İslamcılığın tanımı nedir? Farklı İslamcılık anlayışları mümkün müdür? İslamcılara yöneltilen başlıca ithamlar nelerdir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "İslamcılık" dosyasında Ercan Yıldırım'a sorduk.
1. İslamcılık tanımınız nedir? Farklı İslamcılık anlayışları mümkün müdür?
İslamcılık 1699 tarihinde imzalanan Karlofça Anlaşması’ndan sonra Müslümanların ve İmparatorluğun, Batı medeniyetinin ilim-bilim-teknik-askeri-eğitim sahasında yükseldiğini, Reform ile dini, Rönesans ile ilmî-kültürel, keşifler ve kapitalizm ile iktisadî-siyasi, Aydınlanma ile Modern zihin inşa ederek yenilendiklerini, güçlendiklerini kendilerinin ise geri kaldığını hatta yenildiğini tecrübe edip anlayarak Batıyı yakalayıp geçmek, yeniden üstünlüğü ele almak için uyguladıkları tecdid-ihya-inşa şuuru, çabası ve zihniyeti ile özellikle Tanzimat’tan sonra Batı düzeninin Müslümanları etkisine almasıyla İslam’ı iktisadi-siyasi-ahlaki-kültürel-hukuki-eğitim boyutlarıyla bütüncül düşünme ve hayata hakim kılma; Cumhuriyet döneminde ise bunlara ek olarak Kemalizmin dini uygulamalarını aslına rücu ettirme, Müslümanları ve İslam’ı yeniden merkeze yerleştirme misyonudur.
İslamcılık, İmparatorluğu, Türkiye’yi dışta bırakmak isteyenlerin tasniflemesinde olduğu gibi 19. asırda farklı coğrafyalarda değil 18. yüzyılda İstanbul’da doğmuştur.
İslam aleminin farklı bölgelerinde farklı yüzyıllarda kendini gösteren “tecdid hareketleri” son derece yerel, yalnız o dönemi ve o mıntıkayı ilgilendiren, tüm Müslümanları, dünya sistemini, İslam düşüncesini etkilemeyen küçük çıkışlardır.
İmparatorluk’ta, moderniteye-küfre karşı gelişen İslamcılık ilmi-siyasi-askeri-kültürel-hukuki-iktisadi tüm boyutları içeren, yalnız Müslümanları ve İslam düşüncesini değil Batı-Doğu düşüncesine ile tüm dünyaya tesir eden kapsamlı bir ihya-tecdid-inşa hareketidir.
Etnik iddialarını İslamcılık kılıfında savunanlar, milliyetçi ve Kemalist aydınların kasten tarihselleştirmek için İslamcılığı Afgani-Abduh, Kevakibi gibi isimlerle başlatmak isteseler de İslamcılık 18. asrın ürünüdür. Daha Afgani, Abduh gibi isimler ortada yokken Ahmet Cevdet Paşa’dan Namık Kemal’e, Tunuslu Hayrettin Paşa’ya kadar pek çok ilim adamı İslamcılığın genel tezlerini ortaya sermişlerdir. İslamcılık, İslam-küfür savaşımında İslam ile varoluşu seçenlerin tercihidir; hususen ise modernitenin belirdiği, güçlendiği 18. asırda ona karşı Müslümanların savunularını, tezlerini içerir.
Varoluş Yayınları’ndan çıkan İmparatorluk’tan Ulus Devlet’e İslamcılık kitabımda çok genişçe anlattığım üzere İslamcılığı 3 ana döneme ayırıyorum:
1. dönem İslamcılığın doğuşu.
Modernizm ve yükselen Batı karşısında Müslümanların önce Batıyı yakalama, çağın getirdiği teknik ve teknolojiyi elde etme çabası. İmparatorluk Batının modern bilimini, modern felsefesini çok iyi çözmüştü. 1720’li yıllarda hendesehaneler yani mühendislik okulları açmıştı. Osmanlı, Batıyı yakalayamadı çıkarımları da tam bir efsane. Yakaladı ama bünyesindeki gelenekçileri, rantçıları aşamadı.
2. dönem Tanzimat-Meşrutiyet İslamcılığı.
Özellikle Tanzimat ile beraber bir gerçek ortaya çıktı. İmparatorluk İslam ile varoldu, büyüdü, Türkler İslam’ı ve Müslümanları Haçlı-Moğol-Şii tehlikesine karşı korudu fakat yeni medeniyet ile varoluşsal bir ayrıma da girdi.
Bundan sonra İslam ile mi yoksa laiklik ile mi devam etmeliyiz, arayışında İslam ile diyenler İslamcılar, laiklik ile diyenler de Batıcı-Kemalist ve bir kısım milliyetçi-muhafazakârlar oldu.
Tanzimat döneminde Cevdet Paşa’dan Namık Kemal’e Ali Suavi’ye kadar pek çok isim Batının tekniğini, ilmini alırken “Şeriat”tan kesinlikle taviz verilmemesi gerektiğini ifade ettiler. Şeriat, İslam temelli bir yenilenme taraftarları İslamcılığı temel aldı. Müslüman kalarak çağdaşlaşma, Batının yalnız tekniğini alma, Renan gibi gerilemenin nedeni İslam’da gören oryantalistlerin tezlerini savuşturma, dinin emir ve yasaklarını belli alanlarda değil hayatın, siyasal ve kamusal alanın tümüne yayma gibi tezler bu dönemde yüksek perdeden savunulmaya başladı.
Meşrutiyet döneminde artık İslamcılık, yenilgiler, Batının her alanda üstünlüğü ele alışıyla ana tezlerini çeşitlendirerek derinleştirdi.
Kitabımda ayrıntılarıyla ve örnekleriyle açıkladığım gibi, itikadî, ilmî, siyasî, iktisadî, sosyal başlıklarda çok geniş bir İslamcılık literatürü oluştu.
İtikadî bakımdan, Kaynaklara-Öze-Kur’an ve Sünnete Dönüş, Hurafe-Bidat Eleştirisi ve Tasavvuf-Tarihi İslam Karşıtlığı, Tevekkülü-Kaderi-Zühd ve Takvayı Yanlış Yorumlamak, Modern Bilim ile Kur’an Yorumu gibi hususlar tartışıldı.
Sosyal-İktisadi-İlmî manada ise İslam Terakkiye Mâni Değildir, Batının Tekniğini Alalım, Ahlakını ve Kültürünü Reddetme, Taklidi Bırakıp İçtihat Kapısını Açma, Cehaleti Giderme, Eğitimi Yaygınlaştırma, Medreseleri Islah, Batılı Hukuk ve Şeriat’ı Uygulanma gibi tezler ele alındı.
Siyasi açıdan ise İttihat-Uhuvvet-Müsavat, Hilafet, Tüm Boyutlarıyla Cihat, Meşrutiyet: Müstebit İdareciye Karşı Şura-Biat-Meşveret, Kavmiyetçiliğe ve Asabiyeciliğe Karşıtlık konuları üzerine argümanlar geliştirildi.
3. dönem Cumhuriyet İslamcılığı.
Önceki dönemlerde savunulan tezlere ek olarak laikliğe karşı İslam’ın hayatın tümünü düzenlediği, dinin vicdanlara hapsedilemeyeceği savunulurken Kemalizmin dini alandaki reform çabalarını, yasaklarını, uygulamalarını ortadan kaldırmaya, kamusal ve siyasal alandan Müslümanların dışlanmasını tersine çevirmeye matuf bir İslamcılık gelişti.
Tek Parti tahribatını en az zararla atlatarak İslam’ı ve Müslümanları tekrar Siyasal-kamusal alan ile gündelik hayatın merkezine yerleştirme gayreti öne çıktı.
Kitapta detaylıca anlattığım gibi bu dönemde İslamcılar ile milliyetçi-muhafazakarların ayrışma konuları arasında Türk Müslümanlığı, Türk-İslam sentezi, dünyadaki İslami hareketler ve dünya sistemi ile münasebetler, 1980 sonrası ortaya çıkan ve bugüne kadar gelen Neoliberal İslamcılık ile Milli-Yerli İdeoloji öne çıkar.
Cumhuriyet İslamcılığını, 1924-1950, 1950, 1960, 1970 ve Neoliberal İslamcılık diye beş bölüme ayırmak mümkün.
Tercümelerin etkisinden Malatya-Kuran İslam’ı ekolüne, radikal hareketlerden, İslam sosyalizmine, medeniyetçilikten medeniyet karşıtlığına, tarikat ve cemaatlerin tesirlerine, dergi ve gazetelere, Milli Görüş etkisine, Yeşil Kuşak’a, Medine Vesikası’na, Medeniyetler Çatışması’na ve tüm siyasi-entelektüel oluşumlara dek geniş bir perspektiften dönemler ele alınabilir.
2. İslamcılık modernliğin bir sonucumu yoksa kadim bir akım mıdır? İslamcılara yöneltilen başlıca ithamlar nelerdir?
İslam ve İslamcılar Türkiye’nin kaderi ve geleceği olduğu için milliyetçilerden Kemalistlere şimdilerde Tengricilere kadar pek çok kesim İslamcılığı yaftalamaya çalışır, belli bir kalıba oturtmaya yeltenir. İslamcılık araştırmaları o yüzden İslamcıların çevreden merkeze yöneldiği Neoliberal İslamcılık döneminde daha fazladır.
İslamcılığı bu kesimler marjinal, tarihsel bir hareket, fraksiyon, dar bir yapı, yalnız etnik kimliklerin mensubiyeti, “kökü dışarıda”, göstermeye çalışır. Halbuki İslamcılık, İslami hareket, parti, tarikat ve cemaatler, selefilik, radikalizm, milli ve yerlilik üstü, bu topraklarda doğan, İslam aleminin önüne düşerek küfrü, kapitalist dünya sistemini geriletmeye matuf siyasi-iktisadi-fikri-kamusal-kültürel bir ihya ve inşa çabasıdır. İslamcılığı kimi gelenekselcilik kimi modernist göstererek itibarsızlaştırmaya, tarihselleştirmeye yeltenir. Halbuki İslamcılık kökleri temel kaynaklarda çağcıl bir tecdid-ihya-inşa çabasının-ruhunun-iradesinin adıdır.
Kemal Karpat, klasik Batı eksenli akademisyen kimliğiyle İslamcılığı Tanzimat sonrası, modernleşmenin İslami olanı geriletmesi karşısında Müslümanların İslam hukukunun yeniden tesisi, İmparatorluk-Hilafet öncülüğünde İslam birliğinin teşekkülü ile dini yorumun çağın gereklerine göre tecdid-ihya-inşaya götürülmesini İslam’ın ideolojileştirilmesi şeklinde yansıtmaya çalışır.
Mümtazer Türköne ve milliyetçiler, İslamcılığı yalnız fikrî yönüyle ele alarak, Kemalistler gibi devlet yönetimi, siyaset, kamusal alanın inşası, askeri sahalarda İslamcılığı, İslamcıları devlet yönetimi dışında tutma çabasına gider. İslamcılığın İmparatorluk mekanizmasındaki ontolojik temellerini örterek sadece düşünce sahasıyla yetinmesi, “siz düşünün biz yönetiriz” kanaati, devletin işleyişinde bütünüyle laik sürecin belirleyici kalması bu yorumun arka planını oluşturur.
Tarık Zafer Tunaya ve Şerif Mardin İslamcılığı en sahih ve sahici yorumlayanlardandır; Tanzimat modernleşmesi karşısında İslami taleplerin tamamını İslamcılık başlığına yerleştirirler. Tunaya İslamcılığı Kemalist Batıcılığın öteki’si olarak konumlandırırken Mardin, siyasal ve fikrî alanın ontolojik temellerinden görür.
1980 sonrasında İslamcılık üzerine söz söyleyen araştırmacı-akademisyenlerin geneli, gelenekçi ya da modernist, sol-liberal farketmeksizin, dönemin şartları icabı İslamcılığı Kemalist merkezin çevresine ve Türkiye dışına taşımaya çalışırlar; Kemalist ulusçu dile uygun biçimde “kökü dışarıda”lık jargonunu kullanarak.
Kimi 80’lerin atmosferine uygun biçimde etnik kimliğini siyasallaştırmak, Türk millet-i hakimesine karşı durmak, kimi İmparatorluğun-Türkiye’nin İttihad-ı İslam’ı teşekkül ettirebilecek öncü vasfını yok saymak, Mısır-Ortadoğu-Pakistan’daki İslami hareketleri meşru-sahih göstermek, Cumhuriyet’in ilk yıllarında din adamlarının Tek Parti’ye desteği nedeniyle CHP’yi din düşmanı kimliğinden uzaklaştırmak için çaba gösterirler. Frankofonların gazetecisi Ruşen Çakır İslamcılığı, Olivier Roy tarzında İslam ülkelerindeki İslami hareket ve örgütler çapında anlayabilirken Frankofonların akademisyeni Nilüfer Göle, İslamcıları neoliberal küresel kültüre eklemleme üzerine çalışır. Kültür ve medeniyet bakışını magazine ederek ele alan Frankofonların yorumları arkaik ve dönemsel kalırken Anglo-Sakson araştırmacılar ise daha çok Türkiye’nin Hilafet, İmpratorluk öncülüğüne odaklanarak İslamcılığın bu vasıflarını kontrol etmeye yoğunlaştıklarından kalıcı ve dinamik analizler geliştirirler.
2000’lerden sonra şekillenen İslamcılık kanaatleri de tek boyutlu, aktüel, pragmatiktir. İslam’ı bütüncül anlama ve uygulamadan kaçınan kültürel Müslümanlar, milliyetçiler, Mavi Marmara’cıları, 11 Eylül Statükosu’nun icadı IŞİD-el Kaide-Taliban’ı, etnik kimlikleri, radikalizmi, selefiliği İslamcı görmek ve göstermek için çırpınırlar.
2010’lardan sonra bu marjinal yorumlar birer birer yıkılmaya, İslamcılığın Batı medeniyeti-küfür karşısında varoluş-kendilik çabası vasfı, 1699 sonrası kökler belirlemeye başladı. İran’ın başta Suriye ve tüm Ortadoğu’da yalnızca mezhepçilik yaptığının anlaşılması; İslami hareketlerin yerelden çıkamayan ufuksuzlukları ve dünya sistemince kullanılmaları; İslam ülkelerindeki elitlerin-yönetici-aydınların kafirle-Batı ile çatışma, İslam birliğini tesis etme gibi bir hedeflerinin bulunmadığının, kendi milliyetçilikleri üzerine yoğunlaştıklarının anlaşılması, “namaz kılınan her yer vatandır” eksenli yabancılaşmanın terkini getirirken ümmet savunusunun-İslam birliği-küfür-Batı karşıtlığının sadece bu topraklarda de facto bulunduğu “tecrübe edilerek” anlaşıldı.
3. İslamcılığın etkin olduğu ve olamadığı alanlar nelerdir? Post-İslamcılık tartışmaları hakkında neler dersiniz?
İslamcılık öldü, İslamcılık bitti, İslamcılık devletleşti, diyenler de bu magazin sosu yüksek İslamcılık yaftalamaları yapanlar, İslam’ı ve Müslümanları laboratuvar malzemesi gibi görenlerdir…
İslamcılık ölmedi, hatta daha da güçlendi.
Ne kadar ahlaki, epistemolojik, siyasi ve entelektüel kriz yaşasak bile günümüzde İslamcılar devlet ile tanıştı, eski hataları, yorumları geride bıraktı. Mesela Suriye’de, İslam aleminde yalnız Müslümanlarla savaşan, Müslüman Kardeşler kanı akıtan İran’ın foyasını bir kesim de gördü.
Devlet olmadan, devleti sevk ve idare etmeden İttihad-ı İslam, Ümmetçilik sağlanamaz. Kemalistler ve dünya sistemi İslamcıları merkezden tardetmişlerdi. İslamcılar büyük bir birikim sağladı.
Berbat bir kamusal sınav verdi İslamcılar, çok büyük mali imkanlara rağmen matbuatta, entelijansiyada, kültürde, siyasi-iktisadi-hukuki ve eğitime dair alanlarda yapısal inşacı işler yapmada hakikaten çok yetersiz kalındı, ahlaki düşüklük yaşandı. Fakat uzun yıllar siyasal ve kamusal alandan dışlanan kesimler için bu yalpalamalar normal.
Ben gençlerden, İslamcı-dindar gençlerden çok umutluyum.
Tengrici, Kemalist-laik-seküler gençleri görüyoruz. Pek çoğu son derece kaba, görgüsüz, nezaketsiz, ahlaksız, cahiller. Kullanılmaya müsait, refleksleriyle hareket eden, iktidar ve İslam-İslamcı karşıtlığından başka ünsiyeti gelişmemiş yüzer gezer davranışlara sahipler.
Aksine kimi eleştiriler getirse de İslamcı gençliğin çok okuduğunu, mensubiyet bağlarının çok güçlendiğini, analiz yeteneklerinin, epistemolojik alt yapılarının, hayata-dünyaya-Türkiye ve Müslümanlara karşı ilgilerinin çok yüksek olduğunu, ortada gezinen lümpen başörtülülerin-sakallıların ve açılanların aksine giyim kuşamında hakikaten tesettüre riayet edildiğini, oturaklı, ağırbaşlı yaklaşımlar gerçekleştirdiklerini görüyorum. Bu gençlerin bilgilenme sahası ve araçları çok fazla olduğu için walkmen dinleyip Gülen’i mehdi zannetme eğilimleri, kültlere, körü körüne bir takım inanç ve akımlara kapılma eğilimleri az.
Milenyum sonrası AK Parti iktidarı kendisi doğrudan İslamcı olmasa da, İslamcılık, İslamcılar ve Türkiye’nin İslam-laik dikotomisinde İslam’dan yana ağırlık koymasını sağlayacak pek çok konuda alt yapı sağladı.
Şimdi bundan sonra Müslümanların bu araçları, birikimi, alt yapıyı, siyasal ve kamusal alandaki gücü kullanarak temelli inşa faaliyetlerine gitmesi gerekir.
4. Aksa Tufanı’nın İslamcılık üzerindeki etkileri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Aksa Tufanı, genel manada Gazze soykırımı, Filistin davası İslamcılar bakımından sorgulanması gereken pek çok göstergeye sahip. Düşünebiliyor musunuz, İsrail çadırları yakıyor, yardım sıralarını vuruyor, hastaneleri bombalıyor ve Müslümanlar hiçbir şey yapamıyor.
İslamcılık bugünlere belirttiğim tezlerinin yanında özellikle dış meselelerde Filistin, Bosna, Afganistan cihadı gibi mevzularda büyük aktivizm yaparak da geldi. Devleti yönetme ayrıcalığına rağmen boykot ve cılız gösterilerin haricinde eli kolu bağlı kalmak retorik yoğun söylemlerin pek de etkili olmadığını gösterdi. Ama kabul etmek gerekir ki Gazze meselesi evrenselleşse de tüm dünya bir İsrail etmedi. Üstelik ABD kongresindeki rezil görüntüler Müslümanların etkisizliğini kanıtladı.
Gazze katliamlarının İslamcılar üzerindeki en büyük tesiri ahlaki oldu. Kendimizi büyütmemize karşın aslında dünyada etkisiz elemanmışız!
Türkiye meselenin küresel boyutta duyulmasında etkili oldu hatta zaman zaman İslam ülkelerine çağrılarda da bulundu. Gazze soykırımı gösterdi ki bir ülke güçlü olup öne düşmediği sürece Müslümanlar birleşemiyor, bir irade ortaya koyamıyor.
Yine Gazze katliamları ile son yıllarda Suudi, Mısır modernleşmeleri gösterdi ki Türkiye’den başka kafirle hesaplaşma iradesi, istenci öteki İslam ülkelerinde yok. Bu çok net artık.
O yüzden Türkiye’nin büyümesi, güçlenmesi için elimizden geleni yapmalıyız.