İslami hareketlerde düşünsel bir kriz gözlemleniyor mu? İslami hareketler İslam düşünce dünyasına nasıl katkılarda bulunuyor? İslami hareketler bugünün dünyasını yeterli düzeyde okuyabiliyor mu? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha birçok soruyu "İslami Hareket" dosyasında Erdal Kurğan'a sorduk.
1. İslami Hareket'in size göre tanımı nedir?
Aslında her ne kadar kendimi uzak tutmaya çalışsam bile bu işin biraz doğası gereği, biraz da akademide bulunduğum için, gayri ihtiyari bir şekilde düşünce tarihinde hareketler, cereyanlar vs. tartışması ister istemez meseleyi biraz dağıtıyor, biraz genişletiyor. Bir tarafıyla fazlasıyla genişletiyor, diğer tarafıyla da İslami Hareket kavramı gibi, mesela devrimci hareket kavramları gibi bu kavramların daha spesifikleştirilmesi, daha nokta atışı şekilde tanımlanmasını da zorunlu kılıyor. Buradaki hareket kavramı fazlasıyla bir örgüt referansı veriyor. Yani örgüt çağrışımı yapıyor diyelim. Örgüt çağrışımı verdiği için, bize de muhtemelen sol tandaslı, sol örgütlenmelerden, sol literatürden bizim camiaya, Müslümanlara, İslamcılara geçtiği için hareket kavramını kullanıyoruz ama İngilizcedeki bağlamıyla “movement” düşünsel akımları vesaire de kapsar. Fakat bir organizasyon, bir örgüt çağrışımı da yaptığı için bana kalırsa biraz soyut duruyor. Sınırları çok belli değilmiş gibi duruyor. İslami Hareket, Kars'taki bir insanın tebliğ davet faaliyeti yapması, İslam için davet faaliyeti yapmasıyla, Medine'deki bir adamın yapması, bunların ikisini İslami Hareket içerisine sokar mı, sokmaz mı, nasıl sokar? Bunun sınırları nerede başlar, nerede biter? Buna dair zihnimde çok net tanımlar yok doğrusunu söylemek gerekirse. Ben bundan dolayı İslami hareket kavramını hatta İslamcılık kavramını bile kullanmayı çok doğru bulmuyorum. Ama galatı meşhur lugatı fasihden evladır sözü gereği İslamcılığı kullanmayı daha fazla tercih ediyorum şahsen.
Peki nedir İslamcılık? Müslümanlık çok net zaten, ama İslamcılık nedir? İslamcılık, moderniteye ve modernitenin inşa ettiği dünya görüşüne, onun ortaya çıkardığı ve davet ettiği güzergaha, ortaya çıkardığı kavramlara bütün paradigmaya İslam'ı referans vererek, İslam'ı gerekçe göstererek karşı duruşun adıdır. Bu bağlamıyla bence İslami hareketten ziyade İslamcılık modern dönemdeki Müslüman olmanın biçimidir demek çok daha makul. Tabi İslamcılık kavramıyla tanımladığımız aktörlerin nüansları da genelde literatürde, tartışmalarda fazlasıyla göz ardı ediliyor. Bu aktörlerin her birinin fazlasıyla homojen olduğu varsayılıyor. Halbuki böyle bir şey söz konusu değil. Yani İslamcılık içerisinde, renk tayfı gibi farklı tonlarda, farklı referanslar yaparak, İslam'a referans vererek moderniteye, modernitenin getirdiği bütün kavramsal paradigmaya, siyasi pratiklere, iktisadi pratiklere vs. karşı duruşun adı olduğu için bu pratiklerden pratiklere değişen tercihler de söz konusu olabiliyor. Söz gelimi modernite İslam dünyasına sadece kültürel alanı ile gelmedi. Aynı zamanda hatta daha önce askeri hegemonyası ile geldi. Dolayısıyla askeri hegemonyaya -bunun daha komplike, daha kristalize hali olan kolonyalizme diyelim- karşı oluş ve bu karşı oluşta İslam'a referans vererek karşı duruşun adı da bir tarafıyla İslamcılık oluyor. Böyle olduğu için kolonyalizm karşıtlığı barındıran ama aynı zamanda modernitenin mesela kültürel bazı unsurlarını da içselleştiren, hatta bunu destekleyen aktörleri İslamcılar içerisinde değerlendirmek her ne kadar paradoksal gibi dursa da kendi içerisinde anlaşılır bir durum. Yani Musa Carullah’ın diyelim, küresel bir batı hegemonyasına karşı duruşundan dolayı İslamcılık içerisinde değerlendirilirken kendi şahsi görüşleri, tercihleri, İslam'ı anlama, kavrama, çağdaş dönemde İslam'ın nasıl bir dünya var etmeye çalıştığına dair verdiği cevapta fazlasıyla modern tınıları, hatta modernist yaklaşımlarını söz konusu edebilirsiniz. Ama bu onu doğrudan saf bir modernist yapmadığı için onu İslamcı kategori içerisinde değerlendiriyoruz. Fakat işte İslamcı kategori içerisinde diğer taraftan Mustafa Sabri Efendi gibi, Elmalı Hamdi Yazır gibi, Bediüzzaman Said Nursi gibi, Zahid el-Kevseri gibi ana hattın Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat geleneğinden gelen ve klasik usulü merkeze alan aktörler, ulema da söz konusu. Yani birbirini yer yer eleştiren, bu eleştiri tonunu biraz daha ileri götürüp tekfire götüren aktörler bile İslamcılık kategorisi içerisinde değerlendirilebiliyor. Değerlendirilmesi gerekiyor zaten. Diğer türlü net, saf, yekpare bir İslamcılık veya yekpare bir İslami hareket, bundan bahsetmek söz konusu değil. Bir defa insan olmanın tabiatına da aykırı bu zaten. Hiçbir zaman böyle saf bir toplumsal yapı inşa edemezsiniz. İnsan böyle toplumsal yapı, saf birörnek bir toplumsal yapı inşa edemez. Yani böyle bir toplum, saf birörnek, homojen bir toplum inşa etmek kaygısı modern devletin biraz vizyonuydu. Fakat bunu yapabildi mi, bu hala tartışılıyor zaten. Modern devlete getirilen temel eleştirilerden biri de buydu. Yani vatandaşlık tanımı ile yeni bir şey yaratma, standart homojen makbul insanlar yaratma -ki buna da vatandaş diyoruz- hedefleniyor ama pratikte bunun böyle olamadığını gördük. Böyle olduğu için toplumsal organizasyonda hareketleri yekpare olarak değerlendirmemek gerekiyor.
2. İslami Hareket ve İslamcılık arasında nasıl bir ilişki vardır?
Güncel aktüel tartışmalarda İslamcılık sürekli yerilen bir şey. Yani yeri geliyor iktidar tarafından İslamcılık yeriliyor. Yeri geliyor eskiden iktidarla bir şekilde iş tutmuş, iktidarın nimetlerinden farklı şekillerde faydalanmış ama daha sonra uzaklaştırıldığı için, iktidara doğrudan da sövemeyen veya açıktan o kadar çok da bunu cesurca yapamadığı için İslamcılık üzerinden iktidara vurmaya çalışanların İslamcılığı yermesi söz konusu oluyor. Bu kimseler daha düne kadar bir şekilde iktidara yakın kimseler. Tayyip Beyin çok yakınında, özel uçağında, toplantılarında, birçok meclislerinde bulunabiliyorlar. Hatta onun dışında farklı, bu kadar angaje olmayan, nispeten daha yarı özgür bir basın zamanında tırnak içerisinde İslamcı camianın farklı gazetelerinde yazan kimseler olabiliyorlar. Hatta o gazetelerin genel yönetmenliklerini, editörlüklerini vesaire yapmış aktörler İslamcılığı yererek iktidara vurma derdinde. Dolayısıyla İslami hareket kavramı veya İslamcılık kavramı bana doğrudan kullanmayı çok tercih ettiğim kavram olarak durmasa bile ama en azından İslamcılık, İslami Hareket kavramından daha eli ayağı düzgün, daha ayakları yere basan ve daha somut şeyler ifade eden bir kavramsallaştırma gibi geliyor. Ben şahsen İslami hareket kavramından ziyade İslamcılığı kullanmaya daha çok yeğliyorum bu bağlamıyla. Biraz tabi mesele odakla da ilgili. Odağımız toplumsal değişim, dönüşüm ise İslami hareket de İslamcılık da kullanılabiliyor. Ama bu toplumsal değişim veya dönüşümün sokağa doğrudan müdahalesi tabiri caizse bir şekilde bunun kavgaya dönüşmesi, kavga verilmesi ise bu mücadelenin kavga şeklinde -kavga derken bir dövüş olmasına gerek yok, bir mücadele, hegemonya mücadelesi anlamıyla- o zaman İslamcılıktan ziyade İslami Hareket kavramını kullanmayı daha makul görüyorum. Ama günün sonunda İslamcılık kavramının kullanılmasını da çok doğru bulmamakla beraber, İslami Hareket kavramı yerine kullanılmasını daha anlaşılır buluyorum. Ama birçok hocamızın yaptığı gibi Müslüman kavramını kullanmak, Müslüman kimliğini kullanmak, baş harfi büyük M olan Müslüman kimliğini kullanmak bence ikisini de kapsıyor. İslamcılık ile İslami hareket arasında çok da büyük bir fark yok bana kalırsa. İslami hareketlerden kastınız farklı cemaatler ise yani modern dönemdeki 60'ların sonrasındaki cemaatler ise hiçbir farkı yok. Hatta İslamcılık, İslami hareket dediğiniz farklı yapılara, farklı öğrenci gruplarına yani lisans öğrenci gruplarına, mahalledeki farklı öbeklere, toplumsal öbeklerle bir araya gelmiş, insanlara beraber kitap okuma grubu kurmuş, sohbet grubu kurmuş insanlarla mukayese edildiğinde İslamcılık, İslami Hareket kavramından çok daha şümüllü gibi geliyor bana.
3. İslami Hareketlerin temel ilkeleri nelerdir? Bu ilkelerin hayata geçirilmesini kabul görmüş yaygın yöntemler hangileridir? Bu temel ilkelerden ilkesel bir savrulma görüyor musunuz?
Yani bu soruya aslında benim cevap vermem, genel olarak aslında İslami hareket dosyasına benim cevap vermem çok makul bir şey değil. Çünkü bunu İslami Hareket olarak tanımladığınız farklı yapıların, derneklerin, ileriki sorularda STK olarak değerlendirdiğiniz kurumsallıkların, diyelim o kurumsal yapıların akil şahıslarına, bu soruları sormanız bence çok daha makul cevaplar, çok daha dişe dokunur cevaplar için elzem. Yani daha genç nesilden ziyade daha yaşlı, o birazdan mevzu bahis edeceğimiz farklı toplumsallıkları, kurumsallıkları 60'lardan itibaren ortaya çıkarmış olan aktörlere bu tür sorular sormak, belki daha verimli bir şey ortaya çıkarabilirdi. Dolayısıyla benim İslami hareketlerin temel ilkeleri nelerdir? sorusuna doğrudan vereceğim bir cevap yok. Ancak bu ilkeler İslam'ın temel ilkeleri olmalıdır ki en başta tevhid gelir. Adaleti de ekleyeceğim ama tevhid zaten adalete içkin bu bağlamıyla. Peki adalet nedir? Bütün Müslümanların da bildiği gibi adalet hakkın sahibinde olmasıdır. Zaten tevhid dediğimiz şey de aslında adalettir. Yani ilahlık ve rabblik hakkının Allah Azze ve Celle'ye teslim edilmesidir. Bütün herşey buradan çıkarılabilir. Bunun üzerine yürünebilir. Dolayısıyla buraya çok fazla ilkeler saymayı doğru bulmuyorum. Kendi adıma haddim de değil yani. İslami hareketin ilkeleri şunlar şunlardır diyemiyorum. O biraz o hareketleri kuranlar, o hareketlere emek vermiş olan insanların bence altını dolduracağı şeyler.
4. Dünden bugüne İslami hareketlerde (düşünsel, fıkhı ve pratik zeminde) bir değişim gözlemliyor musunuz? İslami hareketlerde düşünsel bir kriz görüyor musunuz?
Tabii ki gözlemliyoruz. Değişim olmadığı yer, değişimin olmadığı bir şey söz konusu değil. Bu şu demek değil: Değişim var ve burada bir yozlaşma var, demek değil. Değişim her zaman için kötüye dönük olmaz. İyiye doğru dönüşümler, değişimler de söz konusu olabilir.
Küresel bir düşünsel kriz var ve bu kriz bizim değil. Biz aslında Müslümanlar olarak düşünsel bir krizde değiliz. Müslümanlar 19. yüzyıl sonrasında modernitenin o askeri hegemonyası sonrasında iktisadi hegemonyasını da kültürel hegemonyasını da maalesef kabul etmek zorunda kaldıktan sonra, bir kriz içerisine girdik. Krizi biz aşmaya çalışırken modernite kendi kendine krize girdiği için, şu an Müslümanların veya İslamcılığın bu bağlamıyla bir krizin içerisinde olduğunu söylemek çok doğru değil. Bence modernitenin veya modern insanın, postmodern insanın, çağdaş insanın içinde bulunduğu krizi aşabilecek, krizden en az etkilenmiş olan insanlar Müslümanlar. Bunun pratikteki bir karşılığı var mı? Pratikte böyle bir şey söz konusu mu? Her ne kadar göremesek bile özellikle epistemik olarak daha derinlerde yapılan tartışmalarda bunun böyle olduğunu çok rahat söyleyebilirim. Yakın gelecekte kuvvetle muhtemel çok daha büyük bir ses, güçlü bir ses çıkacak. Ama bu biz miyiz yoksa yeteri kadar emek sarf etmememiz nedeniyle Allah Azze ve Celle'nin çıkaracağı başka bir ümmet mi? Müslümanlar içerisinde başka bir ümmet mi ortaya çıkarıp bunu yapar? Onu kestiremiyorum. Ama bunu Müslümanlar yapacak, İslam yapacak.
İnsanlık şu anda bir kriz halinde ama hala hocalarımız, sözü dinlenen, kamusal görünürlükleri çok olan, sesi duyulan aktörlerin bir kısmı bence küresel krizin çok farkında değil. Çağdaş da değiller. Çağdaş derken kastım modern olması anlamında değil. Yani günümüzdeki mevzunun ne olduğu hususunda kafaları çok net değil. Meselenin ne olduğuna dair kafalarında en ufak bir şey yok bence. Hala 60'ların, 70'lerin, 80'lerin gündemleriyle veya o dönemin diyelim sorularıyla, o dönemin sorunlarıyla cedelleştiklerini sanıyorlar. Bana kalırsa yakın dönemde İslamcı, İslami hareketlerde ben düşünsel bir krizden ziyade daha cinsel bir kriz, cinsiyete dair bir kriz görüyorum. Sadece gender veya toplumsal cinsiyetteki bir krizden bahsetmiyorum. Bu zaten söz konusu. Allah-u Teala bizim neslimizi korusun. Ama mesela aile kurumu üzerine İslami hareketler ne düşünüyor? Somut şeyler göremiyorum sağda solda. Yani dışarıda çok çok somut şeyler göremiyorum. Sosyal medya üzerinden önüme düşen veya şahit olduğum argümanlar hala 1970'lerin, 80'lerin, hadi biraz daha zorlayalım 90'ların aile içi ilişkileriymiş gibi konuşuluyor. Oysa artık kadın 90'ların, 80'lerin, 70'lerin kadını değil, erkek de... Kadınlık cinsiyeti veya kadınlık rolü 90'lardaki, 80'lerdeki, 70'lerdeki gibi değil. 2000 öncesindeki bir toplumsal rol söz konusu değil artık. Bu düzende yakın gelecekteki kriz, bence erkeklik krizi. Yani düşünsel krizden ziyade bu bağlam ile bir de toplumsal roller krizi söz konusu ve sekülerler bu krizi nispeten daha rahat atlatabilir, nispeten bu yeni mevzuya daha rahat adapte olabilirler. Çünkü toplumsal rolleri cinsiyetten bağımsız bir şekilde çok rahat değerlendirebiliyorlar. Dolayısıyla cinsiyetten bağımsız olduğu için, kadın da olsa, erkek de olsa, farklı trans bireyler de olsa, farklı cinsiyet kimlikleri de olsa toplumsal rollerden bu bağımsız olduğu için istediği kimliği tercih edebilir. Bu toplumsal rolü etkileyen bir şey olmadığı için toplumsal bir kriz yaratmıyor onlarda. Oysa bizde ciddi bir toplumsal kriz.
İnsanlar evliliğe teşvik ediliyor. Evet doğru. Ama evlilikteki toplumsal roller, kadının rolü, erkeğin rolü, çocuğun rolü, hakları, sınırları vs. hiç gündem edilmiyor. Tam tersine sadece kadın hakları gündem ediliyor. Bu doğru değil. Şu anda her tarafta boşanmalar artıyor. Dindar camia, İslamcı camia içerisindeki boşanmalar çok daha büyük boyutlara varacak. Daha da artacak. Çünkü bu krizin kaynağına dair hocalardan, İslami hareketlerin abilerinden, akillerinden herhangi bir tespit yok. Geçmişe dair de, şimdiye dair de. Herhangi bir net bir tavır yok. Kafaları fazlasıyla karışık. Hocaların çoğu, vaaz veren hocaların çoğu hala Yeşilçam'daki stereotipleri, Yeşilçam'daki o zulmeden, yani içen sarhoş gelen çocuklarına ve karısına zulmeden, ezen baba tiplemesini genel evrensel tiplemeymiş gibi kabul ediyor. Böyle bir erkek yok, böyle bir erkek kalmadı. Yani kalmadı derken maalesef anlamında söylemiyorum, toplumsal ilişkiler, aile içi ilişkiler ve hatta hukuk bu zeminde inşa edilmiyor. Dolayısıyla kriz bence düşünsel bir kriz değil. Biz o düşünsel krizi Allah'ın izniyle rahat atlatırız ki, ben yakın gelecekte bunu çok daha rahat bir şekilde, yani modernitenin veya postmodernitenin içine girdiği krizi rahat bir şekilde atlatabileceğimizi düşünüyorum. Bunu özellikle bilim felsefesi, epistemoloji ve metafizik tartışmalar üzerinden çok rahat hissedebiliyorum. Ama toplumsal roller veya toplumsal kurumlardaki kriz çok daha derin bence. Bu ne olacak onu kestiremiyorum. Burada da birinci sorumluluk alim dediğimiz kimselere düşüyorlar. Alimlerimiz fıkhetmiyorlar. Hani kişinin lehinde ve aleyhinde olanı bilmesi demek diyor ya İmam-ı Azam. Yani Müslümanların neyin Müslümanların lehinde, neyin aleyhinde olduğuna dair zihinleri fazlasıyla karışık. Bence biraz da hocaların o yöne dikkat göstermeleri gerekiyor. Kulak kesilmeleri gerekiyor.
5. İslami Hareketleri tarikat, STK vb. yapılardan ayıran özellikler nelerdir? İslami hareketlerin STK’lar üzerinden yapılanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda amaç-araç ilişkisinin sağlıklı bir zeminde ilerlediğini düşünüyor musunuz?
Aslında bu soru biraz 2000'lerin sorusu. O dönemlerde STK'laşma meselesi söz konusuydu. Bu soru o dönemde çok fazla soruluyordu. İslamcılık 60 sonrasında hafıza kaybına uğradı. Aktivizme çok fazla yoğunlaşıp asıl kendisini besleyecek, yeni nesilleri inşa edecek ve kendi kimliğini inşa edecek olan epistemik kaynaklara maalesef kulağını tıkadı. Böyle olduğu için o epistemik geleneksel kavramlara da kurumlara da arasına mesafe koydu. Oysa o kavramların veya kurumların o dönemdeki hatalarının tashih edilerek asli mecrasına rücu ettirilip oradan devam ettirilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla İslami hareketler veya İslamcılık tarikat değil. Çünkü tarikatın kendi usulü, erkanı, yöntemi, edebi söz konusu ve modern dönemdeki farklı toplumsal örgütlenmelerle bunları çok mukayese etmek doğru değil.
Batı'da sivil toplum aslında burjuva toplumudur. Parası olan, boş vakti olan insanların bir araya gelerek rasyonel argümantasyonla, yani sadece akıllarını kullanarak dünyaya dair bütün her şeyi tartışmaları, siyaseti tartışmaları, iktisadı tartışmaları, askeri tartışmaları, yönetimi tartışmaları, hatta bilimi tartışmaları vs’dir. Bunların toplamına sivil toplum diyoruz. Oysa bizde STK aslında vakıf ve dernekler üzerinden yapılanlara deniyor.
Bu toprakların sahibi bir defa biziz. Biz kimiz? Müslümanlar. Bu toprakların sahibi biz olduğumuz gibi bu vatanın da tabi ki sahibi biziz. Bu devletin de sahibi biziz. Bu devlet modern bir devlet. Modern devlet teorilerinde varsayılan, gündem edilen şey toplumsal sözleşme kavramıdır. Bu çok fiktif, kurgusaldır ama bunun üzerinde modern devlet inşa edilir. Buradan mülhem olarak ben şunu söylüyorum: Bizim bu topraklardaki toplumsal sözleşmemiz İstiklal Marşı'dır. İstiklal Marşı'nın değerleriyle, imanıyla, tevhidiyle problemi olanlar bu toprakların toplumsal sözleşmesiyle problemi olanlar demektir ve bu toprakların sahibi olamazlar. "Bu toprakların sahibi olmak demek nedir?" meselesini hatırlatan, yani İslam'ı hatırlatan, tebliğ, davet faaliyeti yapan insanların farklı araçlar kullanması yadırganacak bir şey değil. Asıl mesele tevhid mesajının ikinci plana geçmemesi. Bu illa STK'larda böyle olmak zorunda değil. Bir STK çatısı altında olmadan da bunu yapabilirsiniz, fakat STK çatısı altında olmadan da aslında insanları gerçekten İslam'a değil de kendi ekibinize, kendi arkadaş grubunuza, kendi çekirdek grubunuza davet etmek gibi bir hataya düşebilirsiniz. Buradaki amaç-araç ilişkisi bağlamında, hiç STK'laşmadan da maalesef böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalabilirsiniz.
Amaç araç ilişkisine de bu bağlamıyla bazıları aracı amaçsallaştırdı deyip eleştiri getirebiliriz. Ama tam tersine sahih mecralarda yürümeye devam eden insanlar da söz konusu olabilir. Onların hakkına da girmemek gerekiyor. Onun için çok genel bir cevap vermek mümkün değil bence. Fakat şunu söylemem gerekiyor, STK'laşmadan da STK'laşmanın amaç-araç ilişkisinin bulanıklığa düşme tehdidiyle karşı karşıya olduğumuzu genelde biz yok sayıyoruz. Hayır, o zaman da var. STK'laşmakta kamusal alana çıkıldığı için, STK kimliği ile, STK imzası ile çıkıldığı için çok daha fazla. Bu doğru. Ama bunun çok daha fazla olması illa böyle olması gerektiği anlamına gelmiyor
6. İslami Hareketler İslam Düşünce dünyasına ne tür katkılarda bulunmaktadır? Yaşadığımız çağa hitap edecek özgün bir düşünce üretebilmişler midir?
Bu ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye, dönemden döneme değişir. Yaşadığı çağa hitap etmek güzel bir ifade. Mehmet Akif'ten beri çok sıkça başvurduğumuz bir ifade. Ama yaşadığımız çağa hitap etmeye çalıştığımızda çağın kulak kesildiği şeyler, bizim kabul etmediğimiz şeylerse ne olacak? Çağ buna kulak kapatıyorsa? Burada belki "lekum dinukum" dememiz gerektiğini de hatırlamamız gerekecektir. Çağa İslam'ı söyletemeyebiliriz. Çağ, İslam'ı olduğu gibi söylemeye belki imkan tanımıyor. İslam'ı bir şekilde çağın kendi kategorik şablonlarına sığdırıp indirgemekle karşı karşıya kalmayı da bize dayatabilir. Bu durumda ne yapacağız? Bu durumda onunla bizim zeminimizde diyalog kurmaya davet edeceğiz. Biz onun zeminine gitmek zorunda değiliz, bizim onun zeminine gitmemiz aslında bizim dönüşmemiz demek oluyor.
İşte biraz önceki STK'larla amaç-araç ilişkisi dediğinizde değişim-dönüşüm biraz burayla da ilişkili bence. İslami hareketler, İslamcılık, İslam düşünce dünyasında çağdaş döneminde ciddi katkılarda bulunmuştur. Yanlış olsa bile katkılarda bulunmuştur. Kastım şu, İslamcı düşünürler arasında çağa dair, modernliğe dair, modern olmaya dair, içinde yaşadığımız dünyaya dair söz söyleyen insanların, Müslümanların söyledikleri sözlerin hepsi doğrudur demek istemiyorum. Hayır. Bence ağırlıklı yekunu yanlış. Ama en azından Bunların yanlış olduğuna dair bir tecrübe edindik yaşadığımız zaman boyunca. Bu boyutuna bakarak o yanlışlara, o hatalara tekrar düşmemek gibi bir avantaja sahibiz şu anda. Dolayısıyla İslam düşünce dünyasına ciddi katkılarda bulunmuşlardır.
Katkı sunmayı iki boyutta değerlendiriyorum. İlki olumlu anlamda katkı sunmak, yol göstermek, rehberlik etmek. Bunlar kimler? Yani bu bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye değişir. Çok jenerik isimler vardır ya mesela Mısır için Hasan el-Benna, Seyyid Kutub'un şehit olmadan önceki son devri, o anki düşünceleri, tavırları ve duruşu. Bence İslami hareketlerin 60 öncesine gitmesi gerekiyor. Kendisine daha sahih bir yol, daha otantik bir yol, daha gerçekçi bir yol bulabilmesi için. 60 sonrasının 60 öncesine gitmesi gerekiyor ve modernite analizlerini daha da derinleştirmesi gerekiyor ki 60 sonrasındaki tecrübeyi de hakiki bir şekilde değerlendirebilsin ve o tecrübeden hayır hasıl olabilsin. Yoksa o tecrübeyi olduğu gibi taklit ederse bu çok ciddi bir vebal olur hem de aynı zamanda israf olur. Tamamen reddetmesi de çok ciddi bir haksızlık olur ama tamamen kabul etmesi de çok ciddi bir haksızlık olur. Onun için 60 öncesindeki otantik kaynaklarına köklerine dönmek gerekiyor. Köklere dönüşte fazlasıyla Abduh ve beraberindekilerin neo-selefi hareketini çağrıştıracak bir zemine davet ettiğimizi düşündürtebilir, onu kastetmiyorum. Tam tersine geleneksel, klasik usulî düşünceyi kastediyorum. Oraya dönmemiz gerekir. Ve aynı zamanda 60 sonrasındaki tecrübeyi de modernite analizleriyle yeniden, modernitenin eleştirel analizleriyle yeniden gündeme getirip asıl bu çağa bir şey söylenecekse o zaman kendi zeminimizde, kendi dilimizde, kendi kaynaklarımızda ve kendi usulümüzde söylememiz gerekir.
Bu küfrü bilmememiz anlamına gelmez, küfre kulak tıkamamız anlamına gelmez Tam tersine onu bilmemiz gerekir ama zeminimizin her iki ayaklarımızın burada olması gerekir. Pergel metaforu çok kullanılır ancak onu kastetmiyorum. Öncelikle kendi usulümüzü, kendi otantikliğimizi edinmemiz, kendimiz olmamız gerekiyor. Daha sonra karşı karşıya kaldığımız bu durumu analiz etmek için biraz da onu anlamaya çalışmak gerekiyor. Ama o çok daha sonra.
7. İslami Hareketlerin toplumsal hayatı ve yönetimleri etkileme gücü hangi boyutlardadır?
Bu ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye değişebilir. Normalde demokrasinin insanlık için en mutlak yönetim, en hakiki, en doğru yönetim olduğu kanaatinde değilim. Ben demokrasinin kurtarıcılığına ampirik olarak inanmıyorum ama varsayalım ki İslam dünyası dediğimiz, hilafet sonrası daru'l-İslam topraklarında gerçek anlamıyla bir demokratik süreç işletilsin, bu demokratik sürecin sonucu çok net bir şekilde İslamcılar veya Müslüman kimliği olanların iktidara gelmesi gibi bir durumu ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla burada toplumsal hayatı ve yönetimleri etkileme gücü eğer otantik bir demokratik tecrübe kurulabilirse ortaya çıkıyor. Zaten böyle olduğu için Gannuşi ve Arap İslamcıları, Arap dünyasındaki İslamcıların bir kısmı, demokratik bir rejim vurgusu yapıyorlar. Bunu doğru bulmamakla beraber kendi adıma anlıyorum. Fakat yönetimleri etkileme gücü söz konusu değil, yönetimleri etkileme gücü örgütlü bir yapı içerisinde kendi hegemonyasını inşa edebilme gücü demektir ki İslamcılar bundan uzaklar. Hilafet sonrası İslam dünyasında kurulmuş olan rejimler, İran ve son 20 yılda daha da belirginleşen bağımsızlığıyla Türkiye dışında hemen hemen hepsi kendi halklarına düşman rejimlerdir. Böyle olduğu için yönetimleri etkileme güçleri söz konusu değil. Hepsi batının İslam dünyasındaki çıkarlarının korunacağına dair teminat vererek zaten iktidara gelmiş aktörlerden oluşuyor. Böyle olduğu için ister diktatör olsun bunlar, isterse kral olsun, isterse tırnak içerisinde demokrasiyle başa gelsin fark etmez. Batı'nın çıkarlarının teminini verdikten sonra küresel olarak onlar meşru aktörler oluyor.
Bazı durumlarda aktörler değişirken İslami hareketlere veya İslamcılara ve Müslümanlara yakın gözükerek kendi hegemonyalarını inşa edene kadar İslami söylemleri kullanmaktan geri durmuyorlar. Bu tavır bütün İslam dünyasında söz konusu. Erken 20. yüzyılda İslam dünyasında kurulan devletlerin hepsinde bunu görürsünüz. Osmanlı hilafeti sonrasında, Pakistan'da, Mısır'da, devrim öncesi İran'da bunu çok net görürsünüz. Fakat ne oluyor? Hegemonya kurulduktan sonra İslami söylemler ters yüz edilerek tamamen saf dışı bırakılıyor ve İslami hareketler hilafet sonrasında kurulan rejimlerin varoluşsal ötekisi haline getiriliyor. Böyle olduğu için doğrudan yönetimi etkileme güçleri söz konusu değil. Çünkü gerçek anlamıyla demokratik bir süreç işletmiyorlar. Burada demokrasi dışında, demokratik süreçler dışında da farklı yönetişim pratikleri inşa edilebileceğinin altını çizmek isterim.
8. İslami hareketlerin öteki ile kurduğu ilişki, biçimi ve beraber yaşama anlayışı nasıl bir mahiyete sahiptir
Modern dönemde Müslümanların böyle bir pratik kurmadıklarını görüyorum. Müslümanlar kuramadılar demek istemiyorum. Tam tersi. Salman Sayyid hilafet sonrasında İslam dünyasında kurulmuş olan rejimlerin hepsi seküler, hepsi Kemalisttir der. Kemalist rejimler yani seküler rejimler, ulus-devletler ötekiyi olumlamazlar. Ulus-devletin karakteristik yapısı böyledir zaten. Batı'da da böyledir. Yani ırk sorunu, azınlık sorunu veya asimilasyon dediğimiz sorun ulus-devletlerle beraber ortaya çıkar. Ulus-devletin olmadığı yerde bir ırk sorunundan, bir asimilasyondan bahsedemezsiniz. Teorik olarak da bahsedemezsiniz, pratikte de bahsedemezsiniz. Dolayısıyla ötekiyle ilişki kurma biçimi modern dönemde henüz Müslümanların inşa edebileceği bir pratik olmadı. Çünkü Müslümanlar iktidara gelemedi. İktidara geldiklerinde bile, çok kısa sürelerde gelebilirler, geldiklerinde bile iktidarına geldikleri yönetim modern ulus-devlet yönetimi, ulus-devlet biçimiydi ve bu modern ulus-devlet biçimi de İslam'ın temsil ettiği ve İslam'ın tercih ettiği hareketleri meşrulaştıracak veya o hukuki yapıları, kurumsallıkları inşa edebilecek kapasiteye sahip değil. Böyle olduğu için Wael Hallaq modern dönemde bir İslam devleti, modern devlet formunda bir İslam devleti imkansızdır diye kitap yazdı: İmkansız Devlet. Ama o bir İslam devleti imkansızdır demiyor. Modern devlet formunda bir İslam devleti kuramazsınız diyor. Çünkü İslam devletinin ötekiyle kurduğu ilişki zimmet ilişkisi üzerine olur.
İslam devletinde Müslümanlar ve gayrimüslimler söz konusu olur. Müslümanlar gayrimüslimlerden üstündür. Hukuki olarak da üstündür. Fakat bu üstünlük mutlak bir ayrımcılık, mutlak bir ötekilik değildir. Yani Yahudilik ve Yahudi olmayan arasındaki "Goyim" dediğimiz mutlak bir öteki değildir veya ulustaki gibi mutlak bir öteki değildir. Buradaki tam tersine içine dahil edilmesi, dahil olması teşvik edilen bir ötekiliktir. Yani sen de Müslüman ol ve bu ayrıcalıklardan sen de faydalan denilerek Müslüman olmanın teşvik edildiği bir ayrım söz konusudur burada. İşin birinci boyutu bu. Diğer boyutu da Müslüman olmamayı kabul edip hala İslam Devleti'nin sınırları içerisinde sizinle yaşamayı, Müslümanlarla beraber yaşamayı talep edenlere de zelil bir şekilde Müslümanların hegemonyasını kabul edip onlara vergi vererek, onlardan eman dileyerek ancak yaşama hakkı tanınmasıdır. Ama burada bir zorluk var. Eman tanımadığında yaşama hakkı vermiyor gibi bir şey aklımıza gelebilir. Doğru. Fakat modern ulus devletler bu kadar masum değil, bu kadar merhametli değil. Birleşmiş Milletlerin azınlıklarla ilgili bütün kurumları, pratikleri dikkate alındığında ne kadar insan gerçekten kurtarılabilmiş, önümüzde duruyor. Bunu oturup konuşmak gerekiyor. Mesela İslam bunu çok somut bir şekilde veriyor size. Güvenliğiniz, mal güvenliği, can güvenliği Müslümanların teminatı altındadır. Müslümanlar bunu kurmakla yükümlüdür. Oysa hiçbir ulus-devlet bunu yapmaz. Kendi vatandaşı olmayana bunu yapmaz. Burada bir fark var yani. Modern dönemde hepimiz modern devletlerin vatandaşları olduğumuz için modern devletlerin vatandaşı olarak da o devletin uyruğu olan herkes eşit ve kardeş kabul ediliyordur. Müslüman da olsa gayrimüslim de olsa. O devletin vatandaşı olmayan insanlar da öteki olarak kabul ediliyor. Müslüman bile olsalar. Dolayısıyla burada bizim verebileceğimiz şu an için ortaya konulmuş bir pratik cevap yok. Geleneğe referans vererek, otantik alana, bize ait olan, İslami olana referans vererek ancak konuşabiliriz.
9. İslami hareketler bugünün dünyasını yeterli düzeyde okuyabiliyorlar mı? Bu konuda İslami hareketlerin kaçırdıkları ve yanıldıkları temel durumlar nelerdir?
İslami hareketler bugün dünyasını iki noktada bence yeterli düzeyde okuyamıyor. İlki modernitenin veya postmodernitenin hem analizi, kritize edilmesi, semptomlarının analizi bence fazlasıyla zayıf. Böyle olduğu için 60 sonrasındaki hareketler hep mutlaklaştırılıyor, hep kutsanıyor. Oysa onların tecrübelerini yaşayarak değil, tam tersine tecrübelerini sahiplenerek yeniden değerlendirilmesi gerekiyor ve 60 öncesine kendi asli zeminimizde usule dönmemiz gerekiyor. Müslüman zihnin evi de bu bağlamıyla medresedir, usuldür, usulu'd-dîn ve usulu'l-fıkıhdır. Bu iki asıl okutulmadığı sürece, anlaşılmadığı sürece diğerlerini okumak biraz odaktan sapmakmış gibi geliyor bana. Ancak bu asleyni bugünün meselelerini kavrayacak şekilde işletmek gerekiyor. Yani Kelamcılarımızın çağdaş fiziğin, matematiğin ne durumda olduğundan haberdar olmaları elzem. Çünkü modernitenin inşa ettiği mutlaklık burada yatıyor. Ve dahi modernitenin krizi de, hem ontolojik hem de epistemolojik krizi de burada yatıyor. Gödel’i bilmeden, kuantum tartışmalarına bir şekilde dahil olmadan bunu aşamayız. İşin düşünsel boyutu bu. Bir de pratik, toplumsal rollerle ilgili kısımda çok fazla sapma söz konusu. Bu ikisinin gündem edilmesi gerekiyor.
10. İslami Hareketler diğer ideolojiler ve mevcut bölgesel ve küresel hegemonya karşısında halklar için bir alternatif oluşturmakta mıdır?
Tabii ki oluşturmaktadır. Çok net bir özelliktir bu. İslamcılık eleştirisi olarak genelde İslamcılık öldü denir. Bu bağlamıyla sürekli İslamcılık öldürülen bir şeydir. Abdülhamid iktidara geldiğinde İslamcılık iktidara geldi artık iktidarın sınırlarını aşamayacak, dolayısıyla İslamcılık öldü denir. Tahttan indirildiğinde tahttan İslamcı bir padişah indirildi artık İttihat ve Terakki başa geldi, İslamcılık öldü. Balkan Savaşı çıkar, orada Müslüman Arnavutlar Osmanlı'ya karşı, halifeye karşı isyan ettikleri için İslamcılık öldürülür. Bir Müslüman güruh diğer Müslümanlara karşı isyan edince İslamcılık öldürülür. Sonra Cumhuriyet kurulur. Hilafetin ilgası ve sonrasında 1925 sonrası Takrir-i Sükun vs. yapıldıktan sonra İslamcılığın öldüğü söylenir. Demokrat Parti ve sonrasında demokratikleşme ile İslamcılık öldürüldü. 80'de darbe sonrası İslamcılık öldürüldü. Böyle sürekli olarak İslamcılık öldürülür. Dolayısıyla hep sanki İslamcılık, alternatif değilmiş gibi lanse edilir. Ancak tam tersi söz konusu. Aslında alternatif kavramı biraz da burada yanlış bir ifade. Asıl biziz zaten. Küresel hegemonya karşısında halklar için tek çözüm şu anda İslam. Batı hegemonyasından kurtulabilmek ve insani olanı savunabilmek sadece İslam'ın potansiyelinde var. Bu bağlamıyla Katolikler de muhtemelen bize dahil olacaklar.
11. İslami Hareketler ve Aksa Tufanı arasındaki ilişki hakkında neler söylemek istersiniz?
Aksa Tufanı ümmetin alnındaki kara lekeyi temize çıkarttı. İsrail'in yakın gelecekte inşallah yıkılma sürecinin başlangıcı olarak Aksa Tufanı'nı okuyacağız. Bu bağlamıyla Aksa Tufanı İslami hareketler için somut bir yol gösteriyor. Biz girişte ne dedik? Bu toprakların sahibi biziz. Dolayısıyla Aksa Tufanı çok kıt imkanlarla inanan insanların Allah'ın yardımıyla neler yapabileceğini gösterdi. Elimizdeki imkanlar dikkate alındığında Aksa Tufanı bize birçok şey söylüyor. Çözümü de, gücü de, yeri de gösteriyor. Ama çalışmak kaydıyla. Hakkıyla çalışmak kaydıyla.