İsmail Akyüz: 1839’da, yenildiğimizi anlayıp gereğini yaptığımızda İbn Haldun’un 14. asırda değerlendirdiği “mağlupların işleri” oyununu sahneye koyduk

  • Paylaş:
  • Tarih: 09 Nisan 2025     Y: İsmail Akyüz    Yazdır
img
İsmail Akyüz: 1839’da, yenildiğimizi anlayıp gereğini yaptığımızda İbn Haldun’un 14. asırda değerlendirdiği “mağlupların işleri” oyununu sahneye koyduk

İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne denilebilir? “Dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilebilir mi? Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişini nasıl düşünmek gerekir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Sömürgecilik" dosyasında İsmail Akyüz'e sorduk.

1. Sömürgecilik nedir? Modern ve klasik sömürgecilik arasında fark var mıdır? Edward Said’in “oryantalizm, sömürgeciliğe keşif kolu hizmeti sunmuştur.” tespitini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sömürgecilik, bir devletin başka devlet ya da toplum üzerinde askeri, siyasi, iktisadi ve kültürel alanlarda baskı kurup, bu durumu kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmasından ibarettir. Batıda kolonizasyon, bizde isti’mar ya da istimlak olarak kavramlaşan bu durum geçmişte tüm tarihi dönemleriyle her ne idiyse, modern dönemde de kendini güncellemiş yapısıyla aynen devam etmektedir. Klasik dönem sömürge faaliyetleri sömürülenler açısından bakıldığında iliklere varıncaya kadar tüm acısıyla hissedilmiş iken, modern dönemde özellikle iktisadi ve kültürel alanlardaki sömürge çalışmaları müstemleke toplumlar tarafından hissedilemez hale gelmiştir. Kendini dünyanın merkezinde yapılandıran Batı, “Doğu, Yakın Doğu, Uzak Doğu” olarak tanımladığı coğrafya üzerinde, özellikle Avrupanın seçkin üniversite kürsülerinde demini almış tüm “doğuya ait” çalışmaları sömürge planlarının bir parçası haline getirmiş; belki başlangıcı itibariyle değil ama vardığı yer bakımından oryantalizm Batının tüm bir Doğuya, aslında nasıl bir Doğulu olduğunun öğretildiği bir külliyata dönüşmüştür. Tam bu noktada Doğunun büyük vicdanı Edward Said’in “Oryantalizm, sömürgeciliğe keşif kolu hizmeti sunmuştur” tespiti su götürmez bir hakikattir. Said’e göre daha başta oryantalizm “Batıyı Doğudan ayırmak için hem ontolojik hem de epistemolojik bir duruş; Doğu’yla Doğu hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu betimleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek uğraşan ortak kurum olarak Doğu’ya egemen olmakta, Doğu’yu yeniden yapılandırmakta, Doğu üzerinde hüküm kurmakta kullanılan Batılı bir emperyal üslup” demektir. Bu yönüyle Said oryantalizmin sömürgeciliğe hizmetini “Bir söylem bir disiplin olarak oryantalizm aydınlanma sonrasında Avrupa kültürünün Doğu’yu siyasi, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel, imgesel olarak çekip çevirmesi ve hatta yeniden üretmesi” olarak tanımlayarak işe başlamıştır. Bu durum Said’de o kadar böyledir ki hangi konuda ne yazıyor ne diyor fark etmez, Doğuya dair yazan ve konuşan her Batılı bu sistemin bir parçası olmakla zan altındadır. Said “Bilginin Batıda sorumsuzca güce dönüşüp Doğuyu anlamak değil, yeniden inşa etmek için bir imkana zemin hazırladığının” elbette farkındadır.     

2. İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Malik b. Nebi’nin “Sömürgecilik kötüdür. Ancak daha kötüsü sömürülmeye elverişli olmaktır.” tespiti hakkında ne söylemek istersiniz? Malik b. Nebi'den sonra İslamcılar sömürülebilirlik sorunu üzerine ne kadar eğildiler?

İslam dünyası 19. asra kadar sözü dinlenen, söz dinleten bir toplum olarak var oldu. Ancak, kolonyal sömürgeciliğin 17 ve 18. yüzyıllarda denizaşırı topraklarda yapıp ettiklerine seyirci kaldı. 1492’den sonra Avrupa, Yeni Dünya olarak isimlendirilen koca Amerika kıtasında 500 yıl sürecek katliam ve soykırıma başladı. Sonrasında Kızılderili, Maya, Aztek, İnka her ne medeniyet varsa sahneden sildi. General Philip H. Sheridan’ın dediği gibi ‘En İyi Kızılderili, Ölü Kızılderili’ydi. Bu dönemde İslam dünyası duraklama dönemindeydi veya başka tabirle ayakta kalabilme mücadelesi veriyordu. 19. yüzyılda savunması da çöken İslam dünyası sömürgeciliğin emperyal korkunç yüzüyle bizzat tanıştı. Hindistan 1852’de, Tunus 1881'de, Mısır 1882'de, Sudan 1889'da, Libya ile Fas 1912'de işgal edildi. “Sömürülmek gerçekten kötüydü” ve daha kötüsü “farkında olmamak” ve içimizden devşirilenler marifetiyle emperyalizme pazar olmaktı. Bu durumu yaşayarak anlayabilecek ve çökmekte olan medeniyeti ısrarla ayakta tutacak hareketin, dine sımsıkı sarılmış ıslah çalışmaları olduğunu savunacak zirve isimlerden biri Malik b. Nebi’dir. O daha çok sömürülmeyi “aciz insanların buna müsait olması” yönüyle değerlendirmiştir. Böyle bir dilin bize yapacağı şey “kötü hissetirmek”ten başka bir şey olmaz. Bugün İncirlik ve Çiğli hava ve Kürecik radar Amerikan üslerinin varlığını sadece “Türkiye acziyeti” olarak değil, büyük Amerika gücü olarak da değerlendirebilmek daha doğru olacaktır. Egemenliğin nerede bitip, sömürgeleşmenin nerede başladığı da kimi zaman bir tutulma hali. Çocuklarını parçalayan sokak köpeklerine ne yapacağını bilememek böylesi bir tutulmanın resmi. Bu nedenle, hayatını bu aziz mücadeleye vakfeden Malik b. Nebi üzerinden İslami sömürgecilik hassasiyeti oluşturup ümmeti zann altında bırakmak doğru olmaz. Aziz Ümmet neredeyse iki asrı bulan bu süreçte hem liderlerini hem de takipçilerini yetiştirdi. Bugün İslami Hareket tüm İslam coğrafyasında şu ya da bu şekilde neye maruz kaldığının ve ne yapması gerektiğinin farkındadır. “Eğer siz, (Uhud’da) bir yara almışsanız, o toplum da (Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. Biz, bu tür (iktidar) günlerini insanlar arasında döndürür dururuz. (Bu) Allah’ın sizden iman edenleri belirlemesi ve sizden şehitler edinmesi içindir. Şüphesiz Allah, zalimleri asla sevmez.”¹

3. Modern tarihe özgü ideolojik akımları, Avrupa’ya mahsus sosyal gerçekliğin küreselleşmesine hizmet etmesi bakımından, sömürge aparatları olarak nitelemek mümkün mü? Neden? Bir sömürge aparatı olarak aydına nasıl bir konum biçiyorsunuz?

Hakikatin önünde dikilen tüm beşeri sistemlerle bir derdimizin olduğu malumumuz. Hayatı ideolojilerle anlamaya ve kavramaya çalışan insan ve toplumların, İslam’ın hakimiyet teolojisiyle bir derdi olduğu da, olacağı da açıktır. Egemenliği paylaşmak istemeyen İslam düşüncesi için bu elbette yine böyledir. 1839’da, yenildiğimizi anlayıp gereğini yaptığımızda İbn Haldun’un 14. asırda değerlendirdiği “mağlupların işleri” oyununu sahneye koyduk. Buna göre “Mağluplar, galiplere doğaları gereği düşkünlük gösterir, hayranlık duyar ve onda üstün/kâmil vasıflar ararlar. Bu anlamda mağlup taraf galip tarafın galibiyetinin sebebini, ya onların doğalarından gelen bir üstünlüğe, ya da sahip oldukları başka bir şeye, genelde hayatı yaşama tarzlarının üstünlüğüne bağlar. Böylece mağlup taraf birinci aşamada galip tarafı taklide eğilim gösterir. İkinci aşamada ise mağlup toplum içerisinden çıkan bir grup, değişimi sahiplenir, galip medeniyeti yücelten ve öven bir psikolojiyle taklidi radikal biçimde savunur, bunun için şiddet içeren yöntemlere başvurabilir ve bu grup nihayet ya devlet güçleriyle işbirliği yapınca ya da devleti bizzat ele geçirince, savunduğu düşünceyi devlet politikası olarak halka dayatmaya başlar. Böylece galip tarafın mağlup taraf üzerinde başlangıçta uyguladığı baskıya artık gerek kalmaz ve mağlubun galibe benzeme süreci toplumda kendiliğindenleşip gündelik bir yapı kazanır, kültürel asimilasyon içeriden, güdümlü ve mecburi bir biçimde devam eder. Taklidin ilk aşamasında galiplerin baskı ve hâkimiyeti, mağlupları rehavete ve pısırıklığa sürükler. İkinci aşamada ise galip tarafın baskı ve hâkimiyetine gerek kalmaksızın mağlup taraf kendi içinde çözülür ve dönüşür. Böylece toplumun ortak ve uzun vâdeli emelleri zayıflar, asabiyeti çözülür, yerel kültür yabancı kültür karşısında giderek erir ve sonunda devletin ortadan kalkmasıyla birlikte kültür, medeniyet ve millet ortadan kalkar.”²  Ancak bu sistemleri ve ideolojileri ayakta tutacak yetişmiş aydın kesimi ikna etmek öyle kolay olmayacaktır. İçinden çıktığı topluma karşı her daim güçlü olanın yanında, ölüm sonrası hayat için bir hesap derdi olmayanlarla bu topraklarda hep taraf olacağız ve yaptıklarına asla şaşırmayacağız. Bin yıllık İslam yurdunda Batının taşeronluğunu yapan, ruhunu satmış ve ama bizle yaşayanlara hep bir sözümüz olacak.

4. Tekno-endüstriyel çağda yapay zekanın baskın karakteri sömürgeciliği dijital platformlara da taşımış görünüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Artık “dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilir miyiz?

Postkolonyal dönem zaten bir emperyal tecrübe olarak çoktan dijital-sanal vasatta boy göstermiştir. Gerçekliği yitirmiş, sanal olanda kendini kaybetmiş dünyaya can simidi atmış; dünyasını gerçekleştiremeyenlere cennetler oluşturmuşlardır. Pandemi döneminde tüm dünyayı bir laboratuvara çevirip, sosyal yoksunluklar üzerinde deneyler yapmışlar ve tezgahın tuttuğunu görmüşlerdir. Öyle ki pandemide Çin’in CoronaVac’ı, Almanya’nın Pfizer-BioNTech’i, Rusya’nın Sputnik V’i ve nihayet Türk malı TURKOVAC’ı gönül rahatlığıyla kullanıp kokteyller yaptırdık. Artık cüzdanlardaki kartlar, ceplerdeki telefonlar ve masalardaki bilgisayarlar üzerinden çılgın bir sömürü dönemi yaşanmaktadır. Tuhaf olan ise herkesin memnuniyetini göstermesi ve direnecek bir gücün bulunmamasıdır. Kazanım sarhoşluğu içindeki bizlerin karanlıklardan aydınlığa çıkmak için hiç de acelemiz yok.

5. İnsanlık son yüzyılda iki büyük dünya savaşı gördü. İçinde bulunduğumuz koşullar yeni bir dünya savaşına kapı aralayabilir mi? 19.yüzyılda olduğu gibi enerjinin merkezde olduğu yeni bir sömürgecilik çağı mı başlıyor? İçinde bulunduğumuz durum hakkında ne dersiniz?

Birinci Dünya Savaşına, imparatorluklar sonrası ulus devletlerin kuruluş sürecinde sınırlarına rıza göstermeyip daha fazlasını istemesi; İkinci Dünya Savaşına ise büyük ekonomik kriz ve pazar arayışı sebep olmuştur, denebilir. Yeni dönemde çıkmış irili ufaklı savaşların ve bitmeyen terörün temelinde silah üreticilerinin büyük çabasının olduğunu düşünebiliriz. Oluşturdukları büyük dünya pazarında kasalarını dolduran, itiraz edenlere bu pazarda küçük bir tezgah açan patronların yeni bir dünya savaşı için ellerinde zaten olandan çok daha büyük bir sebebe ihtiyaç duyacaklarını söyleyebiliriz. Tüm sömürü düzenlerine her zaman sesini yükseltmiş ve tavrını koymuş İslam, fedakar yolcularını bulup yeniden fetih programına başladığında hesaplar elbette yeniden yapılacaktır. Yeni dünya düzenine isyan edecek cesur yüreklerin öncelikle dünyasından vazgeçmeyi, büyük fedakarlıklar yapabilmeyi becerebilmesi gerekiyor. Filistinli kardeşime söyledikleri gibi: İstediğin her ne ise, önce çocuklarından vazgeçmelisin!

6. Türkiye’deki yayın dünyasının sömürge karşıtı literatüre ilgisi hakkında ne söylersiniz? Bu bağlamda Türkiye akademik-entelektüel havzasının ve İslami hareketlerin sömürgecilik hakkındaki duyarlılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de 80’ler sonrası özellikle tercüme eserler üzerinden oluşan iddialı fikir dünyamız maalesef yerli bir gelenek oluşturamadı. Bunda Türkiye’nin özel bölgesel şartları, darbeler geleneğimiz ve nesillere aktarılamayan İslamcı fikriyatın etkilerinin olduğunu tartışabiliriz. Ancak tam burada 80 ve 90’lara damgasını vurmuş dergiciliğimizi (hatta bana göre dergiciliğimiz kitap çalışmalarına göre daha başarılıydı) gündemi yakalamak, daha yerli bir duruş sergilemek ve daha geniş bir kitleye ulaşmış olmak gibi yönleriyle anmak gerekiyor.  Türkiye akademyası ise bu süreçte liyakati aklının ucundan geçirmemiş muhafazakar yapısı, ülke gerçeklerine sırt çevirip entelektüel bir duruş sergileyememesi yönüyle eleştirilmiştir. Gerek Edward Said’in otorite ve iktidara hizmeti reddeden entelektüeli ölçeğinde, gerekse Ali Şeriati’nin entelektüelden ayırıp ısrarla teklif ettiği daha çok lider vasıflı aydını ölçeğinde olsun, Türkiye akademyası yüz ağartmamıştır.  Farklı renkleriyle Türkiye İslami hareketinin tüm bu vasatta “varlık mücadelesi” veren, ilikli kemikli bir duruş için karar alması beklenen yapısına dikkat çekmek gerekir. Belki bu durum için son döneme dair şöyle bir durumdan bahsedebiliriz: İslami Hareket onurlu bir duruş ve yükseliş için hep ulaşmayı arzu ettiği finans kaynaklarını; yetersiz, plansız ve programsız İslami çalışmalar nedeniyle Afrika’da su kuyusu açtırmak, Suriye’de ekmek fabrikası işletmek veya Gazze’de iftar verip, öksüz ve yetimlerini giydirmek veya ülke dışında kurban seferberliklerinde kullanmaktadır. ‘Dünya Türkiye’yi bekliyor’ gibi garabet bir seviyeye bile ulaşan bu durumdan herkes fazlasıyla memnun görünmektedir.

7. Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişi hakkında ne düşünüyorsunuz?  Bu direnişin küreselleşme imkanı var mı?

Müslümanlar farklı coğrafi bölgelerde farklı şartlarda mücahede ediyorlar. Demokratik ortamlarda kazanım peşinde hesaplar yapan ve acelesi olmayan Müslümanlar ile zorba sistemlerde yol bulmaya çalışan Müslümanlar, Aksa Tufanı ile ‘vazgeçmek’ ve ‘fedakarlık’ nasıl olur, görmüş oldular. Aksa Tufanı tüm dünya İslami Hareketlerine, İslami hareketin sadece bir dünyevi kazanım demek olmadığını böylece hatırlatmış oldu. Siyonist-Evanjelist yapı ise şunu anladı: Son ferdine varıncaya kadar öldürmedikçe bu iş bitmeyecek.

Aksa Tufanı ölçeğinde küresel bir cihadın imkanına dair şunları söyleyebiliriz: Müslümanlar henüz cihadın yöntemi üzerinde bölgesel ittifak içinde olmadıkları gibi, ulus devlet sınırları içindeki İslami Hareket bileşenleri birbirinden bağımsız durumdadırlar. Bu durum Aksa Tufanını küresel ölçekte bir İslami harekete dönüştürmez. Bu noktada tüm İslami Hareketlere “Tüm dünya İslami Hareketinin bir parçası olmak” idrakinin yerleşmesi gerekiyor. Aksa Tufanı ile Gazze’de olup bitenleri bir toprak kavgası olarak görmek, nihayetinde ikna edici bir sınır teklifiyle her şeyden vazgeçmek anlamına da gelecektir. Tüm dünya gibi biz Müslümanlar da 2003’te Irak’ın işgalini televizyonlardan canlı olarak takip etmemiş miydik? Ve elbette hepimizin seyirci kalmaya bir nedenimiz vardı. Bugün de Gazze’yi izlemeye devam ediyoruz ve nedenlerimiz var.

1.Al-i İmran 140

2.Bkz.“Mağlubun Gâlibi Taklit Etmesi: İbn Haldûn’un Gözünden Endülüs, Osmanlı ve Cumhuriyet Bağlamında Bir Değerlendirme” Murat ERTEN 

Yorum Yapın