Ümmet kelimesinin kavramsal çerçevesi nedir? Ümmet kavramının millet kavramıyla ilişkisi nedir? Ümmet olgusu ve hilafet kurumu arasındaki bağı nasıl anlaşılmalı? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Ümmet" dosyasında Hüseyin Oruç'a sorduk.
1-Ümmet kelimesinin kavramsal çerçevesi, tarihsel serüveni ve millet kavramıyla ilişkisi hakkında neler düşünüyorsunuz? Ümmetten kasıt siyasal bir birliktelik midir yoksa ötesi var mıdır? Bu bağlamda Ümmet olmanın göstergeleri nelerdir?
Ümmet kavramı, sadece sınırları belirlenmiş egemen bir devlette yaşayan belli bir siyasi boyutun ötesinde, klasik İslam düşüncesinde dini, siyasal, ekonomik, kültürel, ahlaki ve zihinsel bir bütünlüğü ifade eder. En önemlisi ise ümmet kavramı uhuvvet, dayanışma, birlik ve kardeşlik gibi değerlerle doğrudan ilişkilidir. Bu anlam, ümmet kelimesinin etimolojisiyle de uyumludur.
İslam tarihine baktığımızda ümmet kavramı, Hz. Muhammed’in (sav) Medine Vesikası ile şekillenen topluluk yapısı içinde somutlaşmıştır. Medine Sözleşmesi'nde Müslümanlar tek bir “ümmet” olarak tanımlanmıştır. Tarihsel olarak ümmet fikri, özellikle dört halife döneminde ve sonrasında Emevi ve Abbâsî yönetimlerinde farklı şekillerde yorumlanmıştır. Zamanla bu fikir İslam dünyasında siyasi birlik arayışının temelini oluşturmuştur.
Ümmet konsepti dil, ırk veya etnisite üstü kapsayıcı bir kavramdır. Klasik İslam kaynaklarına baktığımızda ümmet ve millet kavramlarının çoğu zaman eş veya benzer anlamlarda kullanıldığını görmekteyiz. İslam’da ümmet anlayışı, kan bağına ya da kavme değil, iman esasına dayanır.
Ümmet olmanın belirli gereklilikleri ve sorumlulukları vardır. İlk etapta zihinsel birlik sağlanmalı, ardından aynı inanç ve amaç doğrultusunda somut eylemlerle, zaman zaman fedakârlık yaparak, siyasal ve toplumsal bir birlik oluşturulmalıdır. Nitekim siyasi birlikteliğin olmadığı bugünkü İslam toplumlarında zihinsel birlikteliği teşvik edip somut adımlar atmalıyız. Zira Kur'an’a göre ümmet, hem bir iman topluluğu hem de hak ve adalet mücadelesi veren bir yapıdır:
Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız... (Âl-i İmrân 3/110)
Bu ayet, ümmet olmanın bize yüklediği sorumlulukları açıkça ortaya koyar: Hak, adalet, mazlumun yanında olmak, dayanışma, ahlaki ve sosyal sorumluluklar. Bugün ümmet kavramının yalnızca teorik tartışmalarla sınırlı kalmasının bir faydası yoktur. Somut adımlar atarak Filistin, Suriye, Afganistan, Moro, Patani, Balkanlar ve Avrupa’daki Müslümanların sorunlarına çözüm önerileri sunmalı ve ortak bir dayanışma sergileyerek ümmet olmanın asgari düzeyini gösterebilmeliyiz.
2-Abdulaziz döneminde temelleri atılan Abdülhamit döneminde uygulanmaya çalışılan İttihad-ı İslam siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda Ümmet olgusu ve hilafet kurumu arasındaki bağı nasıl anlamalıyız?
Osmanlı Devleti’nin zayıflama dönemine denk gelen İttihad-ı İslam politikası ilmî, siyasi ve askeri olarak zayıflayan, parçalanan ve tefrikaya düşen İslam toplumlarını yeniden bir araya getirme amacı ve çabasının bir ürünüdür. Bu düşünceye göre İslam ümmeti; coğrafya, ırk, mezhep ve siyasi ayrımları bir kenara bırakıp, ortak bir İslami kimlik etrafında birleşmelidir. Sultan Abdülaziz, Batı'nın artan etkisi ve İslam coğrafyasındaki çözülmelere karşı Müslüman toplumları Osmanlı hilafeti etrafında birleştirme fikrini temellendirmiştir. II. Abdülhamit ise İttihad-ı İslam'ı bir devlet politikası hâline getirerek hem içte İslam birliğini tesis etmeye hem de dışta sömürge altındaki Müslümanları Osmanlı hilafeti etrafında toplama çabası göstermiştir. Bu çerçevede hilafet makamı ön plana çıkmış ve özellikle Hicaz Demiryolu gibi megaprojeler aracılığıyla Müslümanların dayanışma ve şuurun göstergeleri olmuştur.
Bu girişimler, ümmet yaklaşımından ayrı düşünülmemelidir. Başta Osmanlı toprakları olmak üzere İslam toplumlarında gelişen farklı mezhebî, dinî, ideolojik ve Batılı fikirlere karşı, İslam kimliği etrafında birleşme çabasıydı. İslam coğrafyalarını işgal eden Batılı ülkelerine karşı ümmetçi bir bakış açısı yansıtan bu yaklaşım, temelde siyasi ve askeri bir boyut taşımaktaydı. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra ise bu girişim, daha ziyade fikri, ilmi ve kültürel boyutlarda devam ettirilmiştir. Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Said Halim Paşa, Mehmet Akif Ersoy'dan Muhammed İkbal, Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Bediüzzaman Said Nursi, Aliya İzzetbegoviç ve Necip Fazıl’a kadar birçok İslam düşünürü, bu konudaki çabaları, yazıları ve faaliyetleriyle İslam toplumlarını birleştirmeyi hedeflemiştir.
Bugün İslam toplumları farklı ulus ve etnik devletler olarak bölünmüş olsa da, halk nezdinde İslam birliği fikri ve ümmetçilik, geniş kitlelerde canlı bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Nitekim sahada faaliyet gösteren bizler, bu fikriyatı çeşitli şekillerde gözlemlemekteyiz. Gerek Batı gerekse bazı Doğulu emperyal güçlerinin tüm siyasi, askeri ve kültürel baskılarına rağmen, Afrika, Orta Asya, Hint Alt Kıtası, Ortadoğu veya daha uzak diyarlardaki İslam toplumlarında İttihad-ı İslam politikasının mirası devam etmektedir. Bu durumun, hiç de küçümsenmeyecek bir olgu olduğunun bilincinde olmalıyız. Nitekim dünyanın çeşitli yerlerinde faaliyet gösteren İHH’nın hem faaliyetlerimize hem de hizmette bulunan insanımıza yönelik yerel halkların sıcak ve samimi yaklaşımı, bunun en önemli kanıtıdır.
Bununla birlikte, bugünkü İslam toplumlarının reel durumuna ilişkin değerlendirmelerde gerçekçi olmamız gerkiyor. İttihad-ı İslam bir ütopya değildir; ancak 19. ve 20. yüzyılın şartlarında ortaya çıkmış, olgunlaşmış ve kavramsallaşmış bir yaklaşımdır. Bugün bizler, bu yaklaşımı Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Nebevî ilkeleri ışığında yeniden değerlendirip yorumlamalı ve yeni stratejiler oluşturmalıyız. Bu konuda yalnızca sivil toplum değil, aynı zamanda akademi ve aydınlar da önemli bir rol üstlenmelidir. Türkiye, bu fikriyatın merkezi olduğu için İslam dünyasının farklı coğrafyalarının beklentilerine cevap vermeli ve sorumluluğu yeniden üstlenmeliyiz.
3-Modernleşmeyle birlikte tarih sahnesinde beliren ulus, ulusçuluk ve ulus-devlet olgusu ümmet anlayışını nasıl etkiledi? Farklı ideolojik akımların oluşturduğu toplumsallıklar karşısında İslamcıların ümmet vurgusu nasıl netice verdi/veriyor?
1789 Fransız Devrimi'nden sonra Avrupa'ya hızla yayılan milliyetçilik ve ulus fikri, kısa sürede Osmanlı Devleti'nin tebaasını etkisi altına almaya başladı. Elbette, devletle dini ve duygusal bağları daha zayıf olan gayrimüslimler, bu fikirlerden daha hızlı etkilendiler ve zamanla bu etki, Müslümanlara da sirayet etti. Osmanlı Devleti, Batı'da yaşayan özellikle Balkanlar’daki Müslüman olmayan nüfusu bu akımdan etkilenirken, Doğu’da ise özellikle Fransızlar ve diğer Batılı misyonerlerin etkisiyle Lübnan merkezli bir ‘fikri istilanın’ ortasında kaldı. Milliyetçilik, o kadar güçlü etkiler ve sonuçlar doğurdu ki, Müslüman toplumlar da bu durumdan payını aldı. Milliyetçilik fikirleri, pek çok aydını cezbetti ve bu aydınlar ait oldukları toplumları ayırmaya yönelik önemli roller üstlendiler. Milliyetçilik düşüncesi, Müslümanların siyasi birliğini zayıflatmakla birlikte mezhebî ve etnik ayrımları derinleştiren önemli bir faktördü.
Bu durum, Osmanlı’nın parçalanma sürecini hızlandırırken birçok önlem de bu süreçte alınmaya çalışılmış ve çeşitli reçeteler öne sürülmüştür. Örneğin, İttihad-ı İslam ve Osmanlıcılık gibi düşünceler bu girişimler arasında sayılabilir. İslami duyarlılığı yüksek alimler, aydınlar ve devlet görevlileri, İslam’a dönüş ve ümmetçilik vurgusunu ön plana çıkarmışlardır.
Bununla birlikte modernleşme; Batı merkezli sanayileşme, sekülerleşme, bireyselleşme ve ulus-devletleşme süreçlerini kapsayan toplumsal bir dönüşüm sürecidir. Osmanlı ve diğer İslam toplumları 19. yüzyıldan itibaren bu sürecin içine çekilmişse de Batı’daki gibi toplumsal bir dönüşüm henüz tam olarak gerçekleşmemiştir. İslam coğrafyalarının bir kısmında katı bir sekülerleşme programı uygulanmış olsa da sahada görüldüğü üzere ümmetçi fikrin tamamen yıkıldığını söylemek mümkün değildir. Hilafet kurumunun kaldırılmasıyla birlikte ümmet fikri zayıflamışsa da, Batı dünyasında olduğu gibi “vatandaşlık bilinci”nin de tam anlamıyla oluştuğunu söylemek zordur. Bunun yerine, 20. yüzyılın ortalarından itibaren İslamcılık vurgusu, toplulukları yeniden harekete geçirmiş ve Batılı moderniteye karşı özgün bir kimlik arayışını hızlandırmıştır. Somut olarak örneklendirmek gerekirse, Filistin meselesinin oluşturduğu farkındalık ve Arap Baharı sürecinde yaşananlar İslam toplumlarda ulusçuluğun tutmadığını gösteren önemli örneklerdir.
4-Kavmiyetçilik/milliyetçilik/ırkçılık ve ümmet kavramları arasında ne tür kesişme yahut çatışma noktaları vardır? Bu cihetle ümmet kavramı ekseninde İslam coğrafyasında yaşanan mezhebi ve siyasi ayrışmaları nereye oturtmak lazım? Bu sorunlar Ümmet fikrini bir ütopya yapar mı?
Ulusçuluk ve milliyetçilik, genellikle ortak etnik köken, dil, kültür ve tarih gibi unsurlar etrafında şekillenir ve daha çok ulus-devlet anlayışına dayanır. Oysa ümmet, etnik farklılıkları yok saymaz, ancak onları iman birliği içerisinde eritir. Ümmet, modern ulus anlayışıyla karşılaştırıldığında evrensel ve kapsayıcı bir karakterdedir. Bununla birlikte, İslam’da ırklar ve milletler inkâr edilemez; onları zenginlik, çeşitlilik ve bir güzellik olarak telakki etmek gerekir. Nitekim Cenab-ı Hakk, Hucurat Suresi'nde şöyle buyurmuştur:
Ey insanlar! Şüphesiz biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerliniz, en takvalı olanınızdır.
Dolayısıyla ümmet; ulus kavramının ötesinde, sınır, ırk veya dil tanımayan evrensel bir inanç topluluğu anlamına gelir. Milliyetçilik fikri bir dönem oldukça kuvvetli bir etken olmuştur. Ancak milliyetçilik ve ırkçılık, dünyada olduğu gibi İslam toplumlarında da her geçen gün daha fazla zayıflamaktadır. Bununla birlikte İslam dünyasında yaşanan ayrışmaları tek bir nedene indirgemek mümkün değildir. Müslümanlar arasında ilmî gerileme sonucunda cahiliyetin artması, esasında tüm kötülüklerin temelinde yatan bir olgudur. İslam coğrafyalarındaki işgal, ekonomik, siyasi ve kültürel sorunlar, Müslümanları olumsuz etkileyen diğer önemli faktörlerdir. Siyasi yozlaşma ve fikri savrulma da bu ayrışmaya hizmet eden faktörler arasında sayabiliriz. Özetle, İslam dünyasında mezhebi ve etnik ayrışmanın arka planında jeopolitik, siyasi ve ekonomik dinamiklerin bulunduğu söylenebilir.
Buna rağmen bugün, İslam topluluklarından bahsedebileceğimiz çok geniş bir coğrafya ve büyük bir nüfusun varlığını kimse inkâr edemez. İlim, iman ve disiplinli/organize olmuş bir toplum ancak ümmetçi bir devlet ve İslami bir toplum kurabilecektir. Bu bakımdan, ümmetçiliğin bir ütopya olmadığını, bizler sahada olan insanlar olarak rahatlıkla söyleyebiliriz.
5-Müslümanların Ümmet olma idealini ütopik bulan çevrelerin "hayalî bir cemaat" olan ulusçuluğu dayatması ve bu uluslar arasındaki ırk, bölge vb. zeminler üzerinden yeni birlik arayışlarına girmelerini nasıl değerlendirmek gerekir? Aynı şekilde farklı ırk, din ve kültürleri olan toplumların Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri vb. çatılar altında toplanması söz konusuyken ümmet idealinin realizmden uzak olduğu iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yukarıda ifade ettiğim gibi ümmetçilik sadece siyasi değil; aynı zamanda ahlaki, kültürel ve sosyal bir olgudur. Ümmet fikrini ne sadece tarihsel bir olgu ne de yalnızca ideolojik bir saik olarak görmek doğru olur. Sahada da gördüğümüz budur. Ümmetçilik, teolojik temellere dayanan sosyolojik bir gerçekliktir. Bu yüzden ümmet fikri ütopik değildir. Açıkçası ümmetin ütopik olduğu iddia edilirken, ulusçuluğun gerçek sanılması da açık bir ideolojik yanılgıdır.
Bununla birlikte, farklı dönemlerde farklı motivasyonlar ve hedeflerle insanlar çeşitli siyasi birlikler kurma girişimlerinde bulunmuşlardır ve bu tarihsel bir gerçeklik olarak doğal karşılanmalıdır. Elbette, bu girişimler, Allah’ın insanlar için ortaya koyduğu ilke ve değerlerden uzaklaşılması durumunda başarısızlığa uğrayacaktır. Nitekim tarihte pek çok imparatorluk ve devlet, vakti geldiğinde çökmüştür.
Bir ilke ve ideal olarak ümmet birliğini kurmak, farklı dönemlerde farklı yöntemler ve uygulamalarla mümkün olmuştur. Osmanlı Devleti de bu tür bir örnektir. Bu modelin bizim için en ideal model olup olmadığını mevcut şartlar bağlamında konuşup değerlendirmeliyiz. Şu bir gerçektir ki, İslam dünyasının her bir coğrafyasında bunun gerekliliğinden hemen herkes bahseder; ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda somut bir fikir henüz oluşmamıştır. Önümüze konulan model ve örnekleri dikkatlice tahlil etmek gerekir. Avrupa Birliği, elbette önemsenmesi gereken bir girişimdir; ancak Avrupalılar, ortak ekonomik ve siyasi çıkarlar temelinde birleşmişlerdir. Bunun elbette bazı zaafları vardır. Ümmet ise sadece siyasi ve ekonomik bir birlik değil, ihsan kavramı etrafında birleşen ve metafiziksel boyutları olan bir modeldir. Aliya İzzetbegoviç’in de söylediği gibi, ümmetin yeniden inşası ancak “İslam ahlakı ve hikmeti” ile mümkündür. Tarihten bizim için çeşitli örnekler elbette vardır, ancak bunları bugüne uyarlamak için ciddi bir şekilde herkesin kafa yorması gerekmektedir. Bu aşamada bize düşen ise ümmetçilik fikrini zihinsel ve kültürel anlamda devam ettirmektir.
6-Ulaşım ve iletişim teknolojilerinin baş döndürücü bir şekilde hızla geliştiği ve küreselleşmenin had safhaya vardığı bir dönemde ümmetçilik fikrinde yeni bir anlayış ve dile ihtiyaç var mı? Bu bize toplumsallaşma için yeni bir imkân sunabilir mi?
Yukarıda ifade ettiğim gibi, ümmetçilik olgusu canlı bir gerçektir. Diğer yandan, teknolojik gelişmeler devrim niteliğinde ve çok hızlı bir şekilde ilerlemektedir. Teknolojiyi bir nimet olarak görmek ve etkili bir şekilde kullanmak gerekmektedir. Gelişen iletişim imkanları sayesinde Müslümanlar arasında bilgi, duygu ve tepki paylaşımı anlık hale gelmiştir. Ayrıca birkaç saat içinde tüm İslam coğrafyalarına ulaşılabilmektedir. Bu durumu çağımıza ait önemli yenilikler ve imkanlar olarak telakki etmek gerekir. Nitekim, dünyada yaşanan zulümlerin duyurulması veya doğal afetlerin yaşanması durumunda hızlı bir örgütlenme sağlanabilmektedir. Bu çerçevede, İslami sivil toplum, yardım kuruluşları ve insan hakları izleme örgütleri arasında işbirliği ve dayanışma, ümmet fikrini ileri taşıyabilecek yeni bir zemin oluşturabilir.
Bugünkü teknolojik şartlarda ümmetçiliğin nasıl formüle edilmesi gerektiği konusunda Nebevî yöntemler ve kitabi ilkeler elbette bizim için temel olmalıdır. Bu durum, yeni bir dil ve söylemin kullanılması ve geliştirilmesine de engel değildir. Bugün, Müslümanlardaki siyaset kurumları kadar ilmî ve kültürel kurumlar da belli zorluklarla karşı karşıyadır. Bu durumun aşılması için herkesin kafa yorması gerekmektedir.
7-Tek tip insan modelini dayatan Batı emperyalizmine karşı uzun süredir direniş gösteren İslam dünyasında, Aksa Tufanı ümmet bilincini yeniden canlandırabilir mi? Tüm dünyada Gazze hususunda bu kadar yüksek bilinç oluşmasına karşın Filistin meselesinde Müslümanlar neden yol alamıyor?
Diğer yandan bu süreçte Müslümanlar iyi bir sınav verememişlerdir. Siyasetçiler yine kendi koltuklarının peşine düşerken, Müslüman halklar çeşitli şekillerde tepkilerini ortaya koymuşlardır. Gazze zaten uzun dönemdir ümmet fikrini diri tutan en önemli unsur olmuştur. Nitekim İsrail’in soykırımı ümmet bilincinin duygusal ve ahlaki bağlamda canlı olduğunu göstermiştir. Aksa tufanı ümmetin vicdanını uyandırmıştır; ancak kurumsal ve stratejik düzeyde İslam dünyası henüz bunu taşıyamamıştır. İslam ülkeleri hala ulusal çıkarlar gereği hareket ederken, halklardaki dayanışma ruhu ise bu durumun çok ilerisinde olduğunu gösteriyor. Müslüman ülkeler arasında birliği sağlayacak irade ve kurumsallık henüz yeteri düzeyde değil. Bunun için ilk etapta sivil toplumun direnişi kurumsallaşmalı ve zihinsel ve ahlaki uyanış kalıcı hâle getirilmelidir.
Gerek Filistin meselesi için, gerekse bölgenin geleceği açısından Aksa Tufanı bir dönüm noktasıdır. İşgalci İsrail’in soykırıma varan sivil katliamlarına rağmen, yaklaşık iki yıl süren Gazze direnişi, bölge ve dünyada pek çok dinamiği değiştirmektedir. İsrail’in zulümleri dünyanın her yerinde görülürken, bölgede bir nesil daha İsrail’in vahşet ve barbarlığına tanık olmuştur. Bu durum tüm dünyada ortak bir öfke, yas ve dayanışma duygusunu uyandırmıştır.