İslami hareket ve İslamcılık arasında nasıl bir ilişki vardır? İslami hareketler ilkelerini hayata geçirirken hangi metotları kullanmaktadır? İslami hareketlerde ne gibi değişimler gözlemleniyor? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "İslami Hareket" dosyasında yazar Ali Kaçar'a sorduk.
1. İslami Hareket'in size göre tanımı nedir?
İslami Hareket kavramını, bütün hareketleri içine alacak derecede kapsamlı ve üzerinde ittifak edilecek tarzda tanımlamak oldukça zor hatta imkanız. Bu nedenledir ki değişik kesimler tarafından farklı zamanlarda çeşitli tanımları yapılmıştır. Yapılan bu tanımların tamamı İslami tonlar taşısa da çoğunluğu genel kabul görecek tarzda İslami Hareket kavramını tanımlamaktan çok uzaktır. Çünkü uzun zamandan beri gri tonda, bulanıklaşmış, hakla batılın birbirine karıştı(rıldı)ğı bir İslami anlayış genel kabul görür hale gelmiştir. Bundan dolayı da her kesimin kendine göre bir İslami anlayışı var ve tanımlama da buna göre yapılmaktadır.
İslami Hareket kavramı içinde bulunduğumuz yüzyılda gündeme gelmiş ve anlamlandırılmaya çalışılan bir kavram da değildir. Aslında bugünkü anlamda olmasa da bu kavramın tarihi kökeni 19’ncu yüzyılın ortalarına dayanmaktadır. Bugünkü anlama yakın bir anlamda Cemaleddin Afgani tarafından kullanıldığı belirtilmişse de bu kavramın siyaset literatüründe kullanılışı, Osmanlı hilafetinin yıkılışından sonra olmuştur. Batı’ya ve laikliğe karşı durabilmek için İslamî tecdit örgütleri ve hareketleri ortaya çıkmış ve İslamî alanda bu kavram bu örgütler/hareketler tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavramı günümüz anlamında ilk olarak kullanan hareket ise Müslüman Kardeşler Teşkilatı olmuştur. Müslüman Kardeşler bu kavram adı altında İslam’a düşmanlık eden hareket ve düşüncelere karşı mücadele etmiştir.[1]
Nitekim çağdaş araştırmacıların çoğu, muasır/çağdaş İslamî hareketlerin başlangıç tarihinin bu teşkilatın kurulduğu tarih olduğu görüşünü savunmaktadır. Ayrıca Müslüman Kardeşler, aynı zamanda resmî bir şekilde İslamî olarak isimlendirilen ilk harekettir. Bu kavramla ilgili tanımlamalar da genelde bu hareketten yola çıkılarak yapılmaya çalışılmıştır. Bu tanımlamaların bazıları şöyledir:
“… İslam’ın insan hayatının bütün yönlerini kapsayan bir düşünce sistemi olduğunu, dolayısıyla İslam âleminin maruz kaldığı problemlerin çözümünün, bu sistemin esaslarına göre hareket etmekle mümkün olduğunu düşünenlerin müşterek adıdır.”
Mustafa Tahhân ise bu kavramı şöyle tanımlamıştır: “İslamî Hareket ister bölgesel ister yöresel isterse evrensel olsun, İslam için çalışanların bütünü arasında müşterek bir adlandırmadır. Sınırlı hedefler için çalışan ıslah hareketleri, İslam’ın ilkelerinin kökleşmesi ve yayılması için çalışan resmî mekanizmalar, ihtiyaç sahibi Müslümanlara yardım eden hayır cemiyetleri, İslamî davayı savunan siyasî hareketler, İslamî çerçevede öğrencileri bir araya toplayan öğrenci hareketleri, İslamî düşünceyi yaymaya çalışan düşünce hareketleri, Ümmetin akidesiyle meşgul olan barışsever hareketler, İslam’ı yaymak için çalışan sufî hareketler, daha doğrusu İslam’a hizmet için gayretlerine göre çalışan bireyler bu kavramın kapsamı altına girmektedir.”[2]
Kelim Sıddiki de bu kavramı, “içinde Müslüman ve fert ve toplulukların belli bir kalıp, pratik bir hedef ve amaca doğru yol alma istidadı gösterdiği; İslam ümmetinin birliğini yeniden oluşturmak için çalıştıkları, herkese açık ve bağlantısız cihanşümul bir uyanış nizamıdır[3] şeklinde tanımlamaya çalışmıştır.
Bir başka tanımlama da “İslami Hareket, Tevhidi temele dayalı, toplumsal hedefleri ve programı olan, evrensel, hayatı tüm yönleriyle kuşatıcı, ilkeli, inkılapçı, açık ve örgütlü bir yapının adıdır”[4] şeklindedir.
Bütün bu ve benzeri tanım ve yaklaşımlardan sonra İslam’ın, İslam ümmeti tarafından, bireysel ve toplumsal hayatta gerçekleştirilmesini öngördüğü hatta farz kıldığı birtakım hedefleri vardır. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için de uyulması zorunlu yol, yöntem ve prensipler bulunmaktadır. İzlenecek bu yol ve uyulacak bu yöntemin de çerçevesi İlahi vahiy tarafından belirlenmiş, Hz. Peygamber (as) tarafından ise pratiğe aktarılmıştır. İslam’ın gözettiği hedefleri, İslam’ın öngördüğü ilke ve esaslara riayet etmek şartıyla gerçekleştirmeyi kendisine amaç edinmiş bir çalışma ancak ‘İslami bir Çalışma’ ve bu çalışmayı kendisine amaç/rehber edinmiş bir hareket de İslami Hareket’tir. Böyle bir çalışmanın/hareketin olmazsa olmaz şartlardan birisi, izlediği yöntemin/metodun ise “Nebevi” olmasıdır.
İslam’ın öngördüğü hedefleri kendisine hedef edinmeyen bir çalışma/hareket, İslam’ı gerçekleştirmek iddiasıyla ortaya çıkmak hakkına sahip olmadığı gibi, açık ya da üstü kapalı olarak İslami hedefleri gerçekleştirmek istediğini dile getiren fakat İslam’ın öngördüğü yol ya da yöntemi izlemeyen bir çalışma/hareket de İslami bir çalışma/hareket olamaz.
Dolayısıyla bir faaliyetin, bir çalışmanın İslami olabilmesi için, sadece ulaşılmak istenen hedefin İslami olması yetmez, o hedefe ulaşmak için izlenen yol ve yöntemin de mutlaka İslami olması gerekmektedir. Bu metod/yöntem izlendiği ve buna göre hareket edilip çalışıldığı zaman, öngörülen hedefe ulaşılsa da ulaşılmasa da bu uğurda –Allah rızası için- yapılan her çalışma, Allah nezdinde kabul edilebilir, makbul bir çalışmadır. İşte biz, izlenmesi gereken bu yol ve yönteme ‘Nebevi Metod’ diyoruz. Bir Müslüman’ın, bu metodun dışında –konjonktürel ya da içtihadi- yeni ve farklı bir metod izlemesi, onu, İslam’ın öngördüğü hedefe asla götürmez.
İslam’ın bireysel ve toplumsal hayatta gerçekleştirilmesini öngördüğü hedefler gerçekleşmeden İslami hayatın tam olarak yaşanması da mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’in bütün emir ve hükümlerini ve Resulullah (sav)’ın yüce sünnetini gereği gibi yaşayabilmek ve uygulayabilmek, ancak, İslam’ın bir devlet düzeni olarak uygulamaya konulmasıyla mümkündür. Zira bir Müslüman, ancak, İslami hükümlerin uygulandığı topraklarda Müslüman’ca yaşayabilir. Zaten yüce Rabbimiz de İslam’dan başka hiçbir dini yani gayri İslami hükümlerin uygulandığı bir yönetim biçimini kabul etmemektedir (Al-İ İmran, 3/85). Çünkü İslam’ın egemen olmadığı yerde ‘ölümden beter’ ve ‘ölümden daha şedid’ (Bakara, 2/191) olmakla nitelendirilen ‘fitne’ (Bakara, 2/191, 217) var demektir. İslam’ın Müslümanlara yüklediği en temel vazife ise ‘Fitnenin yeryüzünden kaldırılması ve dinin yalnızca Allah’a ait olmasını’ (Bakara, 2/193; Enfal, 8/39) gerçekleştirmesidir.
2. İslami Hareket ve İslamcılık arasında nasıl bir ilişki vardır?
İslami Hareket denildiği zaman ne anlaşılması gerektiği yukarıda izah edilmeye çalışılmıştır.
İslamcılık kavramı ise uzun zamandan beri leh ve aleyhinde tartışmalar yapılan bir kavramdır. Nitekim günümüzde ‘İslamcılık öldü’ diyenler[5] olduğu gibi dört elle sarılıp izah edenler de, savunanlar da vardır. Kimileri de bu kavramı, ‘İslami Hareketle’ aynı anlamda kullanarak tanımlamaya çalışmışlardır. İslamcılık ile İslami Hareket arasındaki ilişkiye geçmeden önce İslamcılık kavramının ne olup olmadığını, ilk olarak ne zaman ve niçin kullanılmaya başlandığına değinmek gerekiyor. Acaba bu kavramı, daha önce ya da günümüzde karşılayacak İslami bir kavram yok muydu? Varsa -ki vardı- bu kavram neden kullanılma ihtiyacı duyulmuştur? Bu nedenle öncelikle bu kavramın leh ve aleyhinde yazılanlara çok kısa değindikten sonra İslami Hareket ile aralarında bir ilişki var mıdır yok mudur konusuna değinilmesinde fayda vardır diye düşünüyorum.
Bu kavram, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemeye başladığı dönemden itibaren gündeme ge(tiri)lmeye başlanmış bir kavramdır. Bu kavram batı emperyalizmine karşı Müslümanların bir savunma refleksi olarak özellikle Hindistan ve Mısır’da ortaya çıkmış, Osmanlıda ilk kullanımına ise, 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlanmıştır.[6] Bu da tarih olarak 1800’lü yılların ortalarına ve özellikle de Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) Fermanlarının ilanından sonraya denk düşmektedir. Gündeme getiriliş amacı ise, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtarılmasıdır. Bu amacın gerçekleşmesi için kurtuluşu kimileri batılılaşmada, kimileri Türkçülükte (Turancılık), kimileri de tekrar İslam’a sarılmada aramışlardır. İşte İslam’a yeniden sarılmayı gündeme getirenler, bunu ‘İslamcılık’ kavramıyla açıklamışlardır.
D. Mehmet Doğan “Modern Arapçada “İslâmcılık” kelimesini tam olarak karşılayan bir kelime olmadığını söylemektedir. “İttihad-ı İslâm” (İslâm birliği) XIX. yüzyılın sonlarına doğru, İslâm coğrafyasında yaygınlaşmış müşterek bir kavramdır. Bu kavram etrafında dile getirilen görüşler batıda “Panislâmizm” veya kısaca “İslâmizm” olarak adlandırılmıştır. “İslâmcılık” kavram olarak ilk kez 1913’te Ziya Gökalp tarafından kullanılmıştır.[7] Babanzade Ahmed Naim Bey ise, Ziya Gökalp’ın bu kullanımını: “Bu ‘ci’ edatının Türk ile İslam kelimelerine ilhakı ne kadar fena oluyor! Ben burada bir manayı tasannu[8] istişmam[9] Bu nisbeti kendilerine şiar edinenler bence yanlış isim intihab etmişler. Zira Türk, Arab olan kimse Türkçü, Arabcı olamaz. O kısaca Türkdür, Arabdır. ‘İslamcı’nın da Müslüman demek olmadığı lügat-ı Türkiye ile edna mümaresesi (yatkınlık) olanlarca malumdur” sözleriyle eleştirmiştir.[10]
İhsan Süreyya Sırma da “Âcizane, ben İslamcı tabirini yanlış buluyorum ve kullanmıyorum bu tabiri. Çerezci gibi, oduncu gibi bir şey aklıma geliyor bu tabiri duyduğumda. İslam, teslim olunca Müslüman olduğunuz şeydir. İslamcı demek biraz bana tuhaf geliyor. Kullanılmasını uygun görmüyorum. İslamcı ne demek?
- İslamcı; sosyal, politik, kültürel, ekonomik, hukuk ve yönetime ilişkin hayatın her alanına yönelik Müslümanların taleplerini dillendiren ve bunu mücadelesini veren kişi deniliyor genel olarak literatürde.
Buna İslami hayat görüşü denilebilir; fakat İslamcılık olmaz. Oduncu gibi bir şey olur. İslami hayat görüşü zaten İslamcılık anlayışını kapsadığı için bu tabiri kullanmıyorum ve bu tabire karşıyım.
İslami hayat görüşü; sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik vs. alana yönelik düzenlemeleri içine alan bir bakışı ifade ediyor zaten. Mesela siz Sosyalizm için "sosyalizmci" diyebiliyor musunuz? Diyemeyiz, zira adı sosyalizmdir. "Hristiyancı" diyebiliyor musunuz? diyemiyorsunuz. "Yahudici" diyebiliyor musunuz peki? Niye "İslamcı" diyorsunuz? Müslüman veya İslami hayat görüşü İslamcı tabirini karşıladığı için ben İslamcı tabirine gerek yok diyorum.[11]
İslamcılık bu yönüyle sadece Türkiye’de eleştirilmemiş, İslam dünyasında çağdaş dönemde fikir ve eylemleriyle ön plana çıkmış farklı coğrafyalardan Raşid Gannuşi, Abbas Medeni, Hüseyin Fadlallah gibi isimler de İslamcılık deyimini eleştirerek kendilerinin İslamcı değil ancak Müslüman olduklarını vurgulamışlardır. Bu anlayışa göre bu kavram Batılıların icat ettiği ve Müslümanlara dayatılan zoraki etiketlerdir ve doğası gereği olumsuz anlamlar taşımaktadırlar.[12]
İslamcılık üzerine çalışmalarıyla tanınan İsmail Kara İslamcılığın tanımını şöyle yapmıştı: “İslâmcılık, XIX-XX. yüzyılda İslam’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlâk, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim…) ‘yeniden’ hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslâm dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak, medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist ve eklektik yönleri baskın siyasî, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir düşünce ve harekettir”[13]
“Her Müslüman bizzarure İslâmcıdır” ve hem Müslümanım hem de İslamcıyım diyen Ali Bulaç ise İslamcılığı şöyle tanımlamaktadır:
“İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle yeni bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliğini hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası bir harekettir. Başka bir deyişle İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre yeniden kurulması ideali ve çabasıdır.” İslamcılığı devlet ve siyaset merkezli okuyan bu yoruma paralel olarak Ali Bulaç İslamcılığın 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıktığını düşünmektedir.[14]
Türköne’ye göre de İslamcılık:
İslam’ı inanç, düşünce, ahlak, siyaset idare ve hukuk bakımından hayata hâkim kılmak, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek İslam ülkelerini Batı karşısında geri kalmışlıktan kurtarmak amacına yönelik çözüm arayışı olarak 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı aydınları tarafından dile getirilmeye ve tartışılmaya başlanan bir ideolojidir.[15]
Türköne, Ali Bulaç’ı eleştirdiği yazısında ise “Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp politikacı yapıyorlar. Bu arada İslâmcılık politikada yukarılara tırmanmak için kullanılmış ve işi bitmiş bir uçan halı olarak, özenle çerçevelenip duvara asılıyor. Ali Bulaç, aksi görüşte ama müzeye kaldırılmış bir obje olarak yeterli saygıyı görüyor.
İslâmcılık bir ideoloji olarak çöktü. Omuzlarındaki ağır iktidar yükü onu çökertti. Kendini yeniden bulması için önce iktidarla bağlarını koparması, sonra uzun süre muhalefette yeni projeler üretmesi lâzım.”[16]
Bu ve benzeri tartışmalar da göstermiştir ki, İslam, tamamlanmış ve eksiği gediği olmayan İlahi bir dindir. Başka ideoloji ya da düşüncelerle sentez oluşturmayacak tarzda kemale ermiş bir dindir. Çünkü Rabbimiz katında hak din tektir, o da İslam’dır (3/19). Yani Hz. Adem (as)’a da Hz. Musa (as)’a da Hz. İsa (as)’a ve diğer bütün Peygamberlere de gelen din aynıdır ve o da İslam’dır. Zaten Rabbimiz din olarak bizim için ‘İslamı’ (5/3) seçmiş ve bize de isim olarak “Müslüman” (22/78) ismi vermiştir. Dolayısıyla din olarak ‘İslam’, isim olarak ‘Müslüman’ ismi bizim için yeterlidir, önüne de arkasına da herhangi bir takı getirilmesine de ihtiyacı yoktur; “dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım” (5/3) bunu açıkça göstermektedir. Dolayısıyla Kur’an’da ismi geçen ya da geçmeyen her peygamberin getirdiği mesajın ortak adı da İslam’dır. Her peygamber de gönderildikleri kavimleri içiresinde ilk Müslüman olandır. Nitekim Hz. İbrahim (as) ile ilgili “İbrahim ne Yahudi idi ne Hristiyan’dı: ancak, O Hanif (muvahhid) bir Müslüman’dı” (3/67) ayeti de bunu belirtmektedir.
Bu ve benzeri ayetlerden de anlaşılacağı üzere İslami hareket kavramındaki “İslam” sözcüğü, yerine ‘İslamcılık’ dahil hiçbir kavrama ve eke ya da tamamlayıcı bir öğeye ihtiyaç duymayacak kadar tam ve mükemmeldir. İçerik olarak aynı şeyler gündeme getirilse de İslami Hareket kavramının, Babanzade Ahmet Naim Efendi ya da Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma’nın da ifade ettiği gibi ‘cı, cu’ ekleriyle ‘Çerezci,’ ‘oduncu’ gibi anlamları çağrıştıran eklere de tanımlamalara da ihtiyacı yoktur. Çünkü İslam kavramı, İslamcı ya da ‘köktenci/ fundamentalist’, ‘radikal’ vb. kavramlar adı altında yapılan tanımlamalara ihtiyaç duymayacak kadar çerçevesi İlahi kudret tarafından belirlenmiştir.
3. İslami Hareketlerin temel ilkeleri nelerdir? Bu ilkelerin hayata geçirilmesinde kabul görmüş yaygın yöntemler hangileridir? Bu temel ilkelerden ilkesel bir savrulma görüyor musunuz?
Her hareketin olduğu gibi İslami hareketin de asla vazgeçilmeyecek tarzda temel ilkeleri, olmazsa olmazları vardır. Çünkü bu ilkeler, gereği yapılmak üzere Rabbimiz tarafından belirlenmiştir. Bu nedenle de Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de, bu Din’in olmazsa olmazlarını belirtmiş ve Müslümanım diyenlere, buna uyma zorunluluğunu getirmiştir. Rabbimizin belirttiği bu olmazsa olmazlar, değişmez ve her dönemde mutlaka uyulması gereken ve kaynağı ise Kur’an-ı Kerim olan ilkelerdir. İslami Hareket müntesibleri ise, Kur’an’da belirtilen bu ilkelere göre bireysel ve toplumsal hayatı, ilişkilerini, önceliklerini, insana ve kâinata bakışlarını yeniden düzenlemekle mükelleftirler. Elbette İslami Hareketin hiç değişmeyen ilkeleri olduğu gibi zamana ve şartlara bağlı olarak değişebilir ilkeleri de vardır.[17]
İlke, sözlük/lügat olarak bir şeyin temeli, esası, kök, kaynak, temel neden, temel inanç, düşünce, davranış ve ahlak kuralı, umde, prensip gibi anlamlara gelmektedir. İlkeli olmak ve ilkelere göre davranmak ise, temel olarak alınan düşünce ve kurallar ne ise bu kural ve düşünceye bağlı olarak davranmak ve bu kuralların dışına çıkmamak olarak tanımlanabilir. Başka bir deyimle, her türlü tartışmanın dışında ve üstünde sayılan, esas, ana düşünce ve inanış anlamına da gelmektedir. Davası batıl da olsa, davasına ve davasından kaynaklanan ilkelere bağlı olanlar da ilkeli davranmış olurlar. Dolayısıyla ilkeli olmak, ilkeli davranmak sadece İslami Hareket müntesibi Müslümanlar için geçerli bir davranış şekli değildir. Ama söz konusu Müslüman olunca, bu, daha da önemli hale gelmektedir. Çünkü Müslümanın uyması gereken ilkeler, Rabbi tarafından Peygamber kanalıyla Kur’an’da bildirilen ilkelerdir. Bu ilkeler, Müslümanın hem dünyasını hem de ahiretini tanzim eden ilkelerdir. Diğer batıl din mensupları ilkeli davranmadıkları zaman, bunun karşılığını, sadece bu dünyada göreceklerine inanırlar. Ama Müslümanlar, ilkeli davranmadıkları takdirde bunun karşılığını hem bu dünyada hem de ahirette göreceklerdir. Dolayısıyla “Müslüman’ım” diyen kişi, herkesten daha çok ilkeli olmak ve ilkelere uygun olarak davranmak zorundadır.
Bu çerçevede hiçbir peygamber döneminde değişmemiş en temel ilke, tevhiddir; Allah’ın birliği ve tekliği, O’ndan başka ilah olmadığıdır. Bu, bir Müslüman için olmazsa olmaz türünde bir ilkedir. Hatta bu ilkeyi, hayatımızın her alanında egemen kılmadığımız takdirde Müslüman olarak hayatımızı devam ettirmemiz de mümkün olmaz. Çünkü bu ilke, aynı zamanda bütün İslami ilkelerin esası ve tek dayanağıdır. Bütün diğer ilkeler; rengini, ölçüsünü, dayanağını bu temel ilkeden alırlar. Bu ilkeye göre Allah’u Teâlâ, sadece yaratıcı ve rızık verici değil, aynı zamanda kâinatı ve içindekileri çekip çevirici anlamda hüküm koyucu (12/40) ve emir vericidir de (7/54). Allah’ı, yaratıcı, rızık verici olarak kabul edip hüküm koymada ve hayatımıza yön vermede başka güçleri/ilahları kabul etmek ise, bu ilkeyle asla bağdaşmaz.
İslami Hareketin asla vazgeçmeyeceği ilkelerden birisi de tağuti/cahili sistem ve otoritelere karşı tavır almasıdır. Beşer aklının ürünü olan ve vahye dayanmayan hiçbir sistem, İslami Hareket için kabul edilebilir bir sistem değildir. Müslümanın, bu sistemlere karşı tavrı, her zaman ve şartlar ne olursa olsun açık ve net olmalıdır. Çünkü Müslümanın sahip olduğu akide, bireysel ve toplumsal hayatta Allah’ın hükümlerini yok sayan şirkle ve tağuti sistemlerle, kendi rızalarıyla bir arada yaşamasına, koalisyon kurmasına, yönetimde bulunmasına asla izin vermez. Müslümanın takınacağı bu akidevi tavrın, sadece sloganik ve söylemde/retorikte kalmasına da müsaade etmez. Çünkü fiili bir çabaya dönüşmeyen bir tavır, zamanla pratikte fikri ve düşünsel savrulmalara, zihinsel sapmalara ve İslami kimliğin de yozlaşmasına neden olur. Şirkle, şirk düzeniyle, şirk içeren düşüncelerle asla uzlaşmamak; anlaşmamak, koalisyon yapmamak, onları övmemek, onlara yaranmamak, “bizimdir” diyerek şirki sistemlere ait temel kurumlara ve değerlere sahip çıkmamak, Müslüman’ın asla vazgeçemeyeceği ilkedir. Dolayısıyla Müslüman, şirk kanunları ile yönetilen her sistemi, cahili sistem olarak kabul eder. Cahili yönetimin egemen olduğu ülke, içinde doğup büyüdüğü ülke de olsa, ailesi, akrabaları ve işi de orada bulunsa, yine bu sistem, bir Müslüman için cahili ve tağuti sistemdir. Çünkü Müslüman için ölçüyü koyan Allah’tır (5/50; 12/40). Allah’ın koymuş olduğu ölçüleri, hangi gerekçe ile olursa olsun, yumuşatmaya, daraltmaya veya genişletmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
İslami Hareketin tavrını belirleyen ilkelerden birisi de her hâlükârda zulme ve zalime karşı olmasıdır. Bu tavır, zamana, şartlara ve konjonktüre göre de asla değişmez. Zulüm, herhangi bir şeyi ona ait olmadığı yere koymak şeklinde tanımlanmaktadır. Zulüm, bazı ayetlerde küfür (2/254; 29/49), bazı ayetlerde şirk (31/13), bazı ayetlerde ise günah (2/35; 7/19; 21/87) şeklinde kullanılmaktadır. Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya karşı baş kaldırıp tuğyan etmiş ve O’nun hükmüne razı olmamış her kimse, zalim ve tağuttur. “Müslüman’ım” diyen hiç kimse, değişik mülahazalarla da olsa zalimin yanında yer alamaz, onunla uzlaşamaz ve uzlaşılmasını te'vil edemez. Rabbimiz, “Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size, ateş dokunur” (11/113) buyurmaktadır. Dolayısıyla Müslüman, zulme asla rıza gösteremez. Çünkü zulme rıza göstermek de zulümdür ve zalime yardım etmek demektir. Zulüm kimden gelirse gelsin fark etmez. Gücü yettiği hâlde zalime karşı çakmamak, haramdır. Çünkü zulme karşı çıkmak ve mazlumdan yana tavır almak, imanî/akidevi bir sorumluluktur. Hz. Peygamber’in buyurduğu gibi "ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız" sözü, Müslümanların kulağında küpe olmalıdır. Mazlumun Müslüman olması veya olmamasının da hiç önemi yoktur. Çünkü mazlumun dini, sorulmaz.
Ancak mazlumları koruma adına gayri İslami düzeni savunmak da ilkeli davranmaya uygun bir tavır değildir. Bir mazlumu korumak, onu himaye etmek, ancak İslam için ve İslam’ın öngörmüş olduğu kurallar çerçevesinde olduğu takdirde kabul edilebilir. Bir Müslümanın, gayri İslami kanunlara sığınarak mazlumlara yardım etmesi, kınanmaz ama İslami bir tavır olarak da görülüp gayri İslami olan bir düzen de savunulamaz. Mazlumlar korunuyor diye o sisteme payanda olunamaz ve desteklenemez. Çünkü Müslümanlar için asıl önemli olan, Allah’ın rızasıdır. Allah’ın rızasını kazanmak, sadece O’nun rızasına uygun işler yapmakla mümkün olur. Hz. Peygamber (as), sahabesine işkenceler yapılırken, işkence altındaki sahabelerinin iniltileri arş-ı alayı inletirken bile ilkeli davranmaktan asla vazgeçmemiş ve şirk düzenine sığınarak onları kurtarmaya çalışmamıştır. Ebu Talib’in, kendisini artık koruyamayacağını belirtir tarzındaki tavrına karşılık, “Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseler bile davamdan vazgeçmem’ sözü, ilkeli davranışın en belirgin örnekliğini göstermiştir.
İslami Hareket, mutlaka vahye ve vahyin hayata aktarılış tarzı olan sünnete dayanmalıdır. Kur’an ve Sünneti esas almayan hiçbir çalışma, İslami çalışma olmayacağı gibi İslami anlamda başarılı olması da mümkün değildir.
İslami Hareket evrenseldir. Ben Müslüman’ım diyen herkesi, dünyanın neresinde olursa olsun kapsar, onları kuşatır ve mensubu olarak kabul eder. Bu bağlamda, toprak, bölge, soy, sop, kavim, dil gibi farklılıkların belirleyicilik/üstünlük özellikleri yoktur. İslami Hareket, Hz. Adem ile Hz. Ebu Bekir’i ya da günümüzde herhangi bir Müslüman’ı kardeş kabul eden bir Hareket’tir. Dolayısıyla İslami Hareket, sadece içinde yaşadığımız çağı değil, ilk insan, ilk Peygamber’den bu yana gelen ve tarihi, insanlık tarihi ile eşit olan bir harekettir.
İslami Hareket, sonuç odaklı değildir. Hedefe götüren her yol mübahtır anlayışını asla kabul etmez. Hedef de hedefe götüren yol-yöntem ve izlediği kurallar da İslami olmalıdır. İslami hareket için İslami olan hedefe giderken önemli olan yolda olmaktır. Hedefe ulaşsa da ulaşmasa da o başarılıdır.
İslami hareket, uzun soluklu ve uzun süreli bir mücadeleyi ilke edinmelidir. Uzun süreli olan bu mücadele, dünyevi başarılardan öte, Allah’ın rızasını uman bir mücadeledir. Bu nedenle bu mücadeleyi yürütenler bugünden yarına bir başarı, bir sonuç beklemezler. Zaten bugünden yarına bir sonuç bekleyenler, istedikleri gibi bir sonuç alamayacakları gibi çabucak yorulmak suretiyle, mücadeleden de vazgeçmek zorunda kalabilirler. Ömrü bütünüyle içine alan, ölüm sonrası hayatı da kuşatacak olan bir mücadeleyi göğüsleyenler, kolay kolay yorulmazlar, bıkmazlar ve usanmazlar. Emeklilik ya da dünyevi herhangi bir engel dolayısıyla köşelerine de çekilmezler. Çünkü Müslümanlar, 100 metrelik koşuya çıkanlar olmaktan öte, bir maraton koşucusu gibi ömrünü bütünüyle içine alacak bir mücadeleyi hedeflemelidirler. Bedende nefes alıp verecek mecal oluncaya kadar (Şeyh Ahmed Yasin Örneğinde olduğu gibi) mücadeleye asla ara vermemelidirler.
İslami Hareket, sistem içi bir mücadeleyi esas almaz. Ancak akideye, İslami anlayışa ve bu anlayışa uygun olarak oluşmuş teamüllere aykırı olmayacak şekilde sistem içi hangi araçların kullanılacağı her çalışma/grup/cemaat tarafından yeniden belirlenir. Müslümanları, İslami olmayan tağuti sistemlere eklemleyecek, sistem içi hiçbir araç, Müslümanları geliştirir, sayısını ve imkânlarını artırır düşüncesiyle asla kullanılamaz.
Aynı şekilde fırsatçı, faydacı, takiyyeci, kaleyi içten fethedici, düşmanın silahıyla silahlanmacı anlayışa da itibar etmez. Kaldı ki Müslümanın amacı, kaleyi fethetmek değil, her ne şartta bulunursa bulunsun dinini yaşamak ve Allah’ı razı etmektir.
İslami Hareket, örgütlülük/cemaatsel çalışmayı esas alır. Örgütlü (organizeli) olmak, ilkeler ve o ilkelerden kaynaklanan bir program çerçevesinde ve belirli bir disiplin içerisinde faaliyet göstermek, İslami Hareketin temel özelliğidir. Hiyerarşik yapısı olmayan, dağınık, anlık ve günlük programlarla yapılacak bir çalışma uzun ömürlü ve Allah’ın rızasına uygun olması mümkün değildir. Peygamber (as) buyurduğu gibi, üç kişi bir yola çıktığınız vakit, aranızdan birini imam olarak belirleyin hadisi, başı boş olmamızı yasaklamaktadır.
İslami Hareket, 'inkılapçı'dır. Bu mücadelede bulunanlar, "fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız ve bütünüyle Allah'ın oluncaya kadar" mücadele etme göreviyle kendilerini yükümlü hissetmelidirler.
İslami Hareket, ümmetçidir. Kavmiyetçiliği/ırkçılığı/milliyetçiliği reddeder ve bunları birer cahili unsur olarak kabul eder. Dolayısıyla renklere, dil ve ırklara göre yapılan ayırım İslami anlayışın dışında, hatta İslam’ın reddettiği cahili bir ayırım olur. Çünkü dil ve renklere göre ayırım hem geçmiş ve hem de günümüz cahiliyesinin başvurduğu bir yöntemdir. “Dil ve renkler Allah’ın ayetlerindendir” (Rum, 30/22) ayeti de bunu teyid etmektedir. Yani dil ve renkler bir üstünlük, bir ayrıcalık aracı değil, Allah’ın varlığının, otoritesinin bir delilidir. “Ancak Mü’min’ler kardeştir” (Hucurat, 49/10) ayeti, aynı ana ve babadan ya da aynı renklerde, aynı coğrafyalarda ve aynı ırklarda gelenleri değil, sadece ve sadece Mü’minlerin/Müslümanların kardeş olduğunu belirtmektedir. Yani tevhid bayrağının altında bulunan bütün insanların kavim ve kabile ya da dil, ırk, renk, soy sop gibi benzeri başka herhangi bir ayırım gözetmeksizin kardeş olduklarını ifade etmektedir. Allah’ı, Resulünü ve iman edenleri dost bilir.
İslami Hareket, “emrolunduğu gibi istikamet üzere/dosdoğru olmayı” (11/112) temel ilke kabul eder. Kaynağı haktır. Beşerî değil, Rabbanidir. Bu özelliklere sahip tek harekettir. Dolaysıyla bu hareketin beşerî kaynaklı herhangi bir hareketle sentezci ve uzlaşmacı yaklaşımlara girmeyi kabul etmez.
Ne yazık ki günümüzde İslami Hareket olarak bilinen çalışmaların çoğunda ilkesel bir savrulma söz konusudur. Savrulma nedenleri ise sonuç odaklı çalışmaları esas almalarıdır. Çabucak, çok zahmet çekmeden ve bedel de ödemeden sonucu elde etmek için, olmazsa olmaz ilkelerinden süreç içerisinden kolaylıkla vazgeçebilmektedirler. Uzun mücadeleyi göze alamayanlar, Peygamberlerin örnekliğinden ortaya konan tevhidi mücadeleyi kavrayamayanlar çabucak yorulmakta ve reddettikleri, küfür ve şirk olarak gördükleri sisteme eklemlenmektedirler.
Oysa İslami Hareket zorlu ve uzun soluklu bir mücadeleyi esas alır. Bizlere Kur’an tarihinde gösterilen tevhidi mücadele de bunu gerektirmektedir. İslami Hareket mensubu her Müslüman, din yalnız Allah’ın oluncaya ve fitne yeryüzünde kalmayana kadar bir mücadeleyi (2/193, 8039) göğüslemelidir. Habbab b. Eret (ra), Hz. Peygamber (as)’a “Müşriklerden büyük sıkıntı çektik. (Bunların zulmünden kurtuluşumuz için) Allah’a dua etmez misiniz?” demişti. Hz. Peygamber bu talepte mücadeleden yılma ve üzerine düşeni yapmaktan geri durma niyeti sezdiği için yüzü kıpkırmızı olduğu halde (yaslandığı yerden) doğrulup oturdu ve şöyle buyurdu: “Sizden önce demir taraklarla kişinin etleri ve sinirleri kemiklerine kadar taranırdı da bu işkence onu dininden döndüremezdi. Başının ortasına testere konarak başı ikiye bölünürdü, bu işkence dahi onu dininden döndüremezdi (Buhârî, “Menâkıbü’l-ensâr”, 29). Ama öyle zamanlar olmuştur ki Peygamber ve beraberindeki mü’minler “Allah’ın yardımı ne zaman” demek zorunda kalmışlardır (2/214).
Sonuç olarak, Müslümanların ilkelerinin egemen olmadığı laik, seküler, demokratik toplumlarda iktidar olmak ya da güçlü ekonomik ve siyasi imkânlara/kurumlara sahip olmak, insanı, sadece içinde yaşadığı gayri İslami sistemin hizmetkârı/payandası yapar. Böyle bir durum, Seyyid Kutub’un dediği gibi, teorik anlamda Müslümanların sayısı ne kadar çok olursa olsun, içinde yaşadıkları şirk sistemine kan verirler, can verirler. Bundan kurtulmanın yolu ise Peygamber’in izlediği ilkeli yol ve yöntemi uygulamakla mümkün olabilir. İlkesizlik, inandığı gibi yaşamamaktır, yaşadığı gibi inanmaya başlamaktır. Yani ciğere ulaşmadığı zaman “tu-kaka” demek, ulaştığı zaman da bir şey bırakmamaktır. Netice olarak Rabbimiz, dağları yerinden oynatmamızı ya da nasıl olursa olsun iktidar olmamızı da istemiyor. Bizden istenen “Emrolunduğumuz gibi istikamet üzere olmamızdır” (11/112).
4. Dünden bugüne İslami hareketlerde (düşünsel, fıkhı ve pratik zeminde) bir değişim gözlemliyor musunuz? İslami hareketlerde düşünsel bir kriz görüyor musunuz?
Bugün içinde yaşadığımız ülkede var olan birçok vakıf, dernek resmi birer kurum haline gelmiş ve sistem içi bir çalışmaya göre kendini konumlamıştır. Dolayısıyla bunlara İslami Hareket demek, -yukarıda yapılan tarif ve ilkelerden anlaşılacağı üzere- mümkün değildir. Çünkü İslami Hareket, vahyin belirlediği çerçevede faaliyet gösteren ve her hâlükârda İslami olmayan sistemlere muhalif olan bir harekettir. Ayrıca bu Hareket, sistem içi araçları ayırt etmeksizin kullanmayı ve sistem içi bir mücadeleyi de asla kabul etmez. Tek başına da kalsa Peygamber örnekliğinde verilen mücadelenin örnekliğinden asla vazgeçmez.
Günümüzde kimi İslami kuruluşların resmileşmesinin nedeni ise, kendilerini İslam’a nisbet eden (aslında kendilerini laik, muhafazakâr ve dini bir parti olmadıklarını söyleyen[18]) insanların iktidarda olmalarıdır. Bu tür insanların yani namaz kılanların, hanımları başörtülü olanların iktidara gelmeleri ile sanki sistem değişmiş ve İslamileşmiş gibi bir değerlendirmeyle gayri İslami sisteme eklemlenmişlerdir. Süreç içerisinde düşünsel olarak da değişmeye başlayan bu kesimler, inandığın gibi yaşamazsan yaşadığın gibi inanmaya başlarsın sözü gereği sistemle bütünleşmişlerdir. Nitekim dün demokrasiye küfür diyenlerin demokratlaşması, Kemalizm’i reddedenlerin de Kemalistleşerek Kemalizm’i savunur hale gelmelerinin nedeni de kanaatimce budur. Oysa İslami hareket, İslam’ın egemen olmadığı her toplumda muhalif bir hareket olarak sistem içi değişimi kabul etmeden mücadele etmekle mükellef olduğunu asla unutmaz. Dolayısıyla içinde yaşadığı laik, seküler, cahili sistemle uzlaşması, birlikte hareket etmesi asla mümkün değildir. Ama görebildiğim kadarıyla bu tür STK’ların/vakıfların/derneklerin -istisnalar hariç- muhalif olma, sistemi İslamileştirme gibi amaçları kalmadığı gibi içinde yaşadıkları gayri İslami sistemle bir arada/birlikte yaşamada da herhangi bir sıkıntı duymaz hale gelmişlerdir. Kuruluş amaçlarını/ilkelerini unutan bu kuruluşlar ne yazık ki kendilerini İslam’a nisbet edenlerin iktidar gelmeleriyle sistemin de İslamileştiğini düşünür olmuşlardır.
Günümüzdeki bu grupların/STK’ların İslami Hareketin fonksiyonunu görebilmeleri için düşüncelerinde netleşmeleri, hedeflerini ve istifade edecekleri sistem içi araçları -varsa- ilkeleri çerçevesinde yeniden belirlemeleri gerekmektedir. Sıradanlaşmış, seçici olmaksızın sistem içi her aracı kullanmakta bir beis görmeyen bir hareketin muhalif bir hareket olmayacağı gibi İslami hareket de olamaz.
5. İslami Hareketleri tarikat, STK vb. yapılardan ayıran özellikler nelerdir? İslami hareketlerin STK’lar üzerinden yapılanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda amaç-araç ilişkisinin sağlıklı bir zeminde ilerlediğini düşünüyor musunuz?
İslami Hareket, her faaliyetiyle tevhide dayalı, vahyi esas alan, İslami olmayan sistemle asla uzlaşmayan bir özelliğe sahip harekettir. Beşer aklı ürünü hiçbir sistemle birlikte yaşamayı, uzlaşma içerisinde bulunmayı asla kabullenmez. Hz. Peygamber (as), devlet başkanlığı dahil birçok imkân kendisine teklif edilmesine rağmen elinin tersiyle itmiş, şirk sistemiyle uyuşmayı kabul etmeme örnekliğini bize göstermiştir (33/21). “Lekum dînukum veliye dîn” (109/6) ayetiyle her türlü uzlaşmayı ve “Veddû lev tudhinu feyudhinûn” (68/9) her türlü yumuşamayı bütünüyle reddederek, işkencelere ve dışlanmışlığa ve ekonomik ambargoya rağmen biraz sizden biraz bizden anlayışını asla kabul etmemiştir.
Günümüzde STK’ların çoğunluğunu İslami Hareketten ayıran özellik Peygamber örnekliğinde bir mücadeleden ziyade sistem içi bir mücadeleyi esas alarak resmi birer kurum haline gelmeleridir. Aynı durum tarikatlar için de geçerlidir. Tasavvufun teşkilatlanması anlamına gelen tarikatlar da, şeyh-mürid ilişkileri, yapılanma ve çalışma tarzları ile düzeni/sistemi İslamileştirme, devlete/yönetime talip olma gibi amaçları olmadığı gibi kendi geleneksel ritüellerine dokunulmadığı müddetçe içinde yaşadıkları laik, seküler ve cahili sistemden ve uygulamalarından da rahatsız olmamaktadırlar. Ayrıca bu kurumlar kendilerini ilahi ve kutsal nitelikte yapılar olarak gördükleri için de sorgulanmaz, eleştirilmez ve dokunulmaz yani Lâ-yüs'el kurumlar haline gelmişlerdir. İstişareyi esas almayan, ölünün yıkayıcısına teslim olduğu gibi şeyhine teslim olan gayri İslami söylemlerine ve tavırlarına ses çıkarmayan bu tür çalışmaların İslami Hareket olarak değerlendirmek mümkün değildir. Çünkü İslam Hareket, bu anlamda teslimiyeti sadece ve sadece Allah'a olmasını kabul eder.
6. İslami Hareketler İslam Düşünce dünyasına ne tür katkılarda bulunmaktadır? Yaşadığımız çağa hitap edecek özgün bir düşünce üretebilmişler midir?
Ne yazık ki günümüz İslami Hareketleri sağlıklı/tevhidi bir düşünceyi hazmedemedikleri için kendilerine bile faydaları olmadığı gibi İslam düşünce dünyasına da katkıları olmamaktadır. Dünyevileşen ve İslam’ı sadece tevhidi içerikten yoksun bazı ritüellerden ibaret gören, zulme ve zalimlere karşı mücadeleyi es geçen oluşumların kendilerini tevhidi kimlik ve şahsiyete kavuşturan bir düşünce üretmekten çok uzak oldukları için İslam dünyasına ve İslam’a ihtiyaç duyan kesimlere bir katkı sunamamaktadırlar. Üstelik kendilerini İslami Hareket olarak niteleyen kimi hareketler de pasif/edilgen konumda olduklarından, içinde yaşadıkları şirk sistemlerini ayakta tutmak için faaliyet gösterirken, kimileri de tekfirci bir anlayışla toplumdan dışlanmış ve ilişkileri yok denecek kadar azalmıştır. Oysa Allah’u Teala Müslümanları ‘vasat ümmet’ (2/143) kıldığını yani denge unsuru olarak yarattığını belirtmektedir. Çünkü, ancak ‘vasat ümmet’ anlayışını taşıyan bir hareket hakka rehberlik eder ve adaleti ayakta tutma (7/181) gayretini gösterebilir.
Oysa içinde yaşadığımız 21. Yüz yılda beşerî bütün ideolojilerin iflas ettiği, İslam dünyasına da diğer bölgelere de kan ve gözyaşından başka bir şey getirmediği ayan beyan ortaya çıkmıştır. Aslında değer olmadığı halde işgal, istila, iç karışıklar çıkarılarak ve lobi faaliyetleriyle can simidi gibi sunulan/zorla kabul ettirilen batılı ve doğulu değerler, Gazze soykırımı ile iflas ettiği daha açık ve daha net bir şekilde bir daha ortaya çıkmıştır. Batılı ve doğulu -her türlü batıl dine mensup- birçok insanın İslam’a koştuğu ya da küçük -davet ve tebliğ- gayretlerle İslam’ın bu kesimler tarafından kabul edilebileceği bir ortamda ‘hakka rehberlik edecek ve adaleti icra edecek’ bir hareketin olmaması da tevhidi anlamda ‘özgün bir düşünce’ üretemediklerinde kaynaklanmaktadır.
7. İslami Hareketlerin toplumsal hayatı ve yönetimleri etkileme gücü hangi boyutlardadır?
Yukarıda da belirtilen nedenlerden dolayı günümüz hareketlerin tamamına yakını bırakın toplumsal hayatı ve yönetimleri etkilemeyi, kendi bireysel hayatlarını bile İslami ilkeler çerçevesinde düzenleyebilme ve bu ilkelere uygun olarak yaşayabilme imkân ve gücüne sahip değildirler. İlkeli davranan hareketlerin ise bu anlamda toplumsal hayatı ve yönetimleri etkileme gücü yoktur. Çünkü seslerini duyurabilecek araç ve imkanlara sahip olmadıkları gibi cılız bir şekilde seslerini çıkarmaya başladıkları zaman da bu kadar alim/hoca varken ya da haksızlıklara karşı İslam dünyasında sesi çıkan tek ülke iken, hala orada mısınız diye suçlanarak seslerinin kesilmesine ya da en azından kısılmasına çalışılmaktadır. Uzun zamandan beri bu tür çabalar ve engellemeler, oluşmakta olan bağımsız, ilkeli ve uzun soluklu tevhidi mücadeleyi aksatmaktadır.
Ne yazık ki daha önceki yıllarda çıkardıkları dergilerin kapağında ya da konuşmalarında “tağuti sistemlere oy yok” diyenlerin bugün ‘oy vermemek vebaldir’ noktasına gelmiş olmaları bu topluma artık söyleyecek bir şeylerinin de olmadığını göstermektedir. Ayrıca dün Kemalizm’i ve Kemalist sistemi reddederken bugün Kemalistleşenler; demokrasiyi ve demokratik sistemi küfür derken bugün demokratlaşanların da bırakın topluma, kendilerine bile hayırları olmayacaktır. Merak ediyorum acaba yarınlarda bu kimseler ve kesimler nasıl dönüş yapacaklar ve toplumun huzuruna ne söyleyerek çıkacaklar?
8. İslami Hareketlerin öteki ile kurduğu ilişki biçimi ve beraber yaşama anlayışı nasıl bir mahiyete sahiptir?
Ötekinden kasıt cahili yani İslami olmayan hatta İslam’a karşı olan kesim ise, bunlarla kurulacak ilişkiler İslami kaynaklarda çok açık olarak belirtilmiştir. Temel İslami kaynaklarda belirtildiği üzere, Müslümanlar zihinsel/düşünsel anlamda müşriklerle asla dostluk kuramazlar, fiziksel anlamda ilişkileri ise zorunlu ihtiyaçlar çerçevesinde olmalıdır. Çünkü Rabbimiz küfrü imana tercih eden baba ve kardeş de olsa (9/23), ayrıca Yahudi ve Hristiyanları (5/51) ve Mü’minleri bırakıp kafirleri (4/144) dost edinmeyin emrini buyurmuştur. “Sizin dostunuz Allah, O’nun Resulü ve iman edenlerdir” (5/56-57) buyurulmak suretiyle kimlerle dostluk kurulacağı da ayrıca belirtilmiştir. Dolayısıyla bir Müslüman’ın bir kafiri, müşriki, Hristiyan’ı ve Yahudi’yi dost edinmesi mümkün değildir. Çünkü, aksi halde o da onlardan olur (5/51).
Dolayısıyla öteki ilişki ve beraber yaşama davet ve tebliği çerçevesinde devam etmelidir. Çünkü ancak ‘iyiliği emreden, kötülükten nehyeden ve Allah’a iman eden’ bir topluluk/ümmet ‘İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet’ (3/110) olacaktır. İman ile küfür bir arada, hiçbir şey olmamış gibi, birbirinden memnun bir şekilde yaşaması mümkün değildir. Bu, elbette hemen kılıçlar çekilsin onlarla kavga edilsin anlamına gelmez. Hz. İbrahim (as) ile Nemrut; Hz. Musa (as) ile Firavun; Hz. Muhammed (as) Ebu Cehil nasıl uzlaşarak/anlaşarak aynı ortamda yaşamamışlarsa, günümüzde de bir Müslümanın kafirle, müşrikle bir arada ve birbirlerinden memnun bir şekilde yaşamaları mümkün değildir.
9. İslami hareketler bugünün dünyasını yeterli düzeyde okuyabiliyorlar mı? Bu konuda İslami hareketlerin kaçırdıkları ve yanıldıkları temel durumlar nelerdir?
10. İslami Hareketler diğer ideolojiler ve mevcut bölgesel ve küresel hegemonya karşısında halklar için bir alternatif oluşturmakta mıdır?
9-10: İslami Hareketler olarak kabul edilen oluşumlar içinde yaşadıkları dünyayı ve dünyadaki Müslümanlar aleyhine olan gelişmeleri okuyabilselerdi, bugün başta Gazze olmak üzere değişik coğrafyalardaki Müslümanlara karşı insanlık dışı katliamlar gerçekleştirilebilir miydi? İnsanımızın köpeklere parçalatılması, yaralı iken zırhlı aracın üzerinde bağlı olarak alçakça teşhir edilebilir miydi veyahut bile bile tankların altında ezilmelerine göz yumulabilir miydi?
Her şey bitmiş midir? Elbette hayır! Rabbimiz umut kesmememizi bizden istemektedir (39/53; 12/87). Çünkü er ya da geç Allah nurunu tamamlayacak (9/32) ve dinin diğer dinlere üstün getirecektir (9/33). Ama aslolan bunun Müslümanlar eliyle gerçekleştirilmesidir (22/41;28/5). Müslümanlar ancak ümmet şuuru ile ve ‘Nebevi Metod’a uygun olarak çalıştıkları zaman alternatif oluşturabilirler. Aksi halde Müslümanlara dönük bu insanlık dışı katliamlar devam edecektir. Değişik coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar kendilerine dokunulmadığı zaman sesleri çıkmıyor ama bilinmelidir ki er ya da geç bu zulüm onlara da dokunacaktır. Müslümanlar, “sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının” (8/25) ayetini asla unutmamalıdırlar.
11. İslami Hareketler ve Aksa Tufanı arasındaki ilişki hakkında neler söylemek istersiniz?
Gazzeli Müslümanların onca katliama, açlığı, yokluk ve yoksulluğa rağmen gösterdiği sabır ve direniş sadece Siyonist katilleri değil, onları destekleyen bütün küresel katiller güruhunu da ürkütmüş ve kutsal birer put haline getirdikleri sözüm ona değerlerini yerle bir etmiştir.
Genel olarak İslami oluşumlar, eylemleriyle Siyonist İsrail’i ve arkasındaki küresel küfür güçlerini telin etmişlerdir. Ancak ortak ve güçlü bir şekle dönüşmeyen eylemler ne içinde yaşadıkları ülke yönetimlerine ne de Siyonist katillere geri adım attırabilmiştir. Elbette Siyonist ve destekçisi küresel katillere karşı yapılan her eylem anlamlı ve önemlidir. Bu katiller güruhuna atılan/atılacak her taşın bir anlamı ve önemi vardır. Ama gönül isterdi ki içinde yaşanılan ülke yönetimlerine geri adım attıracak tarzda olmalıydı.
Türkiye’de 7 Ekim’den bu yana her ilde, ilçede ve kasabada sayısız eylemler, yürüyüşler ve mitingler yapılmıştır. Bütün bu eylemlere rağmen Türkiye yönetimi sadece ticaretin bir kısmını 6 ay sonra (9 Nisan’da) durdurduğunu açıklamak zorunda kalmıştır. Üstelik bu ticaret de bütünüyle durmuş değil halen Yunanistan gibi üçüncü ülkeler üzerinde devam etmektedir. Ya yakıt? Bugün Gazze’de bebekleri katleden tankların, uçakların, zırhlı araçların bir kısım yakıtları (%40 oranında olduğu söyleniyor) Türkiye limanlarından gitmektedir. Ve diğer ilişkiler; diplomatik, askeri ve siyasi ilişkiler ise halen devam etmektedir. Türkiye yönetimi, işgalci ve hırsız Siyonist rejimi hedef almıyor, sadece Netanyahu ve yönetimi eleştirilmekte ve ‘Gazze kasabı’ olarak değerlendirilmektedir. Oysa rejim olarak hatta küçükten büyüğüne her İsrail’li hırsızdır, işgalcidir, soykırımcıdır ve eli kanlı katillerdir. Sadece Netanyahu ve yönetimini suçlamak, diğerlerinin yaptıkları katliamları örtmek/gizlemek anlamına gelir.
[1] Samî Abdulqader Mustafa’nın, “Yeni Dünya Düzeni ve İslami Hareketler” başlıklı Yüksek Lisans Tezi için bkz; https://acikerisim.dicle.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/11468/2156/Sami%20Abdelqader
%20Mustafa%20Yenid%c3%bcnya%20D%c3%bczeni%20ve%20islami%20Hareketler.pdf?sequence=1&isAllowed=y, s.41
[2] Samî Abdulqader Mustafa, agt, s.36
[3] Dr. Kelim Sıddıki İslami Hareket Problemleri ve Amaçları, Bir Yayıncılık, 2 bsk. Mart 1988 İstanbul, s.18
[4] http://iktibasdergisi.com/2021/01/04/islami-hareket/
[5] Hatta konuyla ilgili tartışmalar Ufuk Yayınları tarafından kitaplaştırılmıştır.
[6] D. Mehmet Doğan, “İslamcılık: Bir Adlandırma Meselesi”, içinde Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyum tebliğleri, ed. İsmail Kara ve Asım Öz, 1. baskı, Zeytinburnu Belediyesi kültür yayınları, kitap no. 31, Zeytinburnu, İstanbul, Zeytinburnu Belediyesi, 2013; bkz; https://zeytinburnu.istanbul/wp-content/uploads/2021/11/dokuman_islamcilik.pdf, s.120
[7] Doğan, age. s.126
[8] Bir şeyi olduğundan daha değerli göstermek yapmacık hareket, Suni hareket
[9] Koklamak kokusunu almak. Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak
[10] Ahmet Köroğlu’nun “Türkiye’de İslamcı Söylemin Oluşumunda Tercümelerin Etkisi (1960-1990)” başlıklı Doktora tezi, için bkz; http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/ET001880.pdf, s.14
[11] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma ile yapılan röportaj için bkz; https://www.indyturk.com/node/436401/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/i%CC%87hsan-s%C3
%BCreyya-s%C4%B1rma-i%CC%87slami-hayat-g%C3%B6r%C3%BC%C5%9F%C3%BC-zaten-i%CC%87slamc%C4%B1l%C4%B1k
[12] Köroğlu, agdt. s.15
[13] İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi Metinler Kişiler 1, Dergah Yayınları, 2.bsk. Haziran 2014, İstanbul, s. 17; Zeytinburnu Belediyesi, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyum tebliğleri, s.17; ayrıca Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık, Umran Yayınları, Ocak 2013, s.311
[14] Köroğlu, agdt. s.19-20
[15] Köroğlu, agdt. s.17-18
[16] https://www.islamvehayat.com/-eski-islmcilari-kirpip-kirpip-politikaci-yapiyorlar-_d6919.html
[17] Kur’an-ı Kerim’de değişmeyen hükümlerin değiştirilmesi, ancak ‘zaruretler mahzuratı mübah kılar’ kaidesi gereğince, zaruret halinde olanlar için mübah kılınmıştır (6/145; 16/106). 'Zaruret' hâli, çeşitli şekillerde tarif edilmekle birlikte, genel olarak 'Zaruret' hâli, “İzale edilmemesi halinde kişinin ölümüne veya sakat kalmasına neden olacak haldir” diye tarif edilmektedir.
[18] Tayyib Erdoğan -Başbakan olduğu dönemde- Newsweek'in İslam'a ilişkin bir soru üzerine Türkiye'nin, "İslam, demokrasi, laiklik ve modernite" arasında bir denge sağlayarak insanların, hiçbir zaman başarılamayacağını söyledikleri bir şeyi başardığını” sözleri için bkz; https://arsiv.sabah.com.tr/2008/05/04/haber,E302682A82D841B6BC28A7FFC74A42E3.html