İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne denilebilir? “Dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilebilir mi? Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişini nasıl düşünmek gerekir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Sömürgecilik" dosyasında Prof. Dr. Müşerref Yardım'a sorduk.
1. Sömürgecilik nedir? Modern ve klasik sömürgecilik arasında fark var mıdır? Edward Said’in “oryantalizm, sömürgeciliğe keşif kolu hizmeti sunmuştur.” tespitini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Röportajımıza başlamadan önce “sömürgecilik” kavramının kullanımına itirazım olduğunu belirtmek isterim. Sömürgecilik kavramı yerine kolonyalizm kavramını kullanmayı tercih ediyorum. Hem derslerde hem de yayınlarımda mümkün oldukça kolonyalizm kavramını kullanmaya çalışıyorum. Türkçeye tercümesi olan sömürgecilik kavramı colonialisme (kolonyalizm) kavramını ne kadar karşılamaktadır? Sömürmek fiilinden üretilen sömürgecilik kavramı, ister birey olsun isterse de topluluk olsun, haksız yere yararlanmak veya kazanç sağlamak anlamını taşırken kolonyalizm yayılma ve yerleşime vurgu yapmaktadır. Bir başka ifade ile kolonyalizm bir devletin kendi çıkarları için denizaşırı topraklar üzerinde askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel üstünlük ve hakimiyet sağlayarak yağmalamasını ifade eden bir ideolojidir. Burada dikkat çekilmesi nokta kolonyal devletin kendi ulusal alanının bir parçası olmayan topraklar üzerinde hegemonik ilişkiler kurmasıdır. Bu sebeple sömürgecilik kavramı kolonyalizmi tanımlamada yetersiz kalmaktadır. İzninizle röportaj sürecinde de kolonyalizm kavramını kullanacağım.
Kolonyalizm yeni bir oldu değildir. Kolonyal faaliyetler tarih boyunca devam edegelmiştir. Klasik kolonyalizm ve modern kolonyalizm arasında küçük nüanslar bulunmaktadır. Ancak modern kolonyalizm her ne kadar coğrafi keşifler ile bağlantılı da olsa klasik kolonyalizmin devamından başka bir şey değildir. Sebepleri ne olursa olsun eski çağlarda Fenikeliler, Yunanlar ve Romalılar örneğinde olduğu gibi bir kolonyalizm söz konusu olmaktadır. Benzer metotlarla modern kolonyalizmde de Avrupa, sınırlarını ötelere Asya, Afrika ve Latin Amerika’ya taşıdığı görülmektedir. Burada kolonyalizm bir genişleme ideolojisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Klasik kolonyalizm nerede ve ne zaman yerini modern kolonyalizme bıraktığına dair tartışmalar yapılagelmiştir. Ancak ikisi arasında bir kopuştan ziyade bir devamlılık söz konusu olmaktadır. Ancak bu devamlılığın yanında modern kolonyalizmle birlikte oryantalizm gündeme gelmektedir. Edward Said’in “oryantalizm, kolonyalizme keşif kolu hizmeti sunmuştur” düşüncesi bir gerçekliğe vurgu yapmaktadır. O da kolonyalizmin, oryantalizmin pratiğe dökülmüş şeklî olduğudur. Oryantalizm Doğu toplumlarının dilleri, kültürleri, tarihleri ve coğrafyaları hakkında üretilen/kurgulanan bilgiyi kapsamaktadır. Edward Said, Orientalism (1978) başlıklı çalışmasında Foucault’nun bilgi-iktidar yaklaşımından yola çıkarak oryantalist bilginin nasıl Batı'nın kolonyal politikalarına hizmet ettiğini ortaya koyarken oryantalist çalışmalar ile kolonyal ve emperyal çıkarlar arasındaki bağlantıyı göstermektedir. Bu bağlamda da oryantalistler de Edward Said’in ifadesi ile “antropolog, sosyolog, tarihçi yahut dilbilimci olsun özel yahut genel bir açıdan Şark’ı öğreten, yazıya döken yahut araştıran kimse şarkiyatçıdır ve yaptığı şey şarkiyattır”. Oryantalistler arasında seyyahlar, ressamlar ve edebiyatçıların da olduklarını unutmayalım. Ayrıca İslami araştırmalar ve ilahiyat alanında Goldziher, Schacht, Juynboll, Massignon, Gardet, Laoust, Anawati, Arnaldez, Pellat gibi oryantalistlerin çalışmalarının da altını çizmemiz gerekmektedir. Oryantalistlerin İslami araştırmalara ilgisinin altında dini, politik, bilimsel, ticari ve kolonyal nedenler yatmaktadır. Oryantalistlerin İslam, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygambere bakışlarının indirgemeci ve aşağılayıcı yorumlara dayandığını göz önünde bulundurursak İslami araştırmalara yönelik çalışmalarının da Batı yanlısı ve Batı’nın çıkarları doğrultusunda olacağını tahmin etmek zor değildir. Kolonyalizmin her ne türü olursa olsun, mutlaka oryantalist unsurlara dayandığı bir gerçektir.
2. İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Malik b. Nebi’nin “Sömürgecilik kötüdür. Ancak daha kötüsü sömürülmeye elverişli olmaktır.” tespiti hakkında ne söylemek istersiniz? Malik b. Nebi'den sonra İslamcılar sömürülebilirlik sorunu üzerine ne kadar eğildiler?
İslam dünyası toplumlarda kolonyalizmden bahsederken bir ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekmektedir. Müslüman çoğunluklu ülkelerin birçoğu, örneğin Kuzey Afrika ülkeleri gibi, tarihlerinde kolonize edilmişlerdir. Ancak sosyo-ekonomik ve sosyokültürel bir sömürü olsa da Türkiye gibi ülkeler için Batı tarafından kolonize edilme durumu yoktur. Kolonyalizm konusunda genelleme yaparsak sağlıklı bir analiz yapamayız.
Kolonyalizmin bir tahakküm pratiği olduğunu göz önünde bulundurursak, kolonyalistkolonize ilişkisi, güç ilişkisi olmakla beraber “rızaya” veya “dayatmaya” dayanmaktadır. Kolonyalistler işgal etikleri topraklardaki yerli halka iki yöntem uygulamışlardır. Birincisi şiddet yöntemini içeren “zorla kabul ettirmedir”. Cezayir üzerinden bu konuyu ele alabiliriz. Cezayir’in Fransa tarafından kolonize edilmesi 1830’da başlamıştır.
1830’dan başlayarak bağımsızlık tarihi olan 1962’ye kadar olan kolonyalizm süresi içerisinde Fransa Cezayirlilere katliam, yağma, işkence ve nükleer denemeler gibi suçlar işlemiştir. Özellikle Fransa’nın Cezayir katliamı olarak bilinen olayı hatırlayalım. 8 Mayıs 1945'te Fransız ordusu binlerce Cezayirliyi katletmiştir. Sétif ve Guelma bölgelerinde başlayan kolonyalizm karşıtı protestolara katılan vatandaşlar Fransız güçleri tarafından öldürülmüşlerdir. Bazı tarihçiler 45000 ile 80000 arasında Cezayirlinin öldürüldüğünü belirtmektedirler. Fransa, hem Cezayir'de hem de Fransa'da yaşayan Cezayirlilere karşı hayal dahi edilemeyecek zulümler yapmıştır. Katliam sürecinde ve sonraki yıllarda da hem Cezayir’deki Cezayirliler hem de Fransa’daki Cezayirlilerin temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı bir dönem yaşanırken insan haklarının askıya alındığı görülmektedir. 1961'de Cezayir'in bağımsızlığını kazanmasından bir yıl önce, Paris katliamı olarak ifade edilen olayda Paris'te barışçıl bir şekilde protesto etmek isterken 100 binden fazla Cezayirli Fransız polisi tarafından öldürülürken birçoğu da vurulmuş ya da nehre atılmıştır. Fransız hükümeti, medyayı sansürleyerek ve arşiv kanıtlarını yok ederek bu tür vahşetleri örtbas etmeye çalışmıştır. Cezayir'in Fransız kolonyalizminin 1,5 milyon Cezayirlinin hayatına mal olduğu tahmin edilmektedir. Cezayir’in tarihte var olma sebebini “Fransız kolonyalistlere” bağlayan Macron 2017'de Fransa cumhurbaşkanlığı için kampanya yürütürken Fransız kolonyalizmin "insanlığa karşı suç" olduğunu ve 2018’de Fransa'nın Cezayir kurtuluş savaşı sırasında sistematik bir işkence sistemi uyguladığını itiraf etmiştir. Cezayirliler, Fransa'dan 1830-1962 yılları arasındaki Fransız kolonyal döneminde Cezayir halkına karşı işlediği suçları tanımasını, özür dilemesini ve tazmin etmesini talep etmektedirler. Ancak kolonyal tarihte yapılan katliamlar için Cezayirlilerin beklediği “özür” hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Benzer tutumu eski Cumhurbaşkanı Sarkozy de sergilemiştir. Nicolas Sarkozy’nin 2007 tarihinde Dakar’da yaptığı konuşması kolonyal zihniyetin devamı niteliğindedir. Sarkozy yerli halkın değişimin öncülüğünü eden modern insandan ayrıştığına dikkat çekerken Fransa’nın kolonyalizm altındaki ülkelerdeki varlığının haklılığını savunmaktadır.
Cezayir örneği ile açıklamaya çalıştığımız birinci yöntemin yanında bir diğeri ise yumuşak diye ifade edebileceğimiz “ikna” yöntemidir. İkna yönteminin somut çıktılarını da yine Cezayir katliamında Fransız güçleriyle iş birliği yapan Cezayirliler örneğinde görmekteyiz. Kolonyal zihniyet yerli insanlara karşı şiddete başvurmadan önce onlardan kendilerinin ülkeye gelişlerine rıza göstermelerini beklemektedir. Bir başka ifade ile Batılı güçlerin yerli halktan daha güzel bir yaşam sunmak için geldiklerine inanmalarını ve onlara direnç göstermeden iş birliği içerisinde olmalarını talep etmektedirler. Bu noktada Kenyalı siyasetçi Jomo Kenyatta’nın “Beyazlar Afrika'ya geldiklerinde bizim elimizde toprak, onların elinde ise İncil vardı. Bize gözlerimiz kapalı dua etmeyi öğrettiler: gözlerimizi açtığımızda Beyazların elinde toprak, bizim elimizde de İncil vardı” ifadesi oldukça dikkat çekicidir. Rıza yöntemi yerli halkın kendi istekleri ile topraklarını, zenginliklerini, zihinlerini, düşüncelerini, emeklerini, fiziki güçlerini kolonyalistlerin emrine sunmalarına vurgu yapmaktadır. Ancak daha da yıkıcı olan kolonize edilenin rıza göstermesi Batı’nın ve değerlerinin karşısında kendi değerlerini hor görerek reddetmesi anlamına gelmektedir. Batı’nın değerlerine övgü ve saygı gösterilirken kendi değerlerine karşı bir nefret ve düşmanlık besleme durumu vardır. Bu da aşağılık kompleksini gündeme getirmektedir. Yetersizlik ve aşağılık duygusu içinde olan bir kişinin kolonyalizme açık kapı bırakması hatta davet etmesi kaçınılmazdır. Kolonyalistlerin “güllerle” karşılanarak açık bırakılan/açılan bu kapıdan girmeleri kadar doğal bir durum yoktur. İnsanlar kolonyalizme izin verdikleri/müsemma gösterdikleri kadar kolonyalistler girişimlerinde başarılı olabilirler. Bu bağlamda Malik b. Nebi’nin “Kolonyalizm kötüdür. Ancak daha kötüsü kolonize edilmeye elverişli olmaktır” ifadesi kolonize edilen yerli halkta ortaya çıkan rıza ve içselleştirme boyutuna dikkat çekmektedir. Malik b. Nebi bu durumu “colonisabilité” (kolonize edilebilirlik) kavramı ile açıklamaktadır. Kolonize edilebilirlik, kolonize edilen toplumu kolonyalistlerin kölesi yapmayı amaçlayan psikolojik yenilgi olmakla birlikte kolonize edilenlerin özgüvenini yok ederek kolonyalistlerin tahakkümü altına almayı sağlayan yöntemler bütünüdür. Malik b. Nebi için “dış hastalık” olan kolonyalizmin yanında bir de “iç hastalık” olarak kolonize edilebilirlik vardır. İslam dünyasındaki kolonyalizmin başlangıcı olarak kolonize edilebilirliği işaret etmektedir.
Malik b. Nebi’nin hayatına baktığımızda kolonyalizmin olumsuz ve yıkıcı etkilerine doğrudan maruz kaldığını görmekteyiz. Kolonyal sistemin içinde yaşaması kolonyalizmle mücadelesini şekillendirmiştir. Öğrencilerle başlayan buluşmaları katman katman büyüyerek bilinçli İslami bir kültürel harekete dönüşmüştür. Böylelikle Cezayir'deki çağdaş İslami hareketin tarihinde önemli bir yer işgal etmektedir. Malik b. Nebi’nin
Cezayir dışında İslam dünyası düşünürleri üzerinde etki yaptığı şüphesizdir. Türkiye’de Malik b. Nebi ile ilgili akademik çalışmalar henüz çok yeni olsa da büyüyen bir ilgi olduğunu görmekteyiz. Ancak genel olarak zengin bir literatür bulunmasına rağmen Malik b. Nebi’nin ortaya koyduğu kolonyalizmle ve İslam medeniyeti ile ilgili düşüncesi ne yazık ki İslam dünyasında yeterince ilgi bulamamıştır. Örneğin Kuzey Afrikalılar, hatta Cezayirlilerle konuşurken Malik b. Nebi gibi bir düşünürün varlığından haberdar olmadıklarını görmüştüm. Bu durum çok şaşırtıcı olmakla birlikte kolonyalizmin ne kadar başarılı olduğunu gözler önüne sermektedir. Malik b. Nebi’nin ortaya koyduğu kolonize edilebilirlik kavramı bir tür “öz eleştiri” içermektedir. Kolonyalistleri suçlamadan önce kendimize dönüp bakmamızı söylemektedir. İslam dünyasında kolonyalizm ve etkileri tartışılırken genellikle Batı’nın kolonyal politikaları eleştirilmiştir. Ancak İslam dünyasının içinde bulunduğu durum her şeyden önce
Müslümanların kolonyalistlere verdiği tavizlerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun somut örneklerini bugün de görmeye devam etmekteyiz. İslam dünyasından karşı çıkma gibi duruşlar olmadığı müddetçe Batılı güçler Müslümanların topraklarını işgal etme, soykırım yapma gibi kolonyal pratikleri hayata geçireceklerdir. Ayrıca kolonyal zihniyetle mücadele konusunda akademide Müslüman düşünürlerin ve akademisyenlerin
Malik b. Nebi’nin “kolonize edilebilirlik” kavramı gibi bir özgün bir kavram ortaya koyamadıkları gerçeğini de hatırlatmak isterim. Bir başka ifade ile Batı kaynaklı olmayan bir kavram geliştirme konusunda İslam dünyasında çok az sayıda örnek bulunmaktadır. Bu sebeple Malik b. Nebi’nin “kolonize edilebilirlik” kavramı çok kıymetlidir. İslam dünyasında hem siyasal anlamda hem de akademik anlamda anti-kolonyal politikalar, yayınlar, faaliyetlerin eksikliği Batı’nın kolonyal söylemine egemenlik alanı açmaktadır.
3. Modern tarihe özgü ideolojik akımları, Avrupa’ya mahsus sosyal gerçekliğin küreselleşmesine hizmet etmesi bakımından, sömürge aparatları olarak nitelemek mümkün mü? Neden? Bir sömürge aparatı olarak aydına nasıl bir konum biçiyorsunuz?
Batı’nın kolonyalizm tarihinde bilim adamları ve aydınların oynadıkları rol tartışılmazdır. Oryantalist bilgi Edward Said’in ifade ettiği antropolog, sosyolog, tarihçi ve dilbilimci gibi bilim adamları tarafından kolonyal zihniyetin hizmetine sunulmuştur. Bu sorunuza tarih yazımı örneğinden yola çıkarak cevap vermek istiyorum. Sosyal bilimler ve özellikle tarih dünyanın ve toplumların kavramsallaştırmasını yaparken bilimsel tartışmaların merkezine Batı’yı oturtmaktadır. Batı dışı toplumlar ve kültürleri ise entelektüel üretimin dışında tutulmaktadırlar. Akademik çalışmalar ve özellikle tarih yazımı eurosentrik yaklaşımı temel almaktadır. Tarih pratiği, kendi kültürel mantığı ve meşruiyetini ortaya çıkarmıştır. Batı’nın lineer evrensel tarihi, modern uygarlık çerçevesinde gelişmiş ve yaygınlık kazanmıştır. Bir başka ifade ile tarih, Batı’nın kültürel bir üretimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Eurosentrizm kaynaklı tarih yazımı öteki olarak görülen Batı dışı toplumlar hakkında oluşturulan (oryantalizm kaynaklı) bilgiyi kullanarak Batı’nın çıkarlarını ön planda tutan bir söylem kurgulamaktadır.
Sarkozy’nin “Afrika’nın trajedisi, Afrikalıların tarihe tam olarak girmemiş olmalarıdır...
Kendilerini hiçbir zaman gerçekten geleceğe aktaramadılar” ifadesi doğrultusunda eurosentrik ve kolonyal geleneğe dayalı tarih yazımı için kolonize edilenler tarihte yok hükmündedirler. Böylelikle kolonyalizm öncesi tarih inkâr edilmekte veya yok sayılmaktadır. Tarihte yok sayılmak medeniyet gelişimine katkı sağlamamak anlamına gelmektedir. Fransa’nın Afrika’ya karşı tutumu tam da bu perspektifte şekillenmektedir. Bu yaklaşıma göre kolonyalizm öncesi Afrika tarihi diye bir şey olmadığı ve Afrika tarihinin Batılıların Afrika’ya gelmesi ile başladığı iddia edilmektedir. Böylelikle Afrika’nın yerli tarihi için, dünyanın tarihsel bir parçası olmayan ve ortaya koyacak hiçbir gelişim örneği bulunmayan karanlık bir tarih değerlendirmesi yapılmaktadır. Ancak Afrika tarihine bakıldığında Sahra-altı Afrika'nın Ghana, Mâli, Songhaï,
Monomotapa gibi imparatorlukları bulunduğunu görmekteyiz. 1307 ile 1332 yılları arasında Kanku Musa'nın hükümdarlığı altında zirveye ulaşan Atlas Okyanusu ile Nijer arasındaki bir bölgeyi kapsayan Mali İmparatorluğu örneği verilebilir. Ekonomik ve kültürel merkezi olan Timbuktu, Gao ve Djenné refah, bakır, tuz, altın ve kumaşta Sahra ötesi kervan ticaretine dayanıyordu. Nijer Nehri de önemli bir ticaret yolu olarak ifade edilmektedir. Böyle bir gerçeklik varken kolonyal Ben’in kurguladığı tarih sayfalarında kolonize edilen Öteki yok hükmündedir. Dolayısı ile de medeniyete hiçbir katkı sağlamamıştır. Kolonyalizmde medeniyet sadece Batı’ya ait bir özelliktir.
Yerli toplumların tarihi, kültürleri, değerleri yok sayılırken Batı’nın kolonyalizm tarihi yüceltilmektedir. Örneğin Fransa’da 2005 tarihinde, tepkiler zerine geri çekilse de “Kuzey Afrika'daki Fransız varlığının olumlu rolünün” öğretilmesi ve aktarılmasını tavsiye eden bir yasa kabul edildiğini unutmayalım. Kurgular üzerine kurulmuş kolonyalizm tarihinin yüceltilmesi bilim adamları ve aydınlar aracılığı ile olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Örneğin Napolyon’un Mısır işgali tam bir yenilgiye dönmüşken tarih tarafından bir zafer olarak ilan edilmiştir. Batı’nın kaleme aldığı tarihte Batı’nın kolonyal politikalarının yıkıcı ve olumsuz boyutları dile getirilmezken yararlı ve olumlu sonuçlar ortaya koyduğu belirtilmektedir. Gerçeklerin üstü kapatılarak hayali bir gerçeklik üretilmektedir. Ceberti’nin “Mazharü’t-takdîs” başlıklı çalışması gibi o dönemde Napolyon’un Mısır işgalini kaleme alan yerli çalışmalar bulunmasına rağmen biz bugün sadece Batı’nın kurguladığı tarihi okumaya mecbur bırakılıyoruz. Dün olduğu gibi bugün de kolonyal faaliyetler bilim adamları ve aydınlar tarafından meşrulaştırılmaya devam edilmektedir. Kolonyal faaliyetler için bilimsel çalışmalarda örneğin “yağmacı” ve “işgal” kavramları yerine “kurtarıcı”, “medeniyet götürme”, “yardım etme” ve “hizmet götürme” gibi daha insancıl nedenler zikredilmektedir. İnsanlık suçu sayılacak faaliyetler “medenileştirme ve ehlileştirme misyonu” ile sunulmaktadır. Kavrasallaştırmalar Batılı bilim adamları ve aydınlar tarafından kolonyalizm ideolojisinin izin verdiği şekilde yapılmaktadır. Eurosentrik ve kolonyal egemen söylemin onaylamadığı hiçbir kavram kabul görmemektedir. Bunun en çarpıcı örneği Gazze’dir. Yıllardır var olan ancak yaklaşık 1,5 yıldır şiddetlenerek artan saldırılar soykırıma dönüşmüşken, “soykırım” kavramı literatüre girememiştir. Bilimsel çalışmalarda “soykırım” kavramına yer yoktur. Bilim dünyasına giremeyen soykırım kavramı medya, siyaset gibi alanlara da girememiştir. Bu egemen söylem doğrultusunda Gazze’de yaşananlar katliam ve soykırım değil, “İsrail’in meşru müdafaa hakkı” olarak kabul görmektedir. Ancak Batı’nın kurduğu tahakküm ilişkisi ve buna bağlı olarak ortaya çıkan tarih yazımına aralarında Edward Said, Malik b. Nebi, Frantz Fanon, Aime Cesaire, Homi Bhabha, Gayatri Spivak gibi düşünürler tarafından eleştiriler getirilmiştir. Bu gelenek henüz çoğunluğu yansıtmasa da Batı’nın dünyayı kolonyal pencereden okuması ve sunmasına tepkiler günden güne artmaktadır.
4. Tekno-endüstriyel çağda yapay zekanın baskın karakteri sömürgeciliği dijital platformlara da taşımış görünüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Artık “dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilir miyiz?
Dünyanın geçirdiği değişim ve gelişmeleri kolonyalizm de takip etmekte ve yeni konjonktürlere göre şekil almaktadır. Dijital teknolojiler de ezen ve ezilen üzerine kurulmuş olan kolonyal sisteminin içerisinde yer alarak güce dayalı ilişkiyi üretmektedirler. Kolonyalizm, her ne türlü olursa olsun, egemen söylem dışında çeşitliliğe ve çoğulculuğa konuşma ve var olma imkânı vermemektedir. Kolonyalistler tahakküm altına aldıkları topraklarda kendi din, dil, kültür ve dolayısı ile yaşam tarzını empoze etmektedirler. Kolonyalizm için kültürel çeşitlilik büyük bir tehdit olduğundan Batı kendisinin belirlediği kültürel değerleri tek meşru kültür olarak dünyaya dayatmaktadır. Bir başka ifade ile kolonyal Batı oluşturduğu bir kültür biçimini ve yaşam tarzını diğer kültürlere aktarmak ve yaymak için o yaşam tarzına uygun ürünler üretip satması gerekmektedir. Emperyalist yaklaşım bütün kolonyal anlayışlarda olduğu gibi dijital kolonyalizmin de kaynağını oluşturmaktadır.
Dijital kolonyalizm, dijital teknolojinin başka bir ulus veya bölge üzerinde siyasi, ekonomik ve sosyal tahakküm kurmak için kullanılmasını ifade etmektedir. Geleneksel kolonyalizmde yerli halklar topraklarından mahrum bırakılırken, emekleri de Batı’nın çıkarları için kullanılmıştır. Bu süreç aynı zamanda stratejik azgelişmişlik yoluyla bağımlılığı ve yağmacılığı sağlamıştır. Bu bağlamda kolonyalistler, yerli halka hizmet için kurduklarını iddia etikleri limanlar ve demiryolları gibi kritik altyapıların kontrolünü ele geçirerek kendi çıkarları için kullanmışlardır. Geleneksel kolonyalizmdeki bu yapı dijital altyapı ile aynı rolü oynamaktadır. Büyük Teknoloji şirketleri, kullanıcıları gözetlemek, verilerini işlemek ve kontrol etmek için dijital altyapıyı kullanmaktadırlar. Örneğin Google, Google Arama, Haritalar, Reklamlar, Android konum hizmetleri, Gmail gibi çeşitli kaynaklardan gelen kullanıcı verilerini hortumlayarak depolamaktadır. Amerika merkezli şirketler sosyal ağlardan eğlence sektörüne kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan sistemleri ellerinde tutarken kolonize edilmiş topraklarda eğitimden eğlenceye, turizmden ticarete kadar birçok alan yabancı şirketlerin kontrolüne bırakılmaktadır. Silikon Vadisi merkezli yabancı şirketler yerel olana hayatını sürdürme imkânı vermemektedirler.
Dijital kolonyalizm teknolojinin çıkar ve yağma amacıyla tasarlanmasını amaçlamaktadır. Bu yönüyle dijital kolonyalizm, geleneksel kolonyalizmin toprağa el koyarak işgal etmeyi amaçlayan yöntemlerini hatırlatmaktadır. Son yıllarda, yapay zekanın genişlemesi, şirketlerin küresel etkisini büyük ölçüde artırmıştır. Sonuç olarak, dijital dünya, korkunç bir şekilde geleneksel kolonyalizmle benzerlik taşıyan yöntemler kullanmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Geleneksel kolonyalizm nasıl ırkçılığı, nefreti ve düşmanlığı üretiyorsa dijital kolonyalizmde de ırkçılık, düşmanlık ve nefret söylemlerine dayalı önyargı faktörleri ile karşılaşılmaktadır. Yapay zekanın hızla yaygınlaşmasıyla birlikte teknolojilerdeki önyargılar kolonyal uygulamaları genişletmiştir. Dijital teknolojiler genellikle dünyada mevcut olan eşitsizlikleri pekiştirmekte ve artırmaktadır. Bu durum yeni teknolojinin sermaye sahipleri tarafından sahiplendiğini göstermektedir. Birçoğumuz sosyal medyayı kullanıyoruz ve takip ve paylaşımlarla da aktif bir kullanıcı konumundayız. Ancak sahibi bağlantıyı kestiği anda hiçbirimiz bu mecralara erişemiyoruz. Bu eşitsizliklerle birlikte teknolojik mecraların izin verdiği ölçüde bilgi paylaşımı yapabiliyoruz. Teknolojik sermaye sahiplerinin paylaşımlarda yapılan içeriğe de müdahale ettikleri/etmedikleri bilinmektedir. Örneğin X platformu veya başka bir platform, kolonyal ideolojiye ters bir paylaşım yapılmak istendiğinde buna izin vermemektedir. Gazze soykırımı yaşanırken bu platformlar kendi süzgeçlerinden geçmeyen içeriklere müsaade etmemişlerdir. Aynı şekilde ırkçı paylaşımların engellenmesi talebine de olumlu cevaplar verilmemektedir. Örneğin suç sayılabilecek nitelikte ırkçı ve İslamofobik içerikli paylaşımlar engelleme ile karşılaşmadan “özgürce” yayılmaktadırlar.
5. İnsanlık son yüzyılda iki büyük dünya savaşı gördü. İçinde bulunduğumuz koşullar yeni bir dünya savaşına kapı aralayabilir mi? 19.yüzyılda olduğu gibi enerjinin merkezde olduğu yeni bir sömürgecilik çağı mı başlıyor? İçinde bulunduğumuz durum hakkında ne dersiniz?
Ülkeler için daha fazla güç ve zenginlik talebi, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik rekabeti ortaya çıkarmaktadır. Bu rekabetin yaşandığı alanlarından biri de enerjiyi kaynaklıdır. Bu sebeple enerji alanında artan talepler ve bu taleplerin karşılanması savaş ve krizleri tetiklemektedir. Enerji kaynaklarının yetersizliğinden dolayı ihtiyaçların giderilmesi yine kolonyal motivasyonla Batı dışı toplumlardan, daha doğrusu zengin enerji kaynakları ve madenleri bulunan ancak bunları işletecek donanıma ve maddi imkanlara sahip olmayan dünyanın daha geri kalmış yerlerinden sağlanmaktadır. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ortadoğu ve Afrika gibi bölgelerde varlıklarını yarattıkları çatışmalarla meşru kılmaya çalışan Batı enerji alanında kolonyal pratiklere yönelmiştir.
Enerji kolonyalizminde dikkat çeken bölgelerden birisi Batılı devletlerin harita üzerinde paylaştıkları Afrika gelmektedir. Dünyadaki toplam doğal rezervin yaklaşık %8’ine sahip olan Afrika ve özellikle Cezayir gibi Kuzey Afrika ülkeleri önümüzdeki yıllarda Avrupa ülkelerinin doğalgaz ihtiyacını karşılayacağı tahmin edilmektedir. Tahminler 200 milyar m3 olacağı yönündedir. Örneğin AREVA gibi Fransız çokuluslu şirketleri Nijer'deki uranyum madenlerini ele geçirmişlerdir. Dünyanın en fakir ülkeleri arasında zikredilen Nijer dünyadaki uranyum arzının %5'ini karşılamaktadır. Maalesef bu zenginlik Batı’ya akmaktadır. Zenginlikler içinde olan topraklardan yerli halkın payına düşen fakirlik ve köleliktir. Aynı şekilde Kamerun'daki plantasyonlar ve Gabon'daki petrol rafinerileri de Fransa’nın kontrolünde olmuştur. Afrika’nın kolonize edilmesi ile birlikte Batılı devletler hammadde ve enerji kaynaklarını ele geçirerek yerli halkın faydalanmasına imkân vermemişlerdir. Afrika’nın kaynakları Afrikalıların kalkınması veya gelişmesi için değil Batı’nın kalkınması ve gelişmesi için yağmalanmıştır. Afrika’nın zengin petrol ve türevleri gibi hammadde ve doğalgaz rezervleri Afrikalılar için işletilmediği gibi Batılılar için Afrikalıların köle gibi çalıştırılarak işletilmesi gerçeği karşımızda durmaktadır. Afrika’nın az gelişmişlik sebebi ve kaynağı Batı’nın kolonyal işgali ve politikalarıdır. Dekolonizasyon yani bağımsızlıklarla birlikte bugün gelinen noktada durumun çok da farklı olmadığı görülmektedir. Maddi yetersizlikler enerji alanında Afrika’yı Batı’ya bağımlı hale getirmektedir. Bağımsızlığını elde etmiş Afrika ülkelerinde enerji alanında yabancı girişim ve yatırımcılar söz sahibi olmaktadırlar. Yerli halkın enerji ihtiyacı kendilerine ait olanın Batı tarafından işletilerek kendilerine satılması ile karşılanmaktadır.
Enerji kolonyalizmi ile ilgili olarak Batı’nın vazgeçemediği diğer bir bölge ise Orta
Doğu’dur. Geçmişten bugüne kadar önemli ticaret yolları ve enerji kaynaklarına sahip Orta Doğu örneğin Avrupa’nın petrol ihtiyacının %75’ini sağlaması gibi özellikle petrol piyasasında önde gelen bölgedir. Orta Doğu’nun dünya petrol rezervlerinin %60’ını, dünya doğalgaz rezervlerinin ise de %40’ını sahip olduğunu göz önünde bulundurursak Batı’nın bu bölgeye “özel” ilgisi çok şaşırtıcı olmamaktadır. Afrika gibi Orta Doğu’daki Batı kolonyalizmine baktığımızda mottonun aynı olduğunu görmekteyiz: “Biz özgürlük için, insan hakları için, medeniyet ve demokrasi için buradayız!”. Bu ülkelerdeki despotik ve diktatörlük rejimleri Batı’nın bir nevi bu bölgelere müdahalesinin pasaportu mahiyetindedir. Bu rejimler olmasa Batı hangi gerekçelerle müdahale hakkını kullanacak? Bir diktatörlük rejimi olacak ki Batı oraya demokrasi ve özgürlük götürme söylemini geliştirebilsin ve işgalci politikalarını hayata geçirebilsin. Teorideki demokrasi sloganı pratiğe geldiğinde dikta ve despotik rejimlere destek şekline dönüşmektedir. Demokrasinin beşiği ve koruyucusu olduğunu iddia eden Batı Mısır’da darbeci yönetimi alkışladığını unutmayalım. Aynı zamanda ülkemizde demokrasi ve özgürlükler adına 15 Temmuz darbe girişimine karşı direnen ve karşı koyan halkın Batı yönetimleri ve medyaları tarafından dikkate alınmadığına şahit olduk. Darbenin başarısız olması kolonyal zihniyeti üzmüştür. Batı’nın çıkarları söz konusu olduğunda demokratik dışı rejimlerin alenen desteklendiğini gördük.
11 Eylül İkiz Kule saldırıları sonrası Batı medeniyetinin “Medeniyetler Çatışması” perspektifinde Öteki medeniyet olarak tanımladığı İslam medeniyetine karşı açtığı savaş sonrası terörle mücadele, özgürlük ve demokrasi getirme vaatleri ile Orta Doğu’ya göz dikmiştir. Sonunda da bu bölgeye müdahalesine şahit olundu. Irak ve Afganistan’a müdahalenin görünen sebepleri arasında bölgenin despotik rejimleri ve buna karşılık bu bölgenin “kurtarılarak demokrasi ve insan haklarının sağlanması” dile getirildi. Peki görünmeyen ve dile getirilmeyen asıl sebepler nelerdir? Bunun cevabı açık ve nettir aslında: Kurgu üzerine inşa edilmiş çatışmaya dayalı karmaşık bir ortam yaratarak Batı’nın varlığına meşruiyet kazandırmak ve böylece bölgeyi kontrol altında tutmak. Ve bunların sonucu olarak da enerji kaynaklarına hâkim olarak Batı’ya aktarılmasını sağlamak. Kolonyalizm içinde kolonyalizm durumudur. Bir başka ifade ile geleneksel kolonyalizm içinde enerji kolonyalizmi. Bugünlerde gündemde olan Gazzellilerin sürülerek Gazze’nin tatil köyüne dönüştürülmesi projesini bu bağlamda okumak gerekir. ABD başkanın “Amerika bir kez daha bir üretim ülkesi olacak ve başka hiçbir üretim ülkesinin sahip olamayacağı bir şeye, dünyadaki herhangi bir ülkenin en büyük miktarda petrol ve gazına sahibiz ve bunu kullanacağız” ifadeleri Gazze planları ile birleştirilince Filistin sularındaki gaz ve petrol rezervlerine erişim niyeti ortaya çıkmaktadır. 2019'da yapılan bir araştırmada, Batı Şeria'nın işgal altındaki topraklarında ve Gazze Şeridi'nin Akdeniz kıyısında 122 trilyon fit küp gaz yatağı ve 522 milyar dolar değerinde tahmini 1,7 milyar varil petrol olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak işgal ve sürgün edilme gibi kolonyal politikalarla Filistinlilerin bu doğal zenginliğe erişimi engellenmektedir. Uluslararası Af
Örgütü Genel Sekreteri ABD'nin Gazze'yi ele geçirme ve halkı yerinden etme planının “en güçlü ülkelerin en az güçlü olanları ele geçirdiği 21. yüzyıl kolonyalizm biçimi” olduğunu söylerken ayrıca bu planın yasadışı ve uluslararası hukukun açık bir ihlali olduğuna dikkat çekmektedir. Kısacası enerji kolonyalizmi, geçmiş, şimdiki ve gelecekteki enerji sistemlerinin kolonyal veya yeni kolonyal güç dinamikleri, tahayyülleri, söylemleri ve uygulamalarını kapsamaktadır.
6. Türkiye’deki yayın dünyasının sömürge karşıtı literatüre ilgisi hakkında ne söylersiniz? Bu bağlamda Türkiye akademik-entelektüel havzasının ve İslami hareketlerin sömürgecilik hakkındaki duyarlılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de kolonyalizmle ilgili literatür son yıllarda zenginleşmiştir. 2010’lı yıllarda bir artış gözlemlenirken özellikle 2020’li yıllarda artış çok daha hızlı olmaktadır. Özellikle Türkiye’nin Afrika politikaları bu alana ilgiyi daha da artırmıştır. Bununla birlikte Türkiye’de yayın dünyasına bakmak için Batı ile ilişkiye bakmak gerekmektedir. Bunun için en başa, Osmanlı dönemine gidelim. Osmanlı Devleti’nde modernleşme ve batılılaşma hareketleri Batı’ya etkin olma imkânı vermiştir. Doğrudan bir kolonyalizm söz konusu olmasa da kolonyal zihniyetin ve ilişkilerin bir benzeri ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin kolonyal bir geçmişi olamamasına rağmen Batı’ya yaklaşımı kolonize edilenlerle benzerlik göstermektedir. Tıpkı kolonize edilenler gibi oryantalist düşüncenin benimsenmesine şahit olunmaktadır. Bu noktadan yola çıkıldığında Batı’ya ve değerlerine hayranlık söz konusu olurken kendi değerlerin Öteki yapıldığı görülmektedir. Oryantalist düşüncenin Batı dışı toplumlar tarafından içselleştirilmesi için selforyantalizm kavramı kullanılmaktadır. Bu bağlamda Batı dışı toplumların kendi kendini oryantalize etme anlamı ortaya çıkmaktadır. Kolonyal ve self-oryantalist düşüncenin benimsenmesi ve yayılması Osmanlı aydınları tarafından özenle gerçekleştirilmiştir. Osmanlı’da Tanzimat’la başlayan süreç Batı’nın ön planda ve etkin olduğu bir döneme vurgu yapmaktadır. Tanzimat’la birlikte Batı medeniyetine giriş yapılmıştır. Bu gelişmelere paralel olarak Tanzimat yeni bir aydın profili yaratmıştır. Tanzimat’la birlikte intelligentsianın arasında self-oryantalizme dayalı Batı hayranlığı kendini göstermiştir. Batı’nın oryantalist ve kolonyal düşüncesi Batı yanlısı aydınlar tarafından dile getirilmiş ve içselleştirilmiştir. Oryantalizm ve kolonyalizme dayalı bu gelenek akademik yayınlarda uzun süre etkili olmuştur.
Aslında Batı bilim dünyası için çok konuşulan bir durum Türkiye için de geçerlidir: Bilim dünyasında bilginin ve bilimsel söylemin dekolonizasyonu. Bir başka ifade ile oryantalist ve kolonyal bilginin dekolonizasyonu. Oryantalist ve kolonyal bilgi üzerine inşa edilen bilim kolonyalizm yolunda ideolojik bir rol oynamıştır. Bilimin dekolonizasyonu bilimin kolonyalizmden arındırılması, Batı biliminin diğer bilgi türleri üzerindeki ırkçı ve kolonyal hegemonyasının ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Bilginin dekolonizasyonunu örneğin sosyoloji üzerinden analiz edebiliriz: Batılı olmayan sosyoloji var mıdır? Afrika, Suriye, Endonezya, Türkiye, Çin sosyolojileri var mıdır? Batılı olmayan sosyoloji tarih yazımında nasıl bir yere sahiptir? Batılı olmayan sosyolojiler Batı'daki ve başka yerlerdeki sosyoloji müfredatında nasıl bir yere sahiptir? Sosyoloji bilimi Avrupa-merkeziyetçi paradigma üzerine kurulmuştur. Sosyoloji Batı’nın çıkarlarını gözetirken, Batı’yı ve tarihini yüceltmektedir. Aynı zamanda Batı dışı toplumlar dikkate alınmayarak Batı değerlerine asimile olmaları istenmektedir.
Türkiye’de sosyolojinin ortaya çıktığı konjonktür Batı sosyolojisini merkeze oturtmuştur. Bugün sosyoloji eğitiminde Batı etkisi hala hissedilmektedir. Ülkemizde sosyoloji konusu açıldığında akla ilk gelen Batılı sosyologlar ve teorileri olmaktadır. Ancak son yıllarda Türk sosyologlara ilgi artmaktadır. Müfredatlarda yer almaya başladıklarını belirtmek gerekir. Türkiye’de sosyolojik söylemin dekolonizasyonu toplumsal olgu ve olayların Batı merkezli bakış açısının dışında ele alınmasını sağlayacaktır. Bir başka ifade ile Türkiye’nin kendi sorunlarına kendi dinamikleri içerisinde çözüm aramasına olanak sağlayacaktır.
Akademik dünyanın yanında kolonyalizm ilişkileri İslami hareketlerin de gündeminde olmuştur. Gelişmelerin İslami değerler doğrultusunda okunması ve harekete geçilmesi çabası ile İslami hareketler kolonyalizme maruz kalan topraklarda fiili işgale karşı mücadele, Türkiye gibi kolonyalizm tarihi olmayan ancak Batı ile ilişkilerin kolonyalizmi aratmayacak topraklar da ise Batı’ya karşı sivil bir direniş ile savunmacı bir tutum içerisinde olmuşlardır. İslamcı karakterleri ile İslami hareketler ülkelerindeki kolonyal ilişkilere ve Batı hegemonyasına karşı kendi dinamikleri içerisinde örgütlenerek cevap vermişlerdir. Senusilerin Trablusgarb, Ticanilerin Fas ve Cezayir, Şeyh Şamil’in Kafkaslar’daki mücadeleleri örnek verilebilir. Bizim ülkemizde de örneğin Milli Mücadele, İstiklal Mücadelesi sürecinde oynadıkları rol ayrı bir önem taşımaktadır.
Görüldüğü üzere İslam dünyasında Batı’nın hegemonyasına karşı mücadele veren sayısız hareket bulunmaktadır. O sebepten İslami hareket dendiğinde bir homojenlikten ziyade farklı metotları içeren bir çeşitlilik söz konusu olmaktadır. Bağımsızlık savaşları sonrası İslamcı hareketler değişime uğramıştır. Zamanla bazıları ülkedeki rejim kaynaklı pasifize edilirken bazıları ise siyasette zemin arayışı içine girmişlerdir.
Ancak kolonyal söylemin şiddet, baskı, despotik anlamıyla İslam hakkında geliştirdiği “Doğu Despotizmi” kavramına karşı İslamcı söylemin ortaya koyduğu yönetim biçimleri dikkat çekicidir. İslamcı söylem İslam kaynakları ve referanslarından yola çıkarak adalet, şura, meşveret gibi fıkıh kavramlarla Batı’nın İslam dünyasında olmadığını iddia ettiği demokrasi ve katılımcı siyasete vurgu yapmaktadır. İslamcıların siyasal söylemleri İslam dünyası ve Türkiye konusunda referans isim olarak sunulan oryantalizmin önde gelen isimlerinden Bernard Lewis ve diğer tüm oryantalistlerin İslam ve İslam medeniyeti hakkındaki olumsuz görüşlerine cevap mahiyetindedir. Yine 1883 yılında Namık
Kemal’in kaleme aldığı Renan Müdafâanâmesi başlıklı çalışması örnek verilebilir. Renan 1883 tarihli Sorbonne Üniversitesinde L'İslamisme et La Science (İslâm ve İlim) başlıklı sunumunda İslam ve Müslümanlar hakkında önyargı ve kalıpyargılara dayanan bir konuşma yapmıştır. Namık Kemal Renan’ın, İslam’ın bilim ve ilerleme önünde engel teşkil ettiği oryantalist ve kolonyal tezlerini çürütmeye çalışmıştır. Renan’ın konuşmasına İslam dünyasından da birçok reddiye gelmiştir.
7. Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu direnişin küreselleşme imkanı var mı?
Filistin’de dünden bugüne yaşananları yine kolonyalizmle, daha doğrusu “yerleşimci kolonyalizm” üzerinden okumak gerekmektedir. Yerleşimci kolonyalizm de geleneksel kolonyalizmin izlerini barındırmaktadır. 7 Ekim’den sonra yaşananlar da bunun bir tekrarıdır. ABD başkanın dile getirdiği ve yapay zeka ile hazırlanan videosunu paylaştığı
Gazze planı tam da yerleşimci kolonyalizmin özelliklerini taşımaktadır. Bu planda Gazzellileri kendi topraklarından kovarak Gazzellilere ait topraklara Gazzeli ve Filistinli olmayan yeni yerleşimciler yerleştirmek amaçlanmaktadır. Bir başka ifade ile yerleşimci kolonyalizm yerleşimci toplumların kurulması için yerli toplumun kendi topraklarından kovulması ve sürülmesini savunmaktadır. Bu durum Filistinlilerin tasfiye edilerek yok edilmesidir aslında. Kolonyalizmde olduğu gibi burada da anahtar kelime “topraktır”.
Başkasına ait olan toprağın işgal edilmesidir. Ancak işgal ederken de bunu bir işgal değil de bir hak olarak görülmesidir. Batı Şeria ve Gazze’de birçok Filistinlinin ev ve topraklarına el konularak kontrol amaçlı onları bir alana toplama uygulaması hayata geçirilmiştir. Gazze’de bulunan 8 Filistin mülteci kampları örneğini verebiliriz.
Oryantalist ve kolonyal perspektiften yola çıkarak yerli halkın kendi topraklarında Öteki yapılarak itibarsızlaştırıldıkları görülmektedir. Tıpkı Batı’nın Afrika halkını “insan hayvanat bahçelerindeki hayvani insanlar” olarak görmesi gibi Filistinliler için de
“hayvani insan” ifadesi kullanılmıştır. Ve yine tıpkı Fransa’nın Afrikalıları tarih sayfalarında yok saydığı gibi Filistinlilerin de kendi toprakları üzerinde tarihsel olarak kök salmış bir hak talebinde bulunamayacakları açıkça belirtilmiştir. Bu düşüncenin sonucu olarak Filistinlilerin Filistin topraklarında izleri silinerek sanki hiç var olmamışlar gibi politikalar hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Filistinlilerin topraklarına ait ne varsa işgalci ve kolonyal devletinmiş gibi kurgulanması söz konusu olmaktadır. Örneğin Filistinlilere ait zeytin ağaçlarının sökülüp çam ağaçlarının dikilmesi veya Filistin mutfağının İsrail mutfağı olarak tanıtılması gibi. Dün olduğu gibi bugün de Gazzellilerin ve Batı Şeria’daki Filistinlilerin topraklarına el konulması, sürülmeleri, yok sayılmaları kolonyal zihniyetin dinamiğini hiç kaybetmeden devam ettiğini göstermektedir.
Aksa Tufanı uzun yıllardır devam eden Filistin'in direniş tarihinde bölgesel ve küresel sonuçları ile yeni bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Aksa Tufanının Filistin ve Gazze’ye bakan yüzü olduğu gibi dünyaya da önemli yansımaları olmuştur. Her şeyden önce uluslararası hukukun iflasına dikkat çekmek isterim. 7 Ekim’den bu yana insan hakları, adalet, uluslararası hukuk bu kadar anlamını yitirmemiştir. 7 Ekim’den önce de var olan insan hakları ihlalleri bu tarihten itibaren daha yoğun bir tartışma konusu haline gelmiştir. Yaşanan soykırım ve savaş suçu karşısında uluslararası hukukun yetersizliği/çaresizliği gözler önüne serilmiştir. Uluslararası Af Örgütü, Uluslararası Adalet Divanının Birleşmiş Milletler'in (BM) başlıca yargı organı olduğu; Soykırım Sözleşmesi'nin yorumlanması, uygulanması veya yerine getirilmesi ve bir devletlerin soykırım sorumluluğuna ilişkin konular da dâhil olmak üzere, devletler tarafından kendisine sunulan hukuki ihtilafları uluslararası hukuka uygun olarak çözmesi gibi bir görevleri olduğunu hatırlatmaktadır. Ancak hukukun işletilmesinde tam bir başarısızlık yaşanmaktadır. Soykırımı durdurma ve sorumluların yargılanması konusundaki başarısızlıktan dolayı BM’nin işlevselliği de tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Öte yandan 7 Ekim’den sonra İsrail’in hem ülke içinde hem de dışında ciddi gelişmeler yaşadığı görülmektedir. Ulusal boyutta esirlerin yakınları tarafından yapılan protestolar, güvenlik stratejisinin iflas etmesi, güvenlik zafiyeti ve kaygısı ile ülkenin terk edilmesi, siyasi depremler ve toplumsal bölünmeler yaşanmaktadır. Uluslararası boyutta ise uzun yıllardır inşa edilen mitler yıkılırken kamuoyu nezdinde meşruiyet kaybı yaşanmaya başlamıştır. İşgalci devletin yenilmezlik imajı sarsılmıştır. Ayı zamanda uluslararası arenada günden güne bir yalnızlaşma söz konusu olmaktadır. Bu süreçte dünyanın İsrail algısı olumsuz yönde, Filistin ve özellikle Gazze algısı ise olumlu yönde değişmiştir.
Diğer önemli bir nokta Batılı yetkililerin Gazze soykırım politikasına maddi ve manevi destek vermelerine karşın Batılı ülke halklarının karşı çıkmaları gerçeğidir. Halk vicdanının sesini dinleyerek insani değerlere sahip çıkmıştır. Batı devletlerinin başkent ve büyük şehirlerinde daha önce hiç görülmemiş kitlesel gösteriler yapılmıştır. Futbol sahası, kongre binası, meydanlar, kamu binaları, üniversite kampüsleri gibi farklı alanlara yayılan gösterilerde ateşkesin sağlanması, Gazze’ye insani yardımların ulaşması ve İsrail ve İsrail bağlantılı şirketler ve ürünlere karşı boykot çağrıları yapılmıştır. Barışçıl ve sivil nitelikli olan protestolara polisin şiddeti ve gözaltıları damgasını vurmuştur. Batı’da durum böyleyken İslam dünyasında benzer ölçekte bir duruş sergilenememiştir. İslam dünyasının tabiri caizse çoğu zaman “sessiz ve tepkisiz” kalmasının yanında sayıları az da olsa tepkiler elbette gelmiştir ancak gösteriler cılız ve zayıf kalmıştır. Boykot konusunda hassasiyet göstersek de Türkiye kamuoyunda da “yeterli ve etkili” bir tepki maalesef görülmemiştir. Türkiye’de devlet yetkililerinin soykırımın karşısında ve Gazze’nin yanında durmasına rağmen halkın tepkisinin Batı’daki kadar ses getirmemesi oldukça düşündürücüdür.
Bir konuya dikkat çekerek son sözlerimi söylemek istiyorum. Oryantalizm ve kolonyalizm eleştirilerinde merkezde hep Batı olmaktadır. Batı’yı eleştirirken de tıpkı oryantalizmin yaptığı gibi bir genelleme yapma hatasına düşmeyelim. Batı’yı homojen bir yapı olarak kabul edip Batı’nın bütünü ile eleştirilmesi çok doğru ve adaletli bir tutum olmasa gerek. Oryantalizm ve kolonyalizm perspektifinde Batı’ya yönelik eleştiriler Batı’nın hegemonik tutumları; kolonyalist-kolonize edilmişler arasında oluşturulan güç ilişkisi; kolonize edilenler üstünde her türlü tasarruf hakkı olduğu iddiası; bütün dünyayı kendi arka bahçesi gibi görüp işgal, yağmalama, katliam, soykırım hakkını kendinde görmesi; demokrasi, özgürlükler ve insan hakları gibi değerleri sadece kendi için geçerli sayması; medeniyetin yegane sahibi olduğunu iddia etmesi gibi tutumları kapsamaktadır.
Yukarıda verdiğimiz bir örneği burada tekrar hatırlatalım. Gazze katliamında Batılı devletler maalesef oryantalist ve kolonyal zihniyete alkış tutmuşlardır ve destekleri ile soykırıma katkıda bulunmuşlardır. Ancak Batı ülkelerinde soykırıma destek veren ve kendi devlet yetkililerini de ciddi şekilde eleştiren protestolar yapılmıştır. Örneğin eğitim hayatlarının son bulma tehdidini umursamadan protesto eden öğrenciler. Üstelik polisin şiddetine maruz kalan öğrenciler. Takdire şayan bir duruş sergilemişlerdir. Devletlerinin tam aksine Filistin’in ve Gazze’nin yanında olmuşlardır. Bunun gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Yine Batılı birçok gazeteci, siyasetçi, bilim adamı, hukukçu, aktivist Batı’nın Öteki gördüklerine yönelik yapılan ayrımcılık, nefret söylemleri ve nefret suçların karşısında durarak egemen söylemle mücadele etmektedirler. İşgalci zihniyeti destekleyen Batı’nın aksine mazlumun yanında zalimin karşısında duran Batı’ya selam olsun!