İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne denilebilir? “Dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilebilir mi? Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişini nasıl düşünmek gerekir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Sömürgecilik" dosyasında Ebubekir Çakar'a sorduk.
1. Sömürgecilik nedir? Modern ve klasik sömürgecilik arasında fark var mıdır? Edward Said'in "oryantalizm sömürgeciliğe keşif yolu hizmeti sunmuştur" tespitini değerlendiriniz?
Sömürgecilik (colonisation), bir devletin kendi sınırları dışında kalan, genelde denizaşırı toprakları -askeri müdahale başta olmak üzere- çeşitli yollarla ele geçirmesi ve orada hakimiyet kurup yerli toplumlar üzerinde siyasi, iktisadi ve kültürel alanlarda üstünlük sağlayarak, bunların her türlü imkânlarını kendi menfaati için yağmalaması anlamına gelir. Antik çağlardan itibaren devletler vatandaşlarından oluşturdukları küçük toplulukları zorunlu veya gönüllü olarak "bir yere göçüp yerleşme" anlamına gelen Latince colonia denilen yerleşim yerlerine sevk etmişlerdir. Arapça’da bu kavram isti'mar, Türkçe’de ise müstemleke olarak kullanılmıştır. Sömürgecilik ile aynı anlamda kullanılan emperyalizm kavramı, "siyasi egemenlik, ekonomik sömürü ve askeri tahakküm" olarak daha genel ve geniş bir anlamda kullanılmıştır. Kısacası siyasal bir güç olan emperyalizm ideolojisi, yönetme ve hükmetme yani uzak topraklara tahakküm eden egemen metropolün uygulama, kuram ve tavırları anlamına gelirken, emperyalizmin sonucu olarak ortaya çıkan sömürgecilik ise uzak topraklarda yerleşim yerleri kurulması ve ekonomik kaynakların sömürülmesi anlamına gelmektedir.
Sömürgeciliğin en önemli dört bileşeninden bahsetmek mümkündür: İlki ve en önemlisi misyonerlik faaliyetleri adına yeni ele geçirilen Amerika ve Afrika kıtalarındaki insanların dini bir motivasyona kavuşturulmasıdır. İkinci olarak medenileştirme amacının bir argüman olarak kullanılmasıdır. Sanayi ve teknoloji bakımından gelişmiş kendi toplumlarını modern ve medeni kabul ederek, tarım ve ziraatle uğraşan toplumları ilkel ve barbar olarak nitelendirip -hatta Afrikalı siyahilerin insan olup olmadığını bile tartışmaya açarak- onları insanca bir yaşama dahil etme söyleminin kullanılmasıdır. Üçüncü olarak, köleleştirme suretiyle ucuz insan gücünün kontrol altına alınarak, yeraltı ve yer üstü tüm kaynaklarının mülkiyet altına alınmasıdır. Son olarak da tüm bunların yapılabilmesi için askeri ve siyasal bir şiddetin uygulanmasıdır.
Bazı yazarlar klasik ve modern sömürgecilik arasında kimi farklılıklar olmasına karşın, modern sömürgeciliğin aslında tek bir sürecin devamı olduğunda ısrar ederler. Klasik sömürgecilikte devletler siyasi ve askeri güç kullanarak sömürdükleri toprakların halkını tahakküm altına alıp, zaman içerisinde uyguladıkları şiddet ve ağır şartlar altında çalıştırma yöntemi ile yok etme aşamasına getirmiş, dil, kültür ve geleneklerini tamamen değiştirerek bölgenin tüm ekonomik kaynaklarına hâkim olmuşlardır. Yeni veya modern sömürgecilikte Avrupalılar, sömürdükleri topraklarda aralıksız bir şekilde insandan, hümanizm, eşit hak ve özgürlüklerden bahsederken, bir yandan da onları katletmekten ve kültürel yönden sömürmekten vazgeçmemişlerdir.
XVI. yüzyılda Portekiz ve İspanyollar tarafından coğrafi keşiflerle başlatılan klasik sömürgecilikte, efendiler ile uşakları arasında herhangi bir ilişki türü değil, bütün bir toplumun tarihi gelişim çizgisinden mahrum bırakılması, dışarıdan manipüle edilmesi ve sömürgeci güçlerin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda dönüştürülmesi amaçlanmıştır. 1960'lı yıllardan sonra sömürülen ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen siyasi, ekonomik, askeri, toplumsal ve teknik açılardan hakimiyet altında tutulması yeni sömürgecilik yani "yerleşimcileri olmayan emperyalizm" olarak isimlendirilmiştir. Artık doğrudan bir askeri işgal değil, belirlenen toprakların liberal siyasi sistemler, hukuk devleti, serbest piyasa ekonomisi gibi uygulamalar empoze edilerek himaye altında tutulması şeklinde cereyan etmiştir. Yeni sömürgecilik sisteminde ekonomik ve teknik bakımdan dışa bağımlı olan devletlere sağlanan krediler, uygulanan politikalar sayesinde, sömürülenlerin kendi ekonomileri üzerinde kontrolleri bulunmamakta ve bağımsız hareket edememektedirler.
Edward Said’in görüşüne katılmamak mümkün değil. Batının doğuya doğru genişlemesine şüphesiz ekonomik faktörler yol açmış olsa da, oryantalizmin kültürel yapılanmasının da bu sömürüye hizmet ettiği söylenebilir. Bu anlamda doğuyu tanıma amaçlı Makedonyalı İskender tarafından yapılan seferlerden tutun da, seyyah ve kâşifler tarafından edinilen bilgilerin batının sömürü faaliyetlerinde öncü rol oynadığı bir gerçektir. Said'in; "Doğuyu (kendi iyiliği için) modern batılı yöntemlerle eğitmek; askeri gücü hafife alır görünerek doğunun siyasal egemenlik altına alınma sürecinde görkemli eğitim projesini yüceltmek; Doğuyu formüle etmek, ona bir biçim, kimlik ve belleklerdeki yerini bütünüyle tanıyan bir tanım vermek, Batının bir parçası olarak doğal rolünü benimsetmek" bağlamında oryantalist çalışmaların bu hedeflere ulaşmayı kolaylaştırdığı söylenebilir. Batının Doğuyu çalışma, inceleme ve çözümleme yolu olarak gelişen oryantalizm, Batılının görme ve algılama biçimlerine tesir etmiş ve bu bilgiler sayesinde Doğunun kendi kendisini yönetemeyeceği, uygarlaşmamış olduğu ve Batı uygarlığının ulaştırılması gereken yer olarak algılanması yanılsamalarına dayanarak oluşturmuştur. Bu hedefler, sanayileşmenin körüklediği kapitalist hedeflerle birleşince emperyalizm ve oryantalizm, sömürgeciliği haklı gösterecek gerekçeler bulan bir ideolojiye dönüşmüşlerdir.
2. İslam toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne düşünüyorsunuz? Malik bin Nebi'nin "sömürgecilik kötüdür ancak daha kötüsü sömürülmeye elverişli olmaktır" tespiti hakkında ne söylemek istersiniz? Nebi'den sonra İslamcılar sömürülebilirlik sorunu üzerine ne kadar eğildiler?
İslamiyet'in Arap Yarımadası dışına taşarak Asya, Afrika ve İspanya üzerinden Fransa'ya kadar uzanan fetih hareketleri batılıların Roma İmparatorluğu’ndan günümüze kadar uzanan sömürge mantığından tamamen farklıdır. Avrupa sömürgeciliğinde öne çıkan şey, güçlünün oluşturduğu hukukun geçerli olması anlayışı, insanların köleleştirilmesi, maddi kaynakların çıkarıldığı bölge halkına değil de kendi insanın hizmetine sunulması, yerel dil, kültür ve inançların baskı ve şiddet unsurlarıyla yok edilmesi gibi trajik ve insanlık onur ve haysiyetinde derin yaralar açan gelişmelere vesile olmasıdır. Oysa bu, İslam idarelerinde (Medine İslam Devleti’nden, Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar) hukukun yer alması ilkesine dönüşmüş ve farklı bir adalet anlayışının gelişmesine imkân tanınmıştır. Kendi egemenliği altında yaşayan gayrimüslim toplumlara zımmi, yani kendisine güvence verilen, koruma altına alınan kişi olarak bakılmış, zorla Müslüman yapılmaları engellenmiş, inanç hürriyetine, can ve mal güvenliğine sahip olarak yaşamalarına izin verilmiştir. İslam hukukuna göre ehl-i kitap mensuplarına sadece mali yükümlülükler verilmiş olup, kendilerinden cizye alınması kararlaştırılmıştır. Ayrıca Osmanlı “millet sistemi” kapsamında gayrimüslim dini cemaatlerinin kendi hukuk sistemini uyguladığı bir idari ve hukuki yapı geliştirilmiştir. Bu sistemde insanlar etnik kökenleri yerine, mensup oldukları dine göre kendi yasalarını koyar, kendi vergilerini toplar ve dağıtırlardı.
Genel olarak tarihin kaydettiği en büyük tahribat olarak nitelendirdiği sömürgeciliği Malik bin Nebi ikiye ayırır: Hayata doğrudan müdahale etmeyen “liberal sömürgecilik” ve her şeye karışan “totaliter sömürgecilik”. Sömürgeciliği, Batı uygarlığının Avrupa sınırlarının ötesine taşınması olarak değerlendirir. Yani sömürü siyasi olmaktan çok, uygarlık boyutuyla ele alınmıştır. Ayrıca kendi icadı olan içsel sömürü (sömürülebilirlik) ve dış sömürü kavramlarından bahseder. Sömürü dönemini yaşayan veya şahit olan Müslüman aydınlar Kur'an, sünnet ve geleneğe farklı bir yaklaşım sergilemişlerdir. Avrupa'nın teknik, ekonomik, siyasi ve her alanda güçlü olup İslam ve diğer toplumlara kendi uygarlığını dayatması, sömürülen toplumlardaki aydınları hem bir özgüven kaybına, hem de Batı gibi gelişmek gerektiği düşüncesine yönlendirmiştir.
Toplumsal kimlik ve kültür, değişime en açık ve elverişli kavramlardır. Batı kimliği ve kültürünün gelişmiş olduğunu ve kendi kültürünün geri kaldığını kabullenmiş bir zihin, içten sömürülmeye müsait olmuş demektir. "Niçin sömürülmeye açık hale geldik?" sorusuna "bu İslam'a sarıldığımız için değil, tam tersi İslam'dan uzaklaştığımız içindir" cevabını verir. Medeniyet kuran Kur'an'dı, etkisi azaldıkça İslam dünyası olarak durakladık. Sömürge edilebilir durumdaysak, mutlaka sömürge haline getirileceğiz. Çözüm ona göre bu güç kaynağı Kur'an'a yeniden dönmektir. En önemlisi de Kur'anî bir eğitim ile bilinçlenme olmalıdır. Bu idrake ulaştığımız an sömürgeden kurtulacağız. Bunun için önce insan zihni, sonra da ruhsal ve sosyal değişim gelecektir. Oryantalistler de sömürgeciliğe katkıda bulunmuştur. Oryantalizm gerçek İslam’ı değil, oryantalizmin yorumu olan İslam'ı öğretmiştir. Bunlardan etkilenen ödünç akıl ve ödünç bakış açılarının terk edilmesiyle ancak sömürülmekten kurtulunabilir.
Müslüman dünya, Ortadoğu'dan tutun da Kuzey Afrika'ya, Hindistan ve Pakistan’dan tutun da Endonezya'ya kadar sömürgeciliğin en acı ızdırabını yaşayıp tecrübe etmelerine rağmen, bu konudaki çalışmalarının yeterli olduğunu zannetmiyorum. Gerek ulema ve İslami STK'lar olsun, gerekse de akademisyen, entelektüel ve aydınlar tarafından olsun, bu konuda ciddi ve çaplı araştırma, analiz ve bilinçlendirme çalışmalarının yeterince yapılmaması üzüntü verici. Gazze ve Filistin sorununda şahit olduğumuz gibi, bu konuda ne siyasi bir reaksiyon ne de İslami dernek ve cemaatler tarafından kitap, konferans ve paneller aracılığıyla toplumun postkolonyal (kültürel) sömürgecilik alanında bilinçlendirilmesi, hazırlanması ve duyarlılık kazanması konusunda fazlaca bir çalışma yapılmadığını düşünüyorum. Yapılan bazı çalışmaların da geçmiştekileri tekrardan ibaret, nakilci bir anlayışla yapılmış olduğunu ve bunun yeterli olmadığını, olmayacağını üzülerek belirtmek istiyorum.
3. Modern tarihe özgü ideolojik akımları, Avrupa'ya mahsus sosyal gerçekliğin küreselleşmesine hizmet etmesi bakımından, sömürge aparatları olarak nitelemek mümkün mü? Neden? Bir sömürge aparatı olarak aydına nasıl bir konum biçiyorsunuz?
Sömürge ideolojisinin Avrupa merkezci bakış açısının en temel düşünsel dayanağını oryantalizm kavramı oluşturmaktadır. Oryantalizm doğunun uygarlaştırılması gerektiğine ve batılı yöntemlerle yetiştirilerek egemenlik altına alınabileceğine ilişkin düşünsel altyapısını oluşturuyordu. Barbara Bush'un aktardığına göre uygarlaştırma ve modernleştirme misyonu ile başlayan emperyalizm, kapitalizmin öncüsü olarak küresel gelişimde dinamik bir güç oluşturmuştur. Kapitalizm, yeni emperyalist ilişkileri ve sömürgelerdeki geri kalmışlığı devam ettirir. Küresel güç ilişkileri bakımından oryantalizm, kapitalizm ve modernizm arasında ilişki vardır. Batı Avrupa İmparatorluğu'nun Batı Avrupa toplumlarındaki entelektüel, teknolojik ve bilimsel gelişmelere ve kapitalist üretimin gelişimine dayanan değişmelerden geçtiğini ve modernliğin XIX. yüzyıl sonlarında ortaya çıkarak imparatorluk söylemini ve kimliğini biçimlendiren emperyalizm ile ilişkileri geliştirerek Batı Avrupa ve ABD'nin başarılı bir şekilde yayılmasını sağladığı savunulmuştur.
Modernlik, "kültür" emperyalizminin, Batılılaşmanın ve sömürgeciliğin doğasını anlama açısından önemlidir. Emperyalist yayılmacılık aracılığıyla modern Batılı gelişme ve ilericilik kavramları, kapitalist üretim biçimleri, liberal demokrasi ve milliyetçilik küresel olarak yayılmış, uygarlığın barbarlığa karşı bir zaferi haline gelmiştir. Modernleşme, sömürge halklarının ekonomileri, sosyal ilişkileri ve kültürleri üzerinde dönüştürücü etkisi sebebiyle dünya toplumlarına etki etmiştir. Emperyalizmin etkisiyle gelişen kapitalizm, modernleşmeyi ve Batının modern değerlerini yaratıyordu. Liberal demokrasi, modern ulus devlet anlayışı geleneksel imparatorluğa alternatif oluşturuyor, emperyalizm aracılığıyla küresel olarak yaygınlaşıyordu. Modern Batıda kapitalist üretim modelleri sayesinde gelişen teknoloji, aynı zamanda entelektüel gelişmeyi de beraberinde getirirken, Batılı değerlerin küresel düzlemde etkili olmasını sağlıyordu. Dolayısıyla metropollerde gelişen ekonomik, teknolojik ve entelektüel değişimler sömürgelerde de görülebiliyordu.
Neil Lazarus'a göre aydınlanma, modernleşme, ilerleme ve akılcılık gibi evrensel anlatılar hem etnik merkezci hem de farklılıklara tahammülü olmayan uygulamaları savunmak için kullanılmıştır. Dolayısıyla sömürge topraklarında Avrupalı değerler, sömürge toplumlarının da kendi topraklarına hükmetme aracı haline gelmiştir. Batının evrenselleşmesini kapitalist modernleşmenin küresel bir yaygınlığa ulaşmasına bağlayan bir eğilimden söz etmek mümkündür. Sömürgecilik süreci, Batıyı coğrafi bir kavram olmaktan uzaklaştırarak onu bir "değerler bütünü" olarak gören uygarlıkla eşdeğer tutan bir anlayışı sömürgelerde yerleştirmeyi başarmıştır. Batının bu değerleri arasında milliyetçilik de vardı ve bunun üçüncü dünya ülkelerine uygun olmadığını düşünen siyaset bilimci ve Batılı tarihçiler vardı.
XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren kapitalizm, milliyetçilik ve demokrasinin kendine özgü bir bileşimi olarak ayırt edilen Avrupa emperyalizmi, güçlü bir modern devlet ve gelişmiş bir kapitalist ekonomi bileşimi ile İngiltere'yi küresel boyutta bir egemenliğe götürmüştür. Emperyalizm, modernleşme ve kapitalizm arasındaki ilişkinin kusursuz bir örneğini oluşturan İngiliz İmparatorluğu, XIX. yüzyılda köle ticaretinin önemli devletlerinden biri olmaktan çıkıp, dünyanın karanlık ve barbar bölgelerine uygarlığın ışığını götürme misyonunu üstlenen demokratik bir devlete dönüşmekteydi. Emperyalizm ve kapitalizmin bileşimi ile ortaya çıkan modernleşme ve modernleşme sonucu gelişen Batılı değerler, Batılı anlamda milliyetçiliği de içermekte ve modern ulus devlet kavramının sömürgelerde de yayılmasına yol açmaktaydı. Emperyalizmi destekleyen kapitalizm, bir yandan da modernleşmeyi beraberinde getirmekteydi.
Rudyard Kipling'in "Kim" ve Daniel Defoe'nin "Robinson Crusoe" romanları, sömürge halkları hakkında bir öteki söylemi oluşturup, vahşi topraklara uygarlık götüren İngiliz sömürgecisinin ideolojik simgelerini oluşturur. Buna göre yerli halk gelişmemiş, cahil ve vahşidir. Uygarlığı ancak İngilizler götürebilir. Oryantalist söylem Shakespeare'in "Otello"sunda da görülür. Eserde Hindistan'a gönderme yapılarak Batılı Atlantik kıyısındaki sömürge toprakları kastedilmekte, Batılı ve öteki sayılan doğulular arasındaki ayrım öne çıkmaktadır. Daniel Defoe, romanda emperyalizmi meşrulaştırmakta, ıssız ada üzerinde yönetim hakkını savunup adada yaşayanlara kendi hakimiyetini dayatarak Cuma'yı özgün adıyla değil, kendisinin uygun gördüğü isimle yaşatmaktadır. Robinson- Cuma ilişkisi, sömürgeciliğin kültürel temsilinin mihenk taşı ve efendi-köle ilişkisinin paradigmasıdır.
Charlotte Bronte, "Jane Eyre" romanında beyaz insanın temsilcisi Jane, bir birey olabilirken, bir creole yani melez olan Bertha yok sayılmaktadır. Böylece kahramanlar üzerinden sömürgeleştirmeyi ve ötekileştirmeyi vurgulamış, Jane'yi İngilizliği temsil eden beyaz bir kadın, Bertha'yı da vahşi bir hayvana benzeterek yabani, kaba, uygarlaşmamış, eğitilmesi ve evcilleştirilmesi gereken bir karaktere dönüştürmüştür.
Rudyard Kipling'in "Kim" romanı, sömürgeci yönetimlerin sömürgelerde kendi kültürüyle yetiştirdiği, yerli halk ile aralarında iletişimi sağlayacak, sömürgecinin politikalarına uygun ve ona hizmet edecek bir sosyal sınıf yetiştirme sürecini yansıtan bir söylem geliştirmiştir. Ayrıca hem sömürgecilik hem de sonrasında "işbirlikçi aydınlar" olarak adlandırılabilecek, Batılı tarzda eğitim görmüş, dünya kapitalizminin kültürel metalarını ticaretlerine aracılık yapan bir grup yazar ve düşünürün yetiştirilmesi gerektiğini belirtmeleri de bilinen bir gerçektir. Avrupa romanının her yazıcısı ve kuramcısı burjuva toplumuna temelden bağlıdır. Roma, Batı toplumunun fetihçi burjuvalar tarafından fethedilmesine eşlik eder. İngiltere'de roman, Hristiyanlık ve İngiltere adına hak iddiasında bulunarak, kendi yönetiminde yeni bir dünya kuran Robinson Crusoe ile başlar.
Edward Said'in oryantalizm kitabında uzunca bir yer verdiği Ernest Renan, Sami ırkının basit, yetkinliği ve özelliği olmayan bir topluluk olduğunu ve Batılılar tarafından yönetilmesi gerektiğini savunur. Hatta "Avrupalı sıradan, sarışın, mavi gözlü birini seçip Ortadoğu'nun en gelişmiş ülkesine gönderin, orayı rahatlıkla yönetir" diye düşünür. Bunun yanında İgnaz Goldziher, Duncan McDonald, Carl Becker, Sylvester Sacy ve Dante gibi kişiler, İslam düşmanlığı yaparak Batının bu toplumlara egemen olması gerektiğini savunurlar. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Fakat aydın ve yazarların bu konuda oynadığı rolü anlatması bakımından mezkûr isimlerin yeterli olduğunu düşünüyorum.
4. Tekno-endüstriyel çağda yapay zekânın baskın karakteri sömürgeciliği dijital platformlara da taşımış görünüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Artık "dijital sömürgecilik" gerçekliğinden bahsedebilir miyiz?
Bugünün dünyasında dijital kolonyalizmin, tüm dünya için kuşatıcı bir tehdit oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Derinleşen eşitsizlik, devlet-şirket gözetimi ve gelişmiş güvenlik teknolojileri ve askeri teknolojilerin artması bu yeni dijital dünya düzeninin sonuçlarından sadece bazıları. Dijital kolonyalizm, dijital teknolojinin bir ülke üzerinde siyasi, ekonomik ve toplumsal hakimiyet amacıyla kullanılmasıdır. Klasik kolonyalizm toprak ve altyapı üzerinde mülk ve kontrole, emek, bilgi ve bunlarla elde edilen ürünün gaspına ve devlet gücüne dayanıyorken, bugünün dünyasında okyanuslardan geçen ve çoğunluğu ABD temelli bir avuç şirketin kontrolünde olan dijital platformlara dönüşmüştür. Google ve Facebook gibi şirketlerin veri toplamayı ve veri tekelleşmesini daha da geliştirmek için aldığı ya da kiraladığı fiber hatlar, okyanus ötesini kuşatmıştır.
Dijital kolonyalizm, emek sömürüsünden, kamu politikalarının şirket çıkarlarının güdümüne girmesine ve ekonomik planlamaya, yönetici sınıf hegemonyasından propagandaya kadar kapitalizmin ve otoriter yönetimin amaçları ile bütünleşmiş haldedir. İnsanın özel hayatının hassas detayları teknoloji devleri tarafından elde edilen kaynak haline gelmiş vaziyettedir. Klasik kolonyalizmdeki gibi emperyalist güçlerin ham maddeleri ele geçirmesi, onu işletip dünya çapında bir hizmete dönüştürmesi, teknoloji yönünden gelişmemiş toplumları kendi ürününü kullanmaya bağımlı kılıyor olması gibi, dijital ürünler de aynı işlevi görüyor. Arabalar, akıllı telefonlar ve bilgisayarlarda kullanılan bataryaların üretimindeki ana madde olan kobaltın %70'i Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nden sağlanıyor. Bu maden ocaklarında sağlıksız koşullarda çalışan binlerce kadın ve çocuk, bir yandan ciddi sağlık sorunlarıyla uğraşırken, bir yandan da ucuz ücretler karşılığında emek sömürüsüne maruz kalıyor. Bundan elde edilen ürünleri kullanan devletler ve dev şirketler ise çok büyük kazançlar elde ediyor.
Üretilen uçak ve helikopterlerin yazılımını da kontrol ederek askeri teknoloji üzerinde hakimiyet kuran güçler, bu yolla ülkeleri denetim altında tutmaya muktedir oluyor. Ayrıca düşman ve rakip olarak gördükleri ülkeler ve işgal ettikleri bölgeler hakkında istihbarat alarak istedikleri hedefleri kolayca vurabiliyorlar. Küresel güçler, bu teknoloji sayesinde devletlerin askeri ve stratejik öneme sahip bölgelerinin gözetim altına alınması yanında, mahremiyet sınırlarını da aşarak toplumların, ailelerin ve fertlerin tüm yaşam alanlarına istedikleri gibi müdahale edip, kontrol etmektedirler. Son yıllarda İsrail tarafından kullanılan bu teknoloji sayesinde Hamas'ın en önemli liderlerinin yerleri tespit edilmiş ve şehit edilmişlerdir. Dijital platformlarda üretilen oyun, cinsel içerikli programlarla aile yapısının dejenere edilmesi ve gençliğin tüm dini ve ahlaki değerlerden uzaklaştırılmasını dile getirmek, malumun ilamından başka bir şey olmaz sanırım.
5. İnsanlık son yüzyılda iki büyük savaş gördü. İçinde bulunduğumuz koşullar yeni bir dünya savaşına kapı aralayabilir mi? XIX. yüzyılda olduğu gibi enerjinin merkezde olduğu yeni bir sömürgecilik çağı mı başlıyor? İçinde bulunduğumuz durum hakkında ne dersiniz?
Dünya petrol rezervlerinin %48'i Ortadoğu'da iken, ancak %0,8'i Avrupa'da; Doğalgaz rezervlerinin ise %41'i Ortadoğu, %30'u Rusya'da ve ancak %1,5'i Avrupa'da bulunmaktadır. Bu enerjinin %60'ı deniz yolu (Hürmüz Boğazı, Süveyş Kanalı, Malakka Boğazı, Panama Kanalı, Türk boğazları ve Ümit burnu) ile; %40'ı da boru hatları ve tankerlerle taşınmaktadır. Bu tabloya bakıldığında Avrupa ülkeleri, enerji konusunda tamamen dışa bağımlı ve özellikle de Ortadoğu ve Rusya'ya muhtaç konumda bulunmaktadırlar. ABD kendi kendine yeten bir ülke olma yanında petrol ve doğalgazı tankerler yoluyla Avrupa'ya satarak iyi bir kazanç sağlamaktadır. Bu durumda Avrupa ülkeleri bu ihtiyaçlarını ya Ortadoğu ülkelerinden deniz yoluyla veya özellikle Kafkas petrolünü Türkiye üzerinden geçen boru hatlarıyla tedarik etmek zorundadırlar. Bu olmazsa daha pahalı bir şekilde (tankerlerle taşınma maliyetinin yüksek olması nedeniyle) ABD'den sağlamak mecburiyetindedirler.
Hal böyle olunca, Avrupa ülkeleri Ortadoğu enerji kaynaklarını kontrol etmek, daha ucuza almak için İslam ülkelerini istikrarsızlığa, iç çatışmalara veya bölgesel savaşlara zorlayarak denetim altına almak amacındadırlar. ABD ise hem enerji kaynaklarını istediği fiyata pazarlamak, hem de bu geniş ticaret ağı sayesinde Avrupa ülkelerini kendine mahkûm etmek amacındadır. Bunun gerçekleşmesi için hem deniz yollarını (Süveyş, Panama) hem de İsrail ileri karakolu aracılığıyla Ortadoğu’yu kontrol etmek ve baskılamak niyetindedir. Bu yüzden de başta İran olmak üzere, İran tarafından desteklenen Hizbullah, Hamas, Husi'ler gibi güç odaklarını zayıflatıp İsrail'in elini güçlendirmekte ve Ortadoğu politikasını kendine göre şekillendirmektedir. Aynı paralelde Çin'i zayıflatmak ve etkisiz kılmak için Panama Kanalı ile ilgili politikalar üretmek ve Rusya ile karşı karşıya gelmeme adına Ukrayna savaşında arabuluculuk rolüne soyunmaktadır. 1979'dan beri tüm NATO üyeleri ile birlikte uyguladığı enerji ambargosuyla büyük düşman olarak gördüğü İran'ı; Boru hatlarının yoğun olarak geçmesi sebebiyle, F 35 ve F 16 savaş uçakları gerginliğiyle de Türkiye'yi terbiye etmeye ve dize getirme çabası içine girmektedir.
Sorunuzun başlangıcında dile getirmiş olduğumuz yeni bir dünya savaşının çıkma meselesine gelirsek: Peygamber efendimiz hiçbir zaman savaşı başlatan taraf olunmamasını, ancak zorunlu hallerde de savaştan kaçılmaması gerektiğini dile getirmiştir. Ben de ‘milletlerin mukadderatları söz konusu olmadıkça savaşın bir cinayet olduğunu’ düşünüyorum. Ancak zulmün ayyuka çıktığı bir süreçte kenara çekilmenin de doğru olmadığı kanaatindeyim. Bazen öyle gelişmeler olur ki diplomatik çözümler yetersiz kalır. Sizin savaştan geri durmanız daha büyük yıkım ve felaketlere sebebiyet verebilir. Bir de bazı devletler ancak şiddetten anlar ve sadece savaşla hizaya gelir. Böyle bir durumda belki çok garip bir düşünce olabilir ama -duygusal olarak- kitlesel bir savaşın çıkmasının günümüz dünyasındaki birçok problemi çözeceğinden dolayı isabetli olacağını düşünüyorum.
Savaş, son raddeye gelmediği sürece sorunların çözümünde bir yöntem olmamakla birlikte; ABD'nin başını çektiği tek kutuplu bir dünyada istediği her bölgeye müdahale etmesi, İsrail soykırımını desteklemesi, Birleşmiş Milletler Cemiyetini işlevsiz ve göstermelik bir kurum haline getirerek uluslararası hukuku hiçe sayması ve sahip olduğu güç sayesinde dünyaya nizam vermeye çalışması sebebiyle; Aynı şekilde kendilerini dünyanın merkezine alıp, kendilerinden başka tüm toplumları - özellikle İslam ümmetini -barbar, vahşi, terbiye edilmesi gereken toplumlar olarak gören Avrupalıların, birazcık da olsun hadlerini bilmelerini sağlayacağı açısından, savaşın teskin edici bir rol oynayacağını ve yeni bir dünya düzeninin kurulmasına vesile olacağını düşünüyorum.
Fakat güçlü devletlerin ulaştığı üstün askeri ve hava gücü, teknolojik teçhizat, nükleer silahlar ve balistik füzelere sahip olması sebebiyle, çıkacak kitlesel bir savaşta kendilerinin de çok büyük zarar göreceği endişesiyle, yeni bir savaşı göze alacakları kanaatinde değilim. Zaten dünyada böyle ciddi bir tehlike varken ve küresel güçler istedikleri her türlü politikayı hayata geçirip, dünyanın her bölgesi üzerinde tahakküm kurup emperyalist emellerini -bağımlı devletler veya yerel güç odaklarıyla- uygulamaya koyarken, kitlesel bir savaş çıkarmaları bana göre uzak bir ihtimal olarak görünüyor.
6. Türkiye'deki yayın dünyasının sömürge karşıtı literatüre ilgisi hakkında ne söylersiniz? Bu bağlamda Türkiye akademik-entelektüel havzasının ve İslami hareketlerin sömürgecilik hakkındaki duyarlılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ortadoğu ve İslam dünyası modernist Avrupa tarafından defalarca hem ekonomik hem de kültürel sömürgeciliğe maruz kalarak tarihsel bir tecrübe yaşamış olmasına karşın, özellikle İslami camia ve akademik düzeyde bu konuda yapılan çalışmaların yeterli olduğunu düşünmüyorum. Yayınlanan eserlerin birçoğu da Batılı, oryantalist kişilerin yazdığı eserlerin yeniden tercüme edilmesinin ötesine geçmiyor. Batılıların geçmişte yaptığı sömürü ve zulümleri nakilci bir mantıkla tekrarlamak, nostaljiden öte bir işlev göremeyeceği gibi, günümüz Müslüman dünyasının problemlerine de çözüm olamaz. Malik bin Nebi, Roger Garaudy gibi İslamî camiadan, postkolonyal sömürgeciliğe dikkat çeken Arif Dirlik gibi entelektüel çaba içinde olan birkaç aydın dışında bu konuda Müslümanlara kılavuzluk edecek türde eserlere ulaşmak zor.
İslamî cemaatlerin ve derneklerin çoğunun -yazınsal manada- bu konuda herhangi bir kaygı taşıdıklarını zannetmiyorum. Hem cemaatlerin hem de entelektüel, akademik çevrelerin bu konuda düzenleyeceği panel, sempozyum ve konferanslar ile bunların kitaplaştırılmasının bu konudaki eksiklikleri gidereceğine inanıyorum. Fakat anladığım kadarıyla bu konuda da yapılan çalışmalar şimdiye kadar çok yetersiz ve güdük kalmaktadır.
7. Aksa Tufanı'nın siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu direnişin küreselleşme imkânı var mı?
Tarihin belli dönemlerde kırılma anları vardır. 1917 Balfour Deklerasyonu ile başlayıp 1948'de siyonistlerin Filistin topraklarına konuşlandırılarak bir İsrail devletinin kurulması da bu kırılma anlarından biridir. Arthur Koestler'in deyimiyle bu "bir ulusun, ikinci bir ulusun topraklarını, üçüncü bir ulusa vermesidir". O tarihten itibaren ABD ve İngiltere'nin desteğiyle geri kalan Filistin topraklarını gasp ederek sayısız katliamlar yapan İsrail, Müslüman Filistin halkını kendi yurdunda mülteci konumuna düşürmüş, bununla da yetinmeyerek Ilan Pappe'nin kitabına verdiği isimle Gazze'yi "yeryüzünün en büyük hapishanesi"ne dönüştürmüştür. Müslüman Filistinliler buldukları her fırsatta kendilerine dayatılan bu ahlak dışı ve kötü hapishane koşullarına karşı intifada eylemlerine yönelerek onurlu bir direniş göstermiş ve her defasında da daha fazla zulüm ve haksızlıklara mahkûm edilmişlerdir.
Azıcık tarih bilgisine sahip olan her insan, 7 Ekim 2023'te başlatılan Aksa Tufanı Harekâtının aslında yüzyılı aşan bu siyonist emperyalizme karşı bir başkaldırı olduğunu fark edecektir. Amerika'lı tarihçi ve eleştirmen Noam Chomsky, bir makalesinde Hristiyan siyonizminin Yahudi siyonizminden daha eski ve güçlü olduğunu belirterek, ABD ve İngiltere’nin bu siyonist mantıkla İsrail zulmüne arka çıktığını belirtir. 1950'li yıllarda gerek ABD başkanı Truman'ın ve gerekse İngiliz yöneticilerinin büyük çoğunluğunun, İsrail devletinin kurulmasını İncil'e dayandıracak kadar Hristiyan siyonizmine inanmakta olduklarını belirtir. Bu yüzden Hamas ve İslami Cihad gibi direniş hareketlerinin tepkisini bu çift yönlü siyonizme karşı bir başkaldırı olarak okumak gerekir.
Hamas, ortaya çıktığı 80'li yıllardan bu yana, bir yandan haksız yere işgal edilen Filistin topraklarını savunurken, bir yandan da İsrail ve Batılı güçlere karşı aslında İslâmî misyonu temsil eden bir mücadele vermektedir. Aynı zamanda İsrail devleti ile uzlaşmaya çabalayan ve çok önemli tavizler veren seküler zihniyetli Filistin Yönetimi'nin başındaki Mahmut Abbas'a karşı bir alternatif olmaya çalışmaktadır. Bu anlamda tavizsiz bir mücadele yürütürken, öte yandan da yeni bir toplum ve zihniyet inşa etmektedir. Dolayısıyla tüm Müslümanların ortak mirası olan ve Kur'an'ın deyimiyle "etrafı mübarek kılınan" Harem üş Şerif'i korumak, sadece Hamas'ın değil, tüm İslam aleminin sorumluluğunda olması gereken bir beldedir. Ne yazık ki İslam ve Arap ülkeleri hem bu kutsal davayı sahiplenme hem de İsrail zulmünü engelleme noktasında çok yetersiz bir politika izleyerek olaya seyirci kalmaktadırlar.
Batı, İsrail ve ABD ile siyasi, ticari ilişkilerinin bozulmaması adına İsrail'in yaptığı soykırıma sessiz kalan -hatta bazen destek bile veren- bölge ülkeleri, sanki bu sorunun bir an evvel "barış yoluyla", -hem de İsrail'in istediği şekilde- çözümlenmesine destek verir bir tavır içerisindedirler. Öyle olunca da bu anlamlı, onurlu direnişin küreselleşme imkânı bulacağı pek mümkün gözükmüyor. Tüm denklemlerini Ortadoğu'da hakimiyet kurmaya yönelik politikalar üretmeye ve İslamofobi üzerine kuran, demokrasi ve insan haklarını dilinden düşürmeyen Avrupalıların ise bu asimetrik savaşta "hak", "adalet" ve "değer" bazlı değil, "çıkar" bazlı bir politika izlemelerinin de bu direnişin yaygınlaşma ve küreselleşme ihtimalini imkânsız kılacağını düşünüyorum.
Tüm şer güçlere karşı Hakk ve adalet çizgisinden ayrılmadan "Hasbinallahu ve ni'mel vekil" diyerek direniş gösteren Filistinli Müslümanlara Allah'ın yardım edeceği inancı ve ümidini de -dua manasında- her daim taşıyorum. Vesselam.