İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz / Şankiti

  • Paylaş:
  • Tarih: 04 Ocak 2025     Y: İslam Düşüncesi    Yazdır
img
İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz / Şankiti

İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz / Muhammed Muhtar Şankiti

Yayınevi: Mana Yayınları Çeviren: Muhammet Çelik

Özet: Ömer Budak

"Ümmet arasındaki en büyük ihtilaf, imamet (siyasal iktidar, başkanlık) hakkındaki ihtilaftır. Çünkü İslam'da imametten dolayı kılıç çekildiği gibi hiçbir dini kaideden dolayı kılıç çekilmemiştir." Şehristani, el-Milel ve-Nihal

Moritanyalı siyaset düşünürü Muhammed Şankiti bu hacimli eserinde, Müslümanların daha İslam medeniyetinin doğuş aşamasında yüzleştiği, Şehristani'nin İslam ümmeti arasında ortaya çıkan "en büyük ihtilaf" olarak ifade ettiği ve büyük fitneden Arap baharına kadar da bitmek bilmeyen bir krizi ele almaktadır: “İslam medeniyetinde anayasal kriz.”  Burada "anayasal kriz" ifadesi, yazarın anlatımıyla; "İslam'ın siyasi ilkeleri ile Müslüman halkların yaşadığı ve halen yaşamakta olduğu tarihsel gerçeklik arasında var olan tezat ve bu tezattan kaynaklanıp hicri birinci yüzyıldan günümüze kadar devam eden siyasi meşruiyet kavgasına" gönderme yapmaktadır.

Yazar savunduğu tezi kitabın giriş bölümünde şu cümleleriyle özetlemektedir: "İslami vahiy, insanlığa adil bir siyasi sistem inşa etmeye kefil olabilecek birtakım siyasi değerler sunmuş, bu değerlerin zaman, mekân ve imkân şartlarına göre kurumlara ve icraata dönüştürülmesi hususundaki içtihadı ise onlara bırakmıştır. Fakat bu değerler İslam tarihinde, Arap yarımadasındaki siyasi boşluk ile bu bölgenin etrafını kuşatmış olan imparatorlukların baskısı sonucunda oluşan tarihsel bağlam sebebiyle işlevsiz bırakılmıştır. İslam siyasi değerlerinin ihyası ve içinde barındırdığı âtıl bırakılmış imkanların etkin hale getirilmesi, bugün Müslümanların hem kendi bünyeleri ile hem de tüm insanlıkla barış içinde yaşayabilmeleri için önlerinde bulunan tek yoldur. Bunun da iki şartı vardır: Birincisi, İslam siyasi kültürünün asırlarca esiri olduğu fitne korkusundan kurtarılması ve siyasi zulümlere karşı devrimci bir ilkeyi benimsemesinin sağlanması; ikincisi ise, İslam siyasi değerlerinin hem İslami vahyin hem de ortak mülkiyete benzeyen çağdaş bölgesel devletin gereklerine cevap verebilecek şekilde anayasal kurumlara dönüştürülmesidir.”

Yazar söz konusu tezini işlediği kitabına uzun bir giriş bölümüyle başlamakta ve kitabı temel üç bölüme ayırmaktadır. Giriş bölümünde, bahsi geçen anayasal krizin sadece siyasal bir problem olmadığı, aksine İslam medeniyetindeki tüm görünümlerin bu krizin rengiyle boyandığı vurgulanmaktadır. Zaruret ve istisna hallerine ait olan "emir seçilmeden yönetime geçme" olgusu tarih içerisinde "emirin seçimi hakkında müşavere etme" şeklindeki temel İslami ilkenin yerini almıştır. Ancak "emirin seçimi hakkında müşavere etme" temel ilkesi İslam medeniyetinin akışı boyunca "unutulmayı reddeden bir imkan" olarak varlığını sürdürmüştür. Ayrıca giriş bölümünde yazar, tezini temellendirirken faydalandığı geniş yelpazedeki Doğulu ve Batılı düşünürlere ve onların sunmuş olduğu kavramlara dikkat çekmektedir. Bu düşünürlerin isimlerini "Muhammed İkbal, Malik b. Nebi, Muhammed Abid el-Cabiri, Ebu Yarub el-Merzuki, Rıdvan es-Seyyid, Abdulcevad Yasin, Hegel, Oswald Spengler, Johan Huizinga, Samuel Huntington ve Francis Fukuyama" şeklinde sıralamaktadır.

Eserin birinci bölümünde yazar, "siyasi yapı değerleri" ve "siyasi icra değerleri" şeklinde ikiye ayırdığı ve toplam otuz adet olarak tayin ettiği İslam siyasal değerlerini ele almaktadır. Yazara göre temel İslam siyasi değerleri, tarihin eski çağlarından beri siyaset felsefesinin cevap bulmaya çalıştığı sorulara doğrudan cevap vermektedir. İnsanın halifeliği ve şerefli kılınması, ona asla feragat edemeyeceği birtakım haklar bahşetmektedir. Yaşama hakkı, özgürlük hakkı, mülk edinme hakkı ve onuru koruma hakkı gibi haklar bunların arasındadır. Bu açıdan Batılı filozofların insanın doğal hakları olarak gördüğü şeyler, İslam'da kutsal ve ilahi kaynaklı insan haklarıdır. İslami tevhid ilkesi yönetilenlerin yönetene kulluk etmesini ve onlara kutsallık atfetmesini reddetmiş ve böylece siyasi putperestliği kökünden parçalamıştır. İslam siyasi değerleri Firavuncu piramidi tersine çevirmiş, toplumsal tabakaları ortadan kaldırmış, aslolanı ümmet olarak tayin etmiş ve yöneticiyi ümmete hizmetkar kılmıştır. Yöneticinin seçimi hususunda toplumun özgür tercihine dayalı karşılıklı rıza ve sözleşmeye vurgu yapmıştır. Burada dikkat çeken husus, Batılı siyaset düşünürlerin dile getirdiği farazi toplumsal sözleşme teorilerinin aksine, İslami biat ilkesi toplumsal sözleşmeyi bilfiil bir zemine oturtmaktadır. Nisa Suresi 59. ayette ifadesini bulan "Allah ve Rasulüne götürmek" ilkesi, siyasi otoriteyle ümmet arasında vuku bulacak herhangi bir ihtilaf durumunda başvurulması gereken merciinin Allah ve Rasulü olduğuna işaret eder. Bu ilke yönetilenlerle yönetenleri şeriat önünde eşit kılmakta, bu bağlamda hukukun üstünlüğünü tesis etmektedir. İslam siyasi değerleri yöneticinin hem emanet hem de ehliyet sahibi olmasını ve ümmetin şura ile seçtiği yöneticinin meşruiyetini koruması için kararlarını istişareye dayandırmasını vurgulamaktadır.

İlk bölümde İslam siyasi değerlerini temellendiren yazar, kitabın ikinci bölümünde bu değerlerin neden bir "imkân" olarak kaldığı ve fiiliyata geçemediği problemini irdelemektedir. Yazara göre bunun başlıca iki sebebi vardır. İlk neden, Arap coğrafyasındaki siyasal boşluktur. Şöyle ki, Arap yarım adasındaki insanlar herhangi bir devlet otoritesinden ve düzenden azadeydi, bu yüzden devlet, nizam ve kanun fikrini kabullenebilmeleri için güçlü bir eğitim sürecine ihtiyaç duymaktaydı. Bu siyasal boşluk ve anarşiye meyilli olma hali ise İslam siyasi değerlerinin filizlenmesine, köklü kurumlara ve icraatlara dönüşmesine engel olmuştur. Bu siyasi bedevilik nihayetinde "büyük fitne" denilen hadisenin patlak vermesine neden olmuştur.  İslam dini, Allah ve Rasulüne götürme ilkesini tesis ederek Müslümanları şeri metinlere dönmekle sorumlu tutmuş olsa da Arapların alışageldikleri bedevilik ve siyasi özgürlük kültürü onları yargıya ve meşru hükümetin yardımına değil, güce başvurarak hükmetmeye, kendi aşiretleriyle birlikte savaşmaya, delilleri ve gerçekleri yeterince araştırmaksızın maktüllerin öcünü almaya sevk etmiştir. Büyük fitnenin ardından, ümmetin sonu gelmez iç savaşlara sürüklenmesinin ve birliğin dağılmasının önüne geçmek için Hz. Hasan, Muaviye'ye biat etmiştir ve bu yüzden hicri 41 tarihi "cemaat yılı" olarak adlandırılmıştır. Yaşanan bu sulhun ardından yönetim hilafetten saltanata dönüşmüştür. Siyasi meşruiyetin ümmetin birliğine feda edildiği cemaat yılı, İslam siyasi fıkhında kurucu bir olaya işaret eder. Fitne korkusu İslam siyasi aklını adeta esir almış, ümmetin birliğinin korunması için siyasi meşruiyeti olmayan yöneticilere göz yumulmuştur. İslam tarihinde asıl fitne olan zorba yöneticilere karşı gerçekleştirilen başkaldırılar "fitne" olarak ("ibn Zübeyr fitnesi" ve "ibn Eşas fitnesi" adlandırmaları örnek verilebilir) isimlendirilmiştir. Böylece bu denklem devrimci bir fıkıh üretilmesinin önüne geçmiştir. Ancak siyasi meşruiyeti feda eden bu denklem hem İslam siyasi değerlerinin kökünü kazımış hem de arzulanan birliği tesis etme konusunda sınıfta kalmıştır. Çünkü ilk başta Abbasiler-Emeviler şeklinde ayrışan ümmet, sonrasında siyasal olarak onlarca parçaya ayrılmıştır. Görüleceği üzere ehveni şer siyaseti sadece günü kurtarmaktadır ve gelecekte meydana gelecek felaketlerin önüne geçme hususunda tamamen elverişsizdir.

İslam siyasi değerlerinin filizlenmesinin önüne geçen diğer neden ise Sasani siyasi aklının yöneticileri ele geçirmesidir.   Bu itibarla "Ardeşir Vasiyetnamesi"nde ifadesini bulan Sasani siyasi değerlerinin zaferi sonucunda, yöneticiler nezdinde siyasi putperestlik kök salmış, din hizmet edilmek yerine otoritenin tesisi için kullanılan bir şey haline gelmiş (Fars kültürü içinde yetişen Halife Memun'un ulemayı bastırmak için 'halk'ıl Kuran' mihnesine imza atması bu açıdan okunabilir) ve toplumsal tabakalaşma yeniden gün yüzüne çıkmıştır.

Yazar kitabının üçüncü bölümünde ise İslam siyasi değerlerinin etkin hale getirilmesi için çözüm yolları önermektedir. İlk olarak yapılması gereken, siyasal meşruiyeti ümmetin birliğine feda eden zaruretler fıkhının kıskacından kurtulabilmektir. Bu açıdan yazar 2010 yılının sonunda Tunus'ta başlayan Arap devrimlerine büyük önem atfetmektedir.  Çünkü yakın plandaki gidişatı ne olursa olsun, bu devrimler İslam kültüründe derin bir tarihsel dönüşüme, fitne korkusu kültüründen devrimsel atılım kültürüne geçişe işaret etmektedir. Bu doğrultuda devrimlerin başarılı bir netice vermesi için geçmiş devrimlerin tarihinden faydalanmamız elzemdir.

Yapılması gereken diğer bir husus ise İslam siyasi değerlerini kurumlara ve icraata dökmektir. Bu meselenin çözümü ise tarihteki bir yaşanmışlığı kopyalayarak değil vahiyden ilham alarak geleceği şekillendirmek suretiyle gerçekleşecektir. "Bugün Müslümanların ihtiyaç duyduğu şey İslam'a geri dönmek değil İslam'a ilerlemektir. İslam, Müslümanların peşlerinden sürükledikleri eski bir tarihsel miras değildir, aksine o, istikbale doğru koşan Müslümanlara ilham verici ahlaki ve tasavvuri bir ufuktur." Bu açıdan imparatorluk kültüründe yeşermiş siyasal fıkhın sınırlarını aşmak, Batı düşüncesinden sağlıklı bir şekilde istifade etmek zorunlu gözükmektedir. Ayrıca ulusalcı aşırılıklar neticesinde parçalanmış tarihsel ve kültürel akrabalıkları yeniden buluşturmak, İslami birliği gerçekleştirmeye yönelik atılacak ilk adımdır.

İslam siyasi değerlerini temellendirmeye, bu değerlerin tarihsel süreçte karşılaştığı engellere ve bu değerlerin günümüzde yeniden ikame edilmesine aynı anda odaklanması, kısaca özetlemeye çalıştığımız bu kitabı, meselenin sadece bir yönünü ele alan diğer İslam siyasi düşüncesi kitaplarından ayırmaktadır. Ayrıca yazarın doğu ve batı düşüncesi hakkındaki derin birikimi ve tezini temellendirirken başvurduğu geniş yelpazedeki kaynak eserde ayırt edici diğer bir husustur. Bu haliyle kitap, konuyla ilgili okurlara yeni ufuklar açmaktadır.

Yorum Yapın