Ümmet kelimesinin kavramsal çerçevesi nedir? Ümmet kavramının millet kavramıyla ilişkisi nedir? Ümmet olgusu ve hilafet kurumu arasındaki bağı nasıl anlaşılmalı? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Ümmet" dosyasında Prof. Dr. Orhan Atalay'a sorduk.
1-Ümmet kelimesinin kavramsal çerçevesi, tarihsel serüveni ve millet kavramıyla ilişkisi hakkında neler düşünüyorsunuz? Ümmetten kasıt siyasal bir birliktelik midir yoksa ötesi var mıdır? Bu bağlamda Ümmet olmanın göstergeleri nelerdir?
Arapça kökenli olan ümmet kelimesi sözlük olarak “yönelmek, kast etmek, yönetmek, kök, asıl, önderlik etmek” gibi bağlama göre birçok anlama gelir. Türkçede anne kelimesinin Arapça karşılığı olan el-ümm kelimesi veya “önde duran, önde yürüyen, önder, devlet başkanı” anlamına gelen imam kelimesi de aynı kökten türemişlerdir.
Ümmet kelimesi ıstılah olarak geniş bir anlam haritasına sahiptir. Mesela bütün iyi hasletleri kendisinde barındıran tek kişiye ümmet denildiği gibi, ortak bir amaç için bir araya gelmiş bir cemiyete, topluluğa da ümmet denilebilir. Keza ortak bir dile, tarihe, inanca, toprağa mensup bir topluluğa veya bir kavme ümmet denildiği gibi, müşterek bir dinî paylaşan toplulukların tamamına da ümmet denilebilir. Hatta Peygamberimizin hicretten hemen sonra Medine’de yaşayan tüm taraflarla yaptığı Medine Sözleşmesi’nde ortak bir dine sahip olmasalar bile ortak bir savunma paktına üye olanlar da bir ümmet olarak tanımlanmıştı.
Özetle ümmet terimi müşterek tarihi bağlara sahip siyasal bir toplumu ifade eder. Bu bağ dil olabilir, din olabilir, ekonomi olabilir ama en temel bağı ortak hedefler oluşturmaktadır. Kısacası aynı yöne bakan, aynı hedeflere yönelmiş, müşterek bir amaç güden topluma ümmet diyoruz. Tanımda öne çıkan baskın anlam hedef birliğidir. Bu anlamıyla ümmet terimi millet terimiyle örtüşür. Mesela İslam Milleti denildiğinde İslam Ümmeti anlaşılır. Akif’in “Hani milliyetin İslam idi, kavmiyet ne!” ifadesinde de bu anlama veya temaya vurgu yapılmıştır.
İslam’ın doğuşundan günümüze kadar gelen tarihi serüvene baktığımızda ise Müslümanların bu müşterek bağı hep diri tutmaya çalıştığını görüyoruz. Gerek dinî öğretiler, gerekse hayatın getirdiği zorunluluklar veya tecrübeler ümmet bilincinin diri tutulmasında tüm Müslümanlar için büyük yararlar olduğu gerçeğinin ispatlarıyla doludur. Müminleri en hayırlı ümmet hatta kardeşler olarak tanımlayan ayetlerden tutun da her türlü farklılığa rağmen tüm Müslümanları yek bir vücut olarak tavsif eden hadisleri hatırladığımızda bu inanç ve bilinç zaman zaman bir takım haricî sebeplerle zayıflamış olsa bile her zaman bir ideal olarak canlılığını, tazeliğini, idealizmini korumuştur. İslam’da dinî ve siyasî diye ikili bir alan ayrımından söz edemeyeceğimize göre ümmet teriminde gözetilen ilk mananın müşterek hedeflerde toplandığını dikkate aldığımızda, dil, etnisite, coğrafya, mezhep gibi farklılıklara sahip Müslümanların ancak ortak siyasî, iktisadî, dinî, askerî hedefler etrafında birleşerek geliştirecekleri yapılarla ümmet manasının teşekkül edeceğini söyleyebiliriz.
2-Abdulaziz döneminde temelleri atılan Abdülhamit döneminde uygulanmaya çalışılan İttihad-ı İslam siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda Ümmet olgusu ve hilafet kurumu arasındaki bağı nasıl anlamalıyız?
Bu süreci Abdulaziz ile başlatmak eksik olur kanaatindeyim. Abdülaziz’in yaşadığı çağı kısaca hatırlayacak olursak Osmanlı’nın yükselen Batı karşısında ayakta kalma çarelerinin yoğunca arandığı bir dönemdir. Özellikle Fransız İhtilali’nden sonra en etkin akım olan milliyetçiliğin tehdidi altına giren Osmanlı İmparatorluğu’nun ister istemez hakimiyetinde bulunan farklı dinî cemaatleri, kavimleri bir arada tutmanın yollarını daha bir ciddiyetle aradığını görüyoruz. Balkanların ayrılışına kadar güdülen Osmanlıcılık politikasının dağılmayı önleyemediği anlaşılınca hiç değilse Müslümanları bir arada tutalım diye İslamcılık veya Pan-İslamcılık ya da İttihad-ı İslam düşüncesinin öne çıktığını görüyoruz. Bu akım Mısır’dan Hindistan’a kadar geniş bir alanda karşılık buldu. Bu düşünceyi besleyen çok sayıda alim, düşünür, şair ve siyasi oldu. Afgani’nin Urvetu’l-Vuska dergisindeki yazıların kahir ekseriyetinin güttüğü amaç buydu. Müslüman dünyanın birçok merkezi şehirlerinin camilerinde verilen vaazlar, matbaalarından çıkan dergiler, çeşitli salonlarda verilen konferanslar hatta yazılan tefsirlerde öne çıkarılan vurgularda hep bu tema işleniyordu.
Batı emperyalizminin İslam dünyasını parçalayarak zayıflatmaya yönelik daha köklü plan ve projeler inşa edip yürürlüğe koymaya başladığı XVIII. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın ilk yarısı arasında kalan tarih dilimini idrak eden Müslüman mütefekkirlerin ürettikleri projelerin başında, Müslümanların birlikteliklerini korumaları ve bunu daha da güçlendirmeleri anlamında, vahdet bilincini yeniden diriltmek ve geliştirmek ideali yer almaktadır. Nitekim bu döneme damgasını vuran ve yeni bir tefsir yönelişine de öncülük eden içtimaî tefsir hareketinin kendi yayın organlarına, en sağlam ip anlamında Urvetu’l-Vuska ismini vermeleri bile tek başına konunun önem derecesini açıkça ortaya koymaktadır. Derginin içeriğine bakıldığında çeşitli alanlarda hayati önemi haiz toplumsal konuların yoğun olarak işlendiği ve bazı sayılarında işlenen vahdet konusunun, Müslümanların altın devirlerine, Kur’anî öğretilere ve coğrafi avantajlara dayanılarak idealize edildiğini rahatlıkla izleyebiliyoruz.
Mesela, “Allah’a ve Resul’üne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin ki, sonra korkuya kapılır da kuvvetiniz yok olur...” (Enfâl, 8/46) ayetiyle başlayan İslam Birliği başlıklı makalede Müslümanların bugün içinde bulundukları tefrikanın asıl sebebi olarak yöneticilerin kendi aralarındaki kısır çekişmeleri olduğuna dikkat çekilir: “Evet, ilimde ve sanayide geri kalmışlığın ve kuvvetteki zaafın sebepleri vardır. En önemli sebep ise, yönetim peşinde olanların ihtilaflarıdır... Üzerlerindeki değişik yöneticiler tıpkı tek kabiledeki birden fazla başkan gibidirler. Bu sultanların istekleri çelişkili ve gayeleri birbirine aykırı olduğundan, idareleri altındaki halkı birbirine düşman hale getirdiler.” Bu tezini Endülüs ve Hindistan örnekleri ile ispata çalışan bu tür yazılar daha sonra tefrikanın kesin bir haram, birlik ve dayanışmanın ise kesin bir farz olduğunu hatırlatarak, Müslüman halkın siyasi yöneticilere değil de alimlere uyması halinde arzulanan vahdetin mümkün olacağını savunur: “Allah’a yemin ederim ki, eğer Müslümanlar kendi akidelerine, kendileri gibi düşünen ve amel eden alimlere uymakta özgür bırakılmış olsalardı bu birlik sağlanırdı. Lakin müfsitlerin Müslümanların arasına karışması bu birliği engelledi. Onlar bütün mutluluğu, emir ve yasak olmayan bir yerde dahi olsa, Emir veya Kralda görmekteler...” Daha sonra mevcut geriliklerin giderilmesi için ihtiyaç duyulan asıl şeyin birlik olduğunu ileri süren makale, bu tezine dönemin Rusya’sını örnek göstererek Müslümanlara şöyle seslenir:
“Ey insan kalıntıları, yiğitlerin halefleri, zaman sizi geriye attı, ona ulaşmanın vakti geçti mi? Hayır, hayır! Allah’a eksiklik nispet etmekten O’na sığınırım, sizden asla ümit kesilmez. O Müslümanlar ki, Edirne’den Peşaver’e kadar uzanan İslam devleti olmaya aday toprakların, onları birleştiren Kur’an’ın ve ortak akidenin sahibi elli milyon insandırlar. Diğer milletler gibi ilerlemek ve kendilerini savunmak için neden birleşmiyorlar? Oysa birleşmek, dinlerinin esasıdır. Onlar, “Ancak müminler kardeştirler” (Hucurat, 49/10) hükmü gereğince kardeşlerine bakmayacaklar mı? Oysa onlar birleşecek olsalar her türlü selin önünde durabilen bir set olurlar.”
Aynı konuyla ilgili olarak, Vahdet ve Hakimiyet başlığını taşıyan ikinci makale ise şu nebevi hadisle başlar: “Mümin, diğer mümin için bir duvarın tuğlaları gibidir; biri diğerini destekler.” Bu makale, bazen zaruretin insanları sevk ettiği bazen de dinin insanlara bu yönde rehberlik ettiği, ayrıca eğitim ve öğretimin de bu konuda etkili olduğu iki şeyin var olduğunu, bunların da birlik ve hakimiyet esasları olduğunu savunur.
Müslüman alemin modern dönemlerde Batı’da zuhur eden etnik köken ve ırk merkezli ulusalcı düşünce ve eğilimlerin etkisine girerek iç dinamiklerini kaybedip parçalanma sürecine girdiğini daha derinden hisseden ve dolayısıyla bu eğilime daha sert tepki gösteren bir başka düşünür de Muhammed İkbâl’dir. Zaman zaman büyük şahsiyetlerin ruhları ile yaptığı farazi konuşmalarda, özellikle Müslüman toplulukların içinde bulundukları olumsuz şartlara çözümler araması İkbâl’in sıkça başvurduğu bir anlatım yöntemidir. Bu yöntem ve üslûp üzere Hz. Ebu Bekir’in ruhu ile yaptığı söyleşide, “Bizim ıstırabımıza çare nedir?” sorusunu soran İkbâl, çarenin Birlik Suresi olarak tanımladığı İhlâs Suresi’nde saklı olduğu cevabını alır.
İslamî özü oluşturan ve Kur’an bilinci ile biçimlenmiş tevhid inancının özellikle Müslüman toplumun oluşumunda etkin bir unsur olduğunu belirterek, zamanla aynı bilincin Müslümanlar arasındaki etkinliğinin yitirildiğinden ve çok ciddi bir anlam kaybına maruz kaldığından şikayet eden İkbâl, Arap Ümmetine Birkaç Söz başlıklı yazısında: “Onun (Batı’nın) felsefesi her milleti perişan ettiği gibi, Arapların birliğini de parça parça kıymıştır. Arap onun tuzağının halkasına düşeli felekten bir an bile huzur görmemiştir.” sözleri ile, İslam coğrafyasının emperyalizmin hileli politikaları ve Müslümanların da gafletleri yüzünden perişanlığından şikayet eder. Aşağıdaki mısralarda ise, Kur’anî kavramların toplumsal içeriklerinin nasıl kaybedildiğine dikkat çeker:
Tevhid, bir zamanlar dünyada yaşayan bir güçtü,
Bugün ise, yalnızca kelâm ilminin bir konusu olmuştur.
Ah!.. Bu sırrı ne hoca bildi, ne de fakih!
Harekette vahdet olmazsa, fikirde birlik beyhûdedir.
Bu düşünce akımı ister istemez İstanbul’da da karşılık buldu. Namık Kemal (1840/1888) Hürriyet gazetesinin 10 Mayıs 1869 tarihli baskısında ilk kez İttihad-ı İslam tabirini kullanmaya başladı. Sonraları siyasî bir proje olarak daha çok da Yeni Osmanlıların çıkardığı Basiret gazetesinde tartışılmaya başlayan bu akım ilmî ve edebî cenahtan ciddi savunucular buldu. Bediuzzaman’dan Elmalılı’ya, Ziya Paşa’dan Ali Suavi’ye Mehmet Akif’e kadar geniş ve etkin bir kesim tarafından ciddi çağrılar, eserler yazıldı. 1873’de Asım Efendi’nin yazdığı İttihad-ı İslam Risalesi’nden Bediuzzaman’ın Uhuvvet Risalesi’ne, Akif’in “Bana vahdet gibi bir yâr-ı müsaid lazım” mısrasını içeren şiirlerine kadar ciddi bir müktesebat vücuda getirildi. Bunların bir kısmı müstakil eserler şeklinde, büyük bir kısmı ise Sırat-ı Müstakim, Sebilurreşat, Beyanu’l-Hakk gibi dergilerde yazıldı.
Büyük bir yekün tutan bu müktesebat nihayet siyasî mecralarda da tartışılmaya başlandı ve en önemli siyasî bir çıkış seçeneği olarak kabul gördü. Nitekim Akçora’nın Üç Tarz-ı Siyaset’inin en baskın tezi İttihad-ı İslam idi. II. Abdulhamit bu düşünceyi siyasal bir proje olarak kabul edip gecikmeksizin tatbikata koydu. Dünyanın değişik coğrafyalarına alimler, vaizler göndermek, İslam dünyasının muhtelif merkezlerindeki tarikat mensuplarıyla irtibatlar kurmak, demiryollarıyla önemli İslamî merkezleri birbirlerine bağlamak bu projenin eserlerinden bir kısmıydı. Hindistan, Güney Asya, Afrika gibi geniş bir coğrafyada kabul gören bu düşüncenin eseri olarak adına hutbe okutulan II. Abdulhamit Halife, İstanbul’da hilafet merkezi olarak kabul gördü.
İttihad-ı İslam kavramının birkaç yıl sonra Batı medyasında da Panislamizm olarak tartışıldığını görüyoruz. Sonra, II. Abdulhamit’in tahttan indirilmesi, İttihat Terakki’nin İktidarı, 1. Dünya Savaşı ve 1924’te hilafetin ilgası derken, İttihad-ı İslam düşüncesinin uzun bir süre ağza alınması bile birçok yerde suç olarak tanımlandı. O günden bugüne son yüzyıllık zamanda yaşanılanlar ve özellikle de İslam dünyasının emperyalizmin iştahını kabartan yeraltı/yerüstü her türlü jeo/beşerî stratejik imkanları göz önünde bulundurduğumuzda İslam ülkeleri arasında sağlam birlikler/birliktelikler kurmanın bir zaruret olduğu açıktır.
Bugün için elimizde olan en önemli imkan İslam İşbirliği Teşkilatı’dır. Bu yapının daha etkin hale getirilme ihtiyacı açıktır. Bu teşkilatın bugüne kadar kendisinden bekleneni yerine getirmeyişi veya getiremeyişi üzerinde ciddi tahlillere ihtiyaç vardır. Çözüm odaklı sağlıklı tahlillerle tespit edilen problemlerin ortadan kaldırılmasıyla arzu ettiğimiz birliğin tesis edilmemesi için hiçbir nedenin olmayacağına kaniiyim. Bu bağlamda yakın zamanda teşebbüs edilen D-8 denemesinin küresel emperyalizmi hangi boyutlarda endişelendirdiğini düşündüğümüzde gerçekleşmesi halinde İslam dünyasının nasıl bir zifiri karanlıktan, sefalet ve gaflet kabuğundan çıkacağını tahmin edebiliyoruz.
3-Modernleşmeyle birlikte tarih sahnesinde beliren ulus, ulusçuluk ve ulus-devlet olgusu ümmet anlayışını nasıl etkiledi? Farklı ideolojik akımların oluşturduğu toplumsallıklar karşısında İslamcıların ümmet vurgusu nasıl netice verdi/veriyor?
İnsanlık tarihi ilerledikçe dünyanın da o oranda küçüldüğünü, uzaklıkların yakınlaştığını, farklılıklar arasında çeşitli ilişkilerin daha sıklaştığını dolayısıyla insanların ya da toplumların birbirlerinden daha fazla etkilendiğini görüyoruz. Modernleşme sürecinde de olan bitenler bunun açık örneğidir. 1789 Fransız İhtilali ile tüm dünyada ciddi bir değişim sürecinin başladığını biliyoruz. Bu ihtilal ile ortaya çıkan ulusalcılık modası dinî, etnik, kültürel ve dilsel bakımdan çok uluslu imparatorlukları parçalayan bir işlev görmeye başladı. “Meşru din Kral’ın dinidir” kuralının geçerli olduğu Ortaçağ Avrupası’nda 7 Yıl Savaşı, 30 Yıl Savaşı ve 100 Yıl Savaşı gibi mezhepler arasında yaşanan çatışmalı süreçler o toplumları zaten bir dereceye kadar homojen hale getirmişti. Dolayısıyla ulusalcılığın Avrupalı imparatorluklarda neden olduğu hasarlar çok sınırlı kalırken Osmanlı İmparatorluğu gibi çoğulcu yapılara verdiği hasarın çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Nitekim bu akımın etkisiyle önce Müslüman olmayan Balkanlardaki ulusların, akabinde Arnavutlar ve Araplar gibi Müslüman ulusların da kopmasıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar giden süreçler yaşandı. Bu tarihsel kesitte İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesiyle birlikte devletin resmî ideolojisi haline getirilen ulusalcılık fikrinin etkin bir politika şeklinde icraata dökülmesi, devam eden bu ayırımcı tahribatı iyice alevlendirmişti. Bu sürecin Birinci Dünya Savaşı’na tekabül etmesi ise işin hatimesi oldu.
İslam dünyası için tarihin en travmatik yüzyılını oluşturan bu dönemde İslam dünyasının dört bir yanından yükselen sesler vahdete, ittihada, birliğe ve beraberliğe ciddi çağrılar, vurgular içermiş olsa da İslam dünyasının maruz kaldığı sömürge süreçleri o seslerin hayatiyet bulmasına izin vermedi. Nitekim bugün bile o çağrıların siyasal, kültürel, ekonomik, askerî vb. karşılıklarının henüz oluşmadığını görüyoruz. Bu realiteyi o çağrıların yanlış olduğu şeklinde elbette ki yorumlayamayız ancak bundan ifasıyla mükellef olduğumuz ödevin hakikaten ne kadar ağır olduğunu anlayabiliyoruz.
Bildiğiniz üzere İslamcılık fikri Batı emperyalizminin pençesinden kurtuluş çarelerinden birisi olarak doğdu. Çünkü o zalim pençeden kurtuluş tek başına hiçbir ülkenin kârı değildi. Kurtuluş için hep birlikte hareket etme zarureti vardı. Bu zaruret bugün için daha fazla geçerlidir. İslamcılık ise, Müslümanların her alanda kendi müstakil kimlikleri üzere yeniden bir varoluşsal kıyama olan bir çağrıdır esasında. Tüm Müslümanları İslam’dan başka hangi ilkeler etrafında toplayabilir, ne ile motive edebilirsiniz? Bu hakikat dün öyle olduğu gibi bugün de öyledir, yarın da öyle olacaktır. Bu tarihsel, dinsel, toplumsal ve güncel realiteden hareket eden İslamcıların davet edecekleri, savunacakları, geliştirecekleri toplumsal yapı elbette ki ümmetçilik olacaktı. Bu düşünceyi, inancı veya ideali geliştirirken elbette ki, bunu zayıflatan akımlarla da eş zamanlı olarak mücadele edilecekti. Ümmetçilik düşüncesinin en zararlı karşıtı ise, elbette ki, kavmiyetçiliktir. İlk günden itibaren İslam Allah’ın ipi etrafında tüm müminleri toplanmaya davet ederken mensuplarını kavmiyetçilik yaparak tefrikaya düşmekten de aynı hassasiyet ve kararlılıkla sakındırmıştır. Bugün içimize sinmeyen haliyle de olsa Müslümanlar arasında sınırlı da olsa bir dayanışmadan söz edilecek ise bunda o çağrıların büyük katkısı olduğunu inkâr edemeyiz.
4-Kavmiyetçilik/milliyetçilik/ırkçılık ve ümmet kavramları arasında ne tür kesişme yahut çatışma noktaları vardır? Bu cihetle ümmet kavramı ekseninde İslam coğrafyasında yaşanan mezhebî ve siyasî ayrışmaları nereye oturtmak lazım? Bu sorunlar Ümmet fikrini bir ütopya yapar mı?
Merhum Akif’in Safahat’ını okursanız İslamcıların idealize ettikleri ümmetçiliğin baş belasının kavmiyetçilik olduğunu görürsünüz. Bundan beteri ise, ırkçılıktır. Müslüman toplumların kültürel dokularının inşasında İslam’ın etkisi olsa gerek ki, ırkçılıktan söz etmek mümkün değildir. Zira tüm insanlığın aynı biyolojik kökeni paylaştığı inancının kökleştiği bir coğrafyada ırkçılık neşvu nema bulamazdı. Denilebilir ki, bu inanç Hıristiyanlık öğretisinde de mevcuttu ama buna rağmen ırkçılık denildiğinde akla ilk gelen coğrafya Avrupa ve Amerika’dır. Doğru, ama bu, Hıristiyanlığın getirdiği öğretilerin ne derece benimsendiği, özümsendiğiyle ilgili başka bir bahistir.
Milliyetçilik kavramı ile kavmiyetçilik ve ırkçılık kavramları arasında tam bir benzerlikten veya aynilikten söz etmek zordur. Zaman zaman aşırı yorumlarla kesişen, ortaklaşan temalar olsa bile, herkesin ortak değerler kümesi etrafında oluşan toplumunu daha ileri seviyelere taşıma ülküsü olarak tanımladığımızda milliyetçiliği ayrı bir yere koymak gerekir diye düşünüyorum. Müslümanlar açısından bakıldığında ise, her Müslüman ait olduğu en küçük toplumsal biriminin gelişmesini savunması, onun için uğraşması, ona katkı da bulunması sonra da bir sonraki daha geniş daireye taşıyıp onu da geliştirmeye çalışması, bunu nihayetinde tüm Müslümanları hatta tüm insanları içerecek kadar genişletmesinde hiçbir sakınca olmadığı gibi, yapması gereken bir şey olduğunu söylemeliyiz. İşin teorik çerçevesini böyle koyduğumuzda bugün İslam dünyasında yaşanan kimi bölgesel, lokal mezhebî veya siyasî çatışmaların nedenlerini başka nedenlerde aramak lazım gelir diye düşünüyorum. Yukarıda bahsettiğimiz sömürge süreçleri henüz bitmiş değildir, belki daha organizeli, sinsi yol ve araçlarla devam etmektedir. Bu tuzağa karşı biz Müslümanların da daha etkin önlemler alması gerekiyor. Mesela Tekarüb Beyne’l-Mezahib, yani mezhepler arası yakınlaşma faaliyetine benzer yapıları çoğaltabiliriz.
5-Müslümanların Ümmet olma idealini ütopik bulan çevrelerin ‘hayali bir cemaat’ olan ulusçuluğu dayatması ve bu uluslar arasındaki ırk, bölge vb. zeminler üzerinden yeni birlik arayışlarına girmelerini nasıl değerlendirmek gerekir? Aynı şekilde farklı ırk, din ve kültürleri olan toplumların Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri vb. çatılar altında toplanması söz konusuyken ümmet idealinin realizmden uzak olduğu iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ümmet olma idealini ütopik olarak tanımlamak, yorumlamak veya düşünmek açık tarihsel, toplumsal ve dinsel bir cehalet olur. Bedir’den Çanakkale’ye, Afganistan’a, Bosna’dan Gazze’ye kadar yaşananlar bunun en açık cevabıdır. İslam inanç ve hukuk sistemi din bağını yegâne bağ olarak tanımlar. Toplumsal örgümüz bu bağ etrafında teşekkül etmiştir. Bu bağ, 15 asır önce neyi ifade ediyorsa bugün de aynı şeyi anlatıyor. Kısacası en kolay gerçekleştirilecek bir birlikten söz edilecek ise, o da İslam Ümmeti olur. Ulusçuluk fikrini ortak maddi değerler kümesi olarak tanımlayacak olursak, Ümmetçilik ise o değerlere ilaveten daha güçlü saikler olan manevi değerleri de kapsar. İkincisinin etkinliğini pratikte daha rahat gözlemleyebiliriz. Hele hele yaşadığımız çağda asırlarca kanlı bıçaklı Avrupa ve Amerika topluluklarının bugün hayata geçirdikleri birlikteliklerin zıtların birleşmesi kadar zor bir iş olduğunu düşündüğümüzde, Müslümanların daha güçlü birliktelikler vücuda getirmeleri son derece kolay, pratik ve o oranda elzem bir ödev olduğunu düşünüyorum. Hasılı ümmetçilik fikrini bir ütopya anlamında bir idealizm olarak tanımlamak doğru değildir, aksine yakın zamana kadar asırlarca varlığını korumuş bir realizmdir. İdealimiz ise, onu güncel haliyle yeniden inşa ve ihya etmektir.
6-Ulaşım ve iletişim teknolojilerinin baş döndürücü bir şekilde hızla geliştiği ve küreselleşmenin had safhaya vardığı bir dönemde ümmetçilik fikrinde yeni bir anlayış ve dile ihtiyaç var mı? Bu bize toplumsallaşma için yeni bir imkân sunabilir mi?
Kuşkusuz her fikir elverişli şartları haiz bir iklim ve bir atmosferde kök salar, çiçek açar ve meyveye durur. Bunun için de alın teri ister. İletişim çağı belki bize daha az emek ile daha fazla ürün devşirme imkanı sunuyor. Çağın dili de değişim yasasından bağımsız değildir. Bu çağın da kendisine has bir dili, yolu ve yöntemi vardır. Bunların tespitinden önce çağı kavramak, sonra da dilini geliştirmek farzdan önceki farz gibidir. Bunun için de semantikten psikolojiye kadar bir dizi alanda derin ve kapsamlı teoriyi ve pratiği içeren akademik çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu çalışmalardaki başarı kapasitesi amaca ulaşma imkanımızı o oranda artıracaktır. Bundan daha önemlisi ise, ümmetçilik fikrini daha geniş zeminlere yaymanın ve daha etkin şekilde kökleştirmenin yolunu daha sahici ve ikna edici bir dil geliştirmekle bulabiliriz. Şiirinden sinemasına kadar geniş bir iletişim yelpazede bunları planlamak ve geliştirmek çağın olmazsa olmazlarındandır.
7-Tek tip insan modelini dayatan Batı emperyalizmine karşı uzun süredir direniş gösteren İslam dünyasında Aksa Tufanı ümmet bilincini yeniden canlandırabilir mi? Tüm dünyada Gazze hususunda bu kadar yüksek bilinç oluşmasına karşın Filistin meselesinde Müslümanlar neden yol alamıyor?
Müslümanların yol almadığını söylemek doğru olmasa gerek, belki arzu edilen düzeyde yol almadıklarını söyleyebiliriz. Bu konuda çok temel bir yanılgımız olduğu kanaatindeyim. O da İslam Ülkeleri tamlamasıyla ilgilidir. Oysa biliyoruz ki, bu ülkeler içinde Batı emperyalizminin hedeflerini gerçekleştirme vaadi ile iktidara gelmiş veya bu vaat ile iktidarını koruyan nice ülkeler vardır. Bu hedeflerin başında da bir düşünce, inanç, kültür, siyasal, ekonomik ve sosyal tarz olarak İslam’ı zayıflatmak vardır. Bunların çoğu kendi değerler setine yabancılaşmış hatta düşmanlaşmış sömürge süreçlerinden kurtulmuş değillerdir. Dolayısıyla bu ülkelerden beklenen ile bu ülkelerin gerçekliği arasındaki derin uçurumu ortadan kaldırmadan veya en azından iyice kapatmadan onların kendilerinden bekleneni karşılamaları çok zor görünüyor. Bu zorluğu aşmanın yegane yolu olsa olsa İslam ülkeleri arasında her alanda ciddi işbirlikleri vücuda getirmektir.
Aksa Tufanı’na gelince, her şeyden önce, 1948, 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında Arap cenahının ihaneti ile inşa edilen İsrail’in yenilmezliği algısı bu tufan ile yerle bir edildi. Bahsi geçen savaşlarda çok sayıda Arap devletinin üç-beş gün içinde beyaz bayrak çekip teslim olduklarını düşündüğümüzde Siyonist devletin belki de tarihinde ilk kez ciddi bir çıkmazla karşı karşıya kaldığını, hatta her geçen gün saplandığı bataklığa biraz daha battığını, Avrupa ve ABD müttefiklerinden gelecek yardım olmazsa pes edeceğini görüyoruz. Diğer bir ifade ile onlarca Arap devletinin defalarca kez kendisine karşı zelil bir şekilde yenik düştükleri İsrail, ilk kez yenilginin acısını ve utancını yaşıyor. Bu süreç nasıl biterse bitsin bu saatten sonra artık ne İsrail eski İsrail’dir ne de Filistin, Gazze, Hamas. İsrail tüm dünyada daha kötü bir pozisyona girmişken Filistin, Gazze ve Hamas daha haklı, daha iyi pozisyonlar kazandı. Hele hele İran ile İsrail arasında son günlerde başlayan füze atışlarıyla ortaya çıkan resim her iki tarafla ilgili algıyı ciddi oranda değiştirmiştir. Delinmez denilen savunma kubbelerinin nasıl delik deşik edildiğini, o kubbelerle savunulan şehirlerin nasıl yerle bir edildiğini gördüğümüzde bundan sonraki dönemler için kimin işinin daha zor olduğunu rahatlıkla tahmin edebiliriz.