nasıl bir konum biçiyorsunuz?

Avrupa 19. yüzyılda kapitalizm, sosyalizm, milliyetçilik, pozitivizm, sekülerizm/laisizm gibi akımları doğurdu. Batılı aydınlar bunları tartışırken savunan veya karşı çıkan kimseler oldular. Batı aynı zamanda dünyaya yayıldığı için kendi tartışmalarını da dünyaya yaydı. Bunların bazılarını gittiği yerlere ekip suladı. Mesela milliyetçilik bazı ülkeleri güçlendirirken bazı ülkeleri zayıflatmıştır. Batı’dan fikir ithal eden her ülkenin aydını o ithalatın dağıtım şubesi gibi olmuş, Batılı tartışmaları kendi ülkesine taşımıştır. Mesela Afrika’da ve hatta Türkiye’de bile bütün bu fikirleri benimseyenler arasında Batılılaşmanın nasıl olacağı yerli aydınlar tarafından çokça tartışıldı. Afrikalıların bir kısmı Hıristiyanlaşarak veya iş bularak Avrupa’ya entegre olmak istedi. Bunun için Batılılaşmak gerektiğine inandılar. Ama nasıl Batılılaşalım diye tartışırken iki ülkeye baktılar. Dediler ki ya Türkiye gibi bütün tarihi aidiyetimizi terk edip tepeden tırnağa Batılı olmaya çalışalım yahut Japonya gibi “Batı’nın tekniği Japon ruhu” tarzı bir yol benimseyelim. Yani Türkiye’nin kendi iradesiyle Batılılaşma çabası Batı’nın doğrudan sömürdüğü ülkelerde bile dikkat çekmiştir. Bu radikal değişim her ülkede iktidardan beslenen aydın sınıf üzerinden sahaya sürülmüştür.

4. Tekno-endüstriyel çağda yapay zekanın baskın karakteri sömürgeciliği dijital platformlara da taşımış görünüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Artık “dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilir miyiz?

“Dijital sömürgecilik” güzel bir ifade. Artık insanlık buraya yerleşiyorsa o halde sömürge burada devam edecek demektir. Manevi inançtan maddi kazanca her alışveriş, tebliğ-propaganda artık dijital olarak varsa insanların karşısında var olabiliyor. O yüzden buraya yüklenen içerikler ve bunların yayılması veya engellenmesi bundan sonra mücadelenin burada yaşanacağını gösteriyor. Burası aynı zamanda bir eğlence dünyası. Artık insanlar sürekli eğlenebiliyorsa ve bu şekilde vakit geçirebiliyorsa sisteme itaat ediyorlar. Yani dijital dünya aynı zamanda bir kamu-kontrol platformuna dönüşüyor. Yapay Zeka insanların neleri tıkladığına ve nelere baktığına değil bakınca ne düşündüğüne kadar öğrenme iddiasıyla geliyor.

5. İnsanlık son yüzyılda iki büyük dünya savaşı gördü. İçinde bulunduğumuz koşullar yeni bir dünya savaşına kapı aralayabilir mi? 19.yüzyılda olduğu gibi enerjinin merkezde olduğu yeni bir sömürgecilik çağı mı başlıyor? İçinde bulunduğumuz durum hakkında ne dersiniz?

İki büyük dünya savaşı da Batı’nın kendi iç savaşıydı; bunu bütün dünyaya yaydıkları için dünya savaşı diyoruz. 21. yüzyılda ise tablo biraz daha farklı. Eskiden Batı içindeki menfaat gruplarının karşı karşıya gelip doğrudan birbirlerine saldırmasıyla çıkan dünya savaşları artık o şekilde çıkmaz. Çünkü çok daha küresel bir dünya var. Artık dünya savaşı pandemi, siber-teknoloji üzerinden yaşanabilir. Benim tezime göre 2020’de yaşanan Pandemi 3.Dünya Savaşı idi, yaşandı ve bitti. Küresel çapta çok büyük finans operasyonları yapıldı. Bundan sonra 4.Dünya Savaşı’nı konuşabiliriz. Bu da başka bir pandemi yahut siber savaş olabilir. Dünyamızda milli bayraklar hala var olsa da savaş tarzı artık çok farklı. Elbette enerji kaynakları ve koridorları her zaman büyük rekabetin merkezinde yer almıştır. Şimdi yeni bir dünya düzenine geçme sancıları yaşanırken eski enerji kaynaklarından büyüyen aktörleri devirmek isteyen küresel finans imparatorları var. Bunlar arasındaki savaş giderek yayılıyor. Nükleer ve konvansiyonel bir savaşa doğru dünyayı sürükleyebilirler mi? Pek zannetmiyorum. Daha nokta dokunuşlarla bu hesaplaşmayı yapacaklar ve yapıyorlar diye düşünüyorum.

6. Türkiye’deki yayın dünyasının sömürge karşıtı literatüre ilgisi hakkında ne söylersiniz? Bu bağlamda Türkiye akademik-entelektüel havzasının ve İslami hareketlerin sömürgecilik hakkındaki duyarlılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’deki yayın dünyası deyince eski akademik camiadan basın-medya dünyasına ve bütün bunları finanse eden çıkar gruplarına kadar geniş bir dünya akla gelir. Türkiye Lozan sonrasında içe kapalı bir ülke olmayı kabul edince kendi tarih-medeniyet dünyasıyla bağlarını hızla koparmaya başladı. Bunu devlet eliyle yaparken bütün tarihi kodların kötü olduğu, özellikle İslami hafızanın formatlanması gerektiği düşüncesi zihinlere enjekte edildi. Böyle bir indoktrine eğitim modelinde doğup büyüyen herkes bu eğitim programının birer çıktısıdır. Öncelikle bunu kabullenmek gerekiyor. Yani içe kapanan bir ülke dış dünyaya ve kapısının önündeki petrol-ticaret alanlarına bakmayı bırakıp evdeki kılık kıyafetle, alfabeyle uğraşmaya başladı. Ve bunu Batılılaşmak için yani Batı’ya benzemek için yaptığını ilan etti. Hatta bununla açıkça övündü. Oysa bu yapılan, emperyalist Batı’nın hizmetine girmeyi kabul etmekten başka bir şey değildi. Ne demek bu? Mesela kapının önünde, Musul’da petrol var, yüzlerce senedir arazinin sahibi de sensin ama artık ilgilenmeyeceksin. Neden? Çünkü 1926’da Ankara Antlaşması ile petrolünü Batı’ya devretmişsin. Yani Afrikalı ülkelerin yaptığı gibi yer altı kaynağını Batılı ülkelere verip içe kapanık bir bağımsızlık almışsın. Peki, bunu basın veya akademisyen yazabilir mi? 1926 senesi gazetelerine buyurun bakın. Sonraki yılların gazete arşivine de akademik yayınlara da bakın. Çok uzun bir süre bunları konuşmak ve yazmak suç sayılmıştır. Şimdi böyle bir ülkede sömürge karşıtı literatür olur mu? Olsa samimi olur mu? O dönem yazılanlara göre sömürge Osmanlı devriydi. Yani sömürgeyi başlatanlar tarihteki en büyük Türk imparatorluğunu Türkleri sömürmüş olmakla itham ediyor. Ve bunu yaparken de bütün basın-akademi el ele zaferlerden bahsediyor. Bizde bütün kayıpların üzeri zafer ve bayram merasimleriyle örtülmüştür. Çocuklar okullarda hala bu mantıkla uydurulan bir tarih ezberliyor. Mesela Çanakkale Zaferi deriz. Oysa o bir cephe zaferidir evet ama savaş sonucu değildir. Savaşın sonu hüsrandır. Dolayısıyla Çanakkale diye bir zaferimiz maalesef yok. Orada dünyanın en büyük donanmalarını Çanakkale’ye gömdük ama birkaç sene sonra aynı ülke donanmaları tek mermi atmadan aynı boğazdan geçip İstanbul’u işgal ettiler. Biz bunu zafer olarak öğretirsek sömürge karşıtı bir literatürümüz olabilir mi? Çanakkale, 7 gol yediğimiz bir maçta attığımız 2 golden biridir. Diğer golümüz Kutülamare idi. Bir maç sona erdiğinde skora bakılır, atılan golün güzelliğine değil. Biz farklı kaybettiğimiz maçı yıllarca “ama ne gol atmıştık” diye anlatıyoruz. Bunların muhasebesi yapılmadan laik olsun İslami olsun ülkemizdeki bütün kesimler aynı çıktıyı paylaşmış olurlar. Milli birlik ve beraberlik elbette lazım ama uydurulmuş zaferler üzerinden yapılırsa onun sağlık ve motivasyon durumu problemli olur.

7. Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişi hakkında ne düşünüyorsunuz?  Bu direnişin küreselleşme imkanı var mı?

Siyonist-Evanjelikal ekseni konuşmadan önce şunu ifade edeyim: Aksa Tufanı yeni başlamış bir direnişi temsil etmiyor. Onlarca sene süren bir mücadelenin cephelerinden biri olarak görülebilir sadece. Ayrıca bölgeyi anlayabilmek için jeopolitiğe bakmak gerekir. Doğu Akdeniz’de kapışan büyük aktörler arasındaki cepheleri de görmek gerekir. Aksa Tufanı sonrasında Batı’nın kendi fay hatları neden bu kadar görünür hale geldi? Çokça misalden sadece birini vereyim. Üst düzey bir CIA mensubu Gazze katliamına karşı Filistin bayrağı paylaştı. Başka emsaller de var malum. Peki, büyük resimde nasıl bir yol ayrımı var Batı’da? Bu soruya cevabım şudur: Esas büyük mücadele orada yaşanıyor, bunu görmeden Filistin’e bakamayız. Batı’da İsrail karşıtlığı yapan en büyük hareketleri de gene Yahudilerin ve Hıristiyanların bir kısmı sahiplenip organize ediyor. Bunu iyi görmek lazım. Burada başka sorular akla gelir tabii. Mesela neden bazı Yahudiler ve Hıristiyanlar İsrail karşıtlığını destekliyor sorusu akla gelir. Cevabım çok peşin hükümlü ve Batı karşıtı bir tavır gibi görünebilir ama ben Batı’nın menfaat hesabı olmadığı sürece sırf Gazze’de katliam yapılıyor diye insanlık lehine bölüneceğini zannetmiyorum. Dolayısıyla “Küresel Batı” ile “Siyonist-Evanjelikal Batı” arasında inanç ve değerlerden tutun petrol ve jeopolitiğe kadar her cephede büyük bir savaş yaşandığını görüyorum. Bu savaşta kanı akanlar Gazzeliler, Ukraynalılar… vs halklardır. Aksa Tufanı gibi direniş hamlelerinin getirdiği sesi bile birbirlerine karşı kullanmaya çalışıyorlar.

Yorum Yapın