Modernleşme ve sekülerleşme arasındaki ilişki nasıl değerlendirilmeli? İslam dünyasının modernleşmeyle olan hikayesi nasıl okunmalı? İslamcıların İslam dünyasındaki modernleşmenin ana aktörü olduğu iddiası hakkında neler söylenebilir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Modernleşme" dosyasında M. Garip Cesur'a sorduk.
1. Modern, modernite, modernleşme ve modernizm gibi aynı kökten üretilen birçok kavram bizim zihin dünyamızı oldukça meşgul etmekte. Bu kavramların ve modernleşmenin tarihi arka planı hakkında ne söylemek istersiniz. Bu bağlamda modernleşmenin Batı tarihinde bir kesitle özdeşleştirilmesi ve farklı modernleşme türleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Öncelikle soruşturma dosyalarıyla İslam düşüncesine dair birçok konunun ülkemizin kıymetli aydın, alim ve entelektüelleriyle yaptığınız röportajlarla Türkiye gündemine taşınması son derece kıymetli bir çaba. 21.yüzyıl, Müslüman aklın insanlığa hayat bahşedecek ilmi, felsefi ve ameli tahayyülün dünden bugüne taşınan kadim tecrübe ile yeniden irade bulması ve Müslüman dünyanın asrın dini, kültürel ve siyasi meseleleri karşısındaki temel yaklaşımlarının ortaya çıkarılması ve bu vesileyle yeniden hayat bulması, Müslüman düşünürün önemli ve kıymetli bir sorumluluğu olsa gerek. Bu vesileyle islamdusuncesi.org.tr sitesine kıymetli çabalarından dolayı teşekkür ederim.
İletişimin en önemli araçlarından biri şüphesiz ki dildir. Var olan binlerce dil, insanlığın tarih boyunca aynı müveccehede düşünmediğinin bir delili. Dilin en önemli özelliği içinde var olduğu toplumun izlerini taşımasıdır. Hiçbir dil, toplumsallaşmadan ya da toplumsal öğelerden ari değildir. Dili özel kılan, din, kültür ve iletişim aygıtları (alfabe, resim, sembol vs.) gibi birçok unsur, toplumsal yapının kendine has özel boyutuyla bir yansıma bulur. Kavramlar, dilin ya da telaffuzun nesnelerle dans etmesidir. Bu bağlamda kavramlar, somut alemin soyut alemde anlam bulmasıdır. Zihnin derinliği ve anlam örgüsü, görünen alemin dinamizmiyle yakın ilintilidir. Var olan bütün kavramlar değer yüklüdür. İçinde var olduğu toplumun temel unsurlarını barındırır. Kavramlar, tarihi ve coğrafi yolculuklara çıkabilen, yer ve anlam değiştirme muhtevasına sahip unsurlardır. Bir kavram, yolculuk süresince anlam kaybına uğrayabildiği gibi değer yüklü anlamını da gittiği topluma transfer edebilme potansiyeline sahiptir. Coğrafya ve kültür değiştiren kavramların anlam derinliği, tarihsel derinlikle yakından ilişkilidir. Zihin birlikteliği yakalamış toplumlarda kavramların çeşitliliği bir zenginlik unsuru olarak yansır. Bu, dil ve kültürün niteliğini arttıran önemli bir argüman olur. Dilin korunması ya da yabancılaşmadan arındırılması adına kavramlar, yapılan çeviriyle suretini yitirip anlam yolculuğuna çıkabilir. Hiçbir çeviri kavram, kavramın doğduğu anlam dairesinden, var olduğu olay örgüsünden, yaşadığı toplum ve sistemden bağımsız değildir. Bu anlamda Talal Asad’ın “çeviriler, sözel eşdeğerleri bulma meselesinden daha fazlasıdır” tespiti, meseleyi özetleyen bir cümledir.
Modern, modernite, modernlik, modernleşme ve modernizm gibi aynı kökten türeyen kavramlar günümüz dünyasında yoğun bir kullanım alanına sahiptir. Bu kavramlar, Batı düşünce tarihine ait sadece kendi içinde dini, tarihi ve düşünsel bir kopuşu değil aynı zamanda varoluşsal, akli ve bilimsel bir anlayış ayrışmasını da ifade eder. Modern kavramı bugüne ait, şimdi anlamında Latince kökenli modo/modernus sözcüğünden türetilmiştir. Hemen, şimdi anlamına gelen moda kavramı da aynı sözcükle köken birliğine sahiptir. İlk kullanıldığı dönemlerde “modern” kavramı, Hristiyanlığı benimseyen Roma İmparatorluğunun kendini pagan kültüründen ayrıştırmasına ilişkin bir kullanım gözlenirken, sonraki dönemlerde Orta Çağ Avrupa anlayışının değişime uğrayarak değer kaybetmesi; akıl, bilim ve teknolojinin ivme kazanması, rönesans ve reform sürecinin tüm Avrupa’da yayılmasıyla ortaya çıkan bir düşüncede ayrışmayı ifade etmiştir. Yeni olan, ana ait olan değer kazanırken, tevarüs eden gelenek ve geçmiş, eleştiri konusu olmuştur. Bu ise Batı’da hayat bulan lineer tarih anlayışının pozitivizmi kutsayan ve geçmişi küçümseyen temel anlayışıyla bir bütünlük arz eder.
Modern Avrupa düşüncesi, temel anlayışını kadim Yunan düşüncesinin Aydınlanma felsefesinden ilham alarak yeniden var etmesiyle ortaya çıkmış bir tasavvurdur. Modernite olarak ifade edilen bu durum, Batı’nın kendisiyle epistemolojik ve teolojik bir çatışma üzerinden var kılmasıyla ortaya çıkmış bir durumdur. Bu bağlamda modernleşmenin ve aydınlanmanın en temel ikonik göstergesi olarak yeni Avrupa tarzı düşüncenin popülerleşmesi, dinin gerilemenin bir unsuru olarak gösterilmesi, akıl ve bilimin gelenek karşısında tahkim edilmesi, sanat, estetik ve ahlak anlayışının kendini reforme ederek yeniden var etmesi olmuştur.
Batı dünyasında modernleşmenin yeknesak bir biçimde geliştiğini söylemek çok doğru olmasa gerek. Avrupa’da, Fransa ile İngiltere arasında patlak veren Yüzyıl Savaşları, sonrasında tüm Avrupa’ya yayılan mezhep savaşları, Avrupa içinde aynı düzeyde bir düşünce birliği olmadığının önemli göstergelerinden biridir. Bu dönemde Avrupa, kendi içinde ekonomik ve siyasi birliği sağlayamadığı gibi bilim, sanat, felsefe gibi birçok alanda da birbiriyle rakip olmuştur. Coğrafi keşifler ve kurdukları sömürge imparatorlukları üzerinden bu rekabet, zaman zaman sert karşılaşmalara dönüştüğü gibi zaman zaman da birbirini beslemiştir. 14.yüzyılın sonlarında başlayan üç asır boyunca Rönesans hareketleri Avrupa'nın farklı ülkelerinde farklı şekillerde ortaya çıktı. Bu farklılığın en önemli nedeni Avrupa’nın farklı sosyo-politik ve kültürel koşullar altında olmasından kaynaklanıyordu. Hakeza 16. yüzyılda Alman teolog ve filozof Martin Luther'ın dini ve sosyal değişime dair ortaya koyduğu düşünceler, Protestan mezhebinin doğuşunu gerçekleştirmiştir. Bu da yukarıda zikredildiği gibi Avrupa içerisinde otuz yıl boyunca devam eden mezhep savaşlarını doğurmuştur. Avrupa modernleşmesi bu bağlamda birbirini tetikleyen birçok süreçten oluşmaktadır. Bu yönüyle Avrupa’da aynı zaman diliminde ortaya çıkan bir modernleşmeden bahsedilmesi söz konusu değildir. Lakin tezahür eden rekabet, çatışma ve egemenlik arzusu nedeniyle Avrupa’da modern düşünce; gücün, ekonominin, bilim, sanat ve edebiyatta ileride olmanın bir göstergesi olarak kabul görmüş ve tüm Avrupa’da yaygın bir düşünceye dönüşmüştür.
Modern/modernite kavramı etrafında yaşanan tartışmaların bir diğer boyutu da kavramın “yeni”, “yenileşme” anlamıdır. Anlam itibariyle yeni/yenileşmenin zamansal ve uzamsal olarak tek bir biçiminin olmadığını ve sadece Batı’ya özgü bir şey olmadığı konusu oldukça tartışılmıştır. Bu modernliğin Batı’ya özgü olmadığını, tarihin belli kesitlerinde ve farklı coğrafyalarında da özgün modernliklerin olabileceğini mümkün görür. Bunun tam aksine modernliğin Batı’ya özgü bir proje olduğunu söyleyen Anthony Giddens, modernliği analitik olarak ayrıştırarak “ulus-devlet” ve “sistematik kapitalist üretim” ekseninde, kökleri Avrupa tarihi içerisinde dünyaya yayılarak dönüştürücü bir fail olduğunu söyler. Bu bağlamda Taha Abdurrahman, modernite ruhunun evrensel olduğunu, modernitenin salt Batı’ya özgü olmadığını, köklerinin de sadece Batı’da aranmasının yanlışlığını ve Avrupa’nın moderniteyi tek başına veya yoktan icat edemeyeceğini söyler.
2. İslam dünyasının modernleşme ile olan hikayesini nasıl okuyorsunuz? Bugün bu hikayenin neresindeyiz?
İslam dünyasının modernleşme süreci en belirgin şekliyle 19. yüzyılın başlarında başladı. Öncesinde yaşanan Afrika’nın Batılı ülkeler tarafından sömürgeleştirilmesi, Hindistan’ın İngilizler tarafından işgali, Osmanlı’nın toprak kaybetmesi ve Avrupa karşısında yenilgiler yaşaması, İslam dünyasında yaşanan ekonomik zayıflık vb. birçok durum bu süreci tetikleyen ana unsurlar olmuştur. Bu dönemde; "Batı bizden daha ileride olduğu için mi gerideyiz? Neden sömürülüyoruz? Batı ile nasıl mücadele edeceğiz? Osmanlı yıkılmaktan nasıl kurtulabilirdi?" gibi sorular, sürecin anlaşılmasına kapı aralamaktadır. İslam dünyasında modernleşme tartışmaları daha çok Batı karşıtlığı üzerinden bir tepki ve kurtuluş/ıslah fikri ekseninde ortaya çıkmıştır. Bu süreç İslam dünyasının belli yerlerinde farklı zamanlarda ortaya çıkmıştır.
Bu yerlerden biri de Hindistan’dır. Hint Yarımadası’nda İngiliz kolonyalizminin egemenliğinde S. Ahmet Han (1817-1898), Müslümanların durumu ve sosyal sorunları üzerine kafa yormuş, İslam dünyasının Batı’nın bilim ve teknolojisi ile uyum sağlamasını savunmuş, Müslüman topluluğun bilim ve eğitim alanlarında ilerlemesini teşvik etmiştir. S. Ahmet Han’ın aynı zamanda, Müslüman topluluğun Batı kültürüne ve İngiliz yönetimine daha uyumlu olmasını sağlamaya yönelik çabaları büyük dikkat çekmiştir. Bu açıdan S. Ahmed Han, bu dönemde İslam dünyasının modernleşme sürecinde önemli bir figür olmuştur. İslam dünyasında modernleşme sürecine katkıda bulunan önemli simalardan biri de Cemaleddin Afgani’dir. Afgani, Pan-islamizm çalışmalarıyla İslam dünyasını ümmet fikri etrafında siyasi olarak birleştirmeye çalışmıştır. Avrupa’da (Paris’te), Muhammed Abduh’la beraber çıkardığı el-Urvetu’l-Vuska dergisi üzerinden modernleşme ve reforma dair düşüncelerini İslam dünyasına yaymaya çalışmıştır. Yine Avrupa’da eğitim alan ve Osmanlı tarafından Mısır’a vali olarak atanan M. Ali Paşa modernleşme çabalarıyla bilinen bir diğer önemli isim.
İslam dünyasının Batı karşısında içinde bulunduğu durumu göz önünde bulundurarak iyileştirme çabası güden Osmanlı, Avrupa’ya öğrenci göndererek Avrupa’nın ilerlemesini anlamaya çalışmıştır. Bu dönemde bir kısım Müslüman aydın, Avrupai tarzın, aydınlanmanın İslam dünyası açısından sorunlar barındırdığını ifade etmiş, Batı dünyasıyla epistemik ve teolojik bir doku farkının olduğunun altını çizmiştir. Müslüman dünya, Batı modernleşmesi karşısında birçok farklı reaksiyon ortaya koymuştur. Bir kısım aydınlar, Batı tarzı modernleşmenin olduğu gibi Müslüman dünyaya aktarılmasını savunurken bir kısım Müslüman aydın ise Batı’nın sadece fen ve tekniğinin alınıp kültürünün alınmaması gerektiğinin altını çizmiş, bir kısmı da Batı tarzı bir modernleşmeye külliyen karşı çıkmıştır.
Modernizmin baskın etkisi ve yaşanan dünya savaşlarıyla beraber İslam dünyasında birçok değişimin yaşandığına şahit olduk. Bu değişimin başında, yıkılan Osmanlı ve akabinde T.C. devletinin kurulması, Ortadoğu’ya transfer edilen laik-seküler rejimler, ulus-devlet temelli ayrışmalar, İslam dünyasının değişen kültürel dokusu arasında sayılabilir.
Dünden bugüne devam eden modernleşme tartışmaları hala canlılığını korurken bu tartışmaların iki asrı geride bıraktığını göz önünde bulundurduğumuzda, bunun topyekün bir kabul ile sonuçlanmadığın görmüş oluyoruz. İslam dünyası ile Batı arasında en büyük sorunlardan birinin güven problemi olduğunu söylemek gerekir. Bu bağlamda Batı tarzı modernizminin en önemli özellikleri arasında; sömürgecilik, işgal, kendi dışındakini ötekileştirerek sorunsallaştırmak, yok saymak, dayatmak gibi temel etmenler zikredilebilir. Bugün de bu güven probleminin devam ettiğini, modernizmin bir ideoloji olarak siyasi, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla İslam dünyasında ciddi ve sorunlu bir yer işgal ettiği aşikardır. İslam dünyasının hem moderniteden etkilendiği hem de çok ciddi şekilde modernitenin kıskacına girdiğini söylemek gerekir.
3. İslami Hareketler ve İslamcılar ile modernleşme arasında kurulan ilişkiler ve çatışma noktaları hakkında oluşan literatür hakkında sizin kanaatleriniz nelerdir? İslamcıların İslam dünyasındaki modernleşmenin ana aktörü olduğu İslamcılığın da modernleşmenin bir sonucu olduğu söylemi hakkında siz neler düşünüyorsunuz?
Batı’nın İslam dünyasındaki işgal ve sömürüsüne en sert şekilde cevap verenler şüphesiz İslami hareketler olmuşlardır. İslami hareketleri var kılan en temel saik Batı’nın işgal ve sömürüsüne karşı Müslüman aydın ve tebaanın örgütlü direnişidir. Bu, bazen siyasi ve kültürel bir boyut taşımakla beraber bazen de bulunduğu coğrafyanın şartlarına bağlı olarak direniş hareketi vasfını taşımıştır. İslamcılık paradigması ekseninde kenetlenen bu bir kısım yapılar siyasi, fikri ve kültürel olarak bir reaksiyon ortaya koymuşlardır. Kökleri çok daha öteye dayanan, züht ve cihadı harmanlayan Senusi Hareketi, Hindistan’da modernitenin baş aktörü olan Aligarh Hareketi, Osmanlı ve Ortadoğu’da aydınlanmanın en temel aktörlerini barındıran Menar Ekolü ve sonrasında ortaya çıkan İhvan-ı Müslimin ile Cemaat-i İslamiye gibi birçok oluşum kendilerine özgün bir şekilde İslam dünyasının modernleşme hikayesinde yerlerini almışlardır. Kur’an, metin, yorum ve içtihad tartışmaları kapsamında Fazlur Rahman, Muhammed Arkon, Nasr Hamid Ebu Zeyd gibi birçok modernist yorumcu süreçte yerini alırken Raşid el Gannuşi, Hasan Turabi gibi birçok aydın, siyasetçi ve politikacıdan da bahsedilebilir.
İslamcılık ve modernizm arasında her zaman ve her koşulda aynı düzeyde olmamakla beraber belirgin bir çatışma ya da mücadele olduğu doğrudur. Modernizmin çatışma yaratacak ve ideolojik geniş bir anlam dairesine sahip en temel kavramları arasında; laiklik, sekülarizm, akılcılık, ilerleme, bilim, metafizik, özgürlük, demokrası, gibi epistemik, teolojik, siyasi ve politik kavramları zikredilebilir. Batı modernitesine ait bu kavram ve kabuller hem İslam toplumlarının temel dokusuyla uyuşmaması, hem İslamcılık paradigmasıyla teolojik bir çatışma yaşaması hem de siyasi-politik bir krize varacak dayatma ve modernizasyon süreci ihtiva etmesi nedeniyle problemli bir alanda durmaktadır. Bunun yanında İslami hareketlerin yoğun bir şekilde kullandığı direniş, ıslah, ihya, uyanış(nahda), millik gibi birçok kavramda da görüldüğü gibi yeni bir sürece, yeni bir pozisyona yönelik anlayış ve hareket farklılığına dikkat çekilir. Bu yeni fikri ve ameli jargon hem Batıyla etkileşimin bir sonucu hem de iç dinamiklerden kaynaklanan bir uyanış sürecinin neticesi olarak okunabilir.
İslamcılık aksiyoner bir düşünme biçimidir. Çünkü İslamcılık; tarihi, coğrafi, epistemik ve teolojik bir hesaplaşma yaşayarak sahneye çıkmış bir düşüncedir. Moderniteden etkilenmiştir ve özü itibariyle modern bir savdır, diyebiliriz. Yalnız ortaya koyduğu temel argümanların tamamı İslam’ın kadim geleneğinde yer bulan unsurlardır. İslamcılığı modern kılan en temel saik geçmişi/geleneği sorgulayan, âna yoğunlaşan ve dönüştürme gücü ile potansiyelini en sonuna kadar kullanabilmesidir. İslamcılığı ayrı kılan en temel saiklerden bir tanesi de tarih boyunca ortaya çıkan kabile, aşiret ve etnik merkezli yapılardan farklı olarak özgün İslam düşüncesi üzerinden şekillenmiş bir yapı ve duruş ihtiva etmesidir. Bu bağlamda İslamcılık bir proje olarak ortaya çıkar. Ve en temel hedefi İslam’ın hakim olduğu bir devlet ve toplum düzenidir. Bu yönü itibariyle İslamcılar modern çağın dünyasında ortaya koydukları içtihatlar ile İslam’ın evrensel gücü ve çağın ruhu üzerinden bir okumayla bir ‘yeni’ ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu ‘yeni’ olan hem modernizme bir tepki olarak ortaya çıkmış hem de çoğunlukla çağın ruhundan esinlenerek bir paye sahibi olmuştur.
4. Gelenek ve modernlik birbirine muhalif söylemler midir? İslamcılar gelenek ve modernlik denklemini doğru bir şekilde formüle edebildiler mi?
Modernizmin ruhunda geleneği dışlayan, onu düşük düzeyde karikatürize eden, akıl dışı kılan bir yön söz konusu. Bu bazen bir hesaplaşma şeklinde izhar olabilirken bazen de üstenci, tahakkümcü bir paradigma olarak ortaya çıkmaktadır. Batı düşünce geleneği, red ve inkar üzerine kuruludur. Kendisiyle hesaplaşması ideolojik birçok katmandan oluşmaktadır. İslam düşünce geleneği bunun tam aksine kendisini bir bütün olarak görür. İhtiva ettiği fikri çeşitlilik onun bütünlüğüne bir helal getirmez. Meseleyi içtihat farklılığı üzerinden okur. İçtihad, ötekini reddeden bir argümanla hareket etmez. Daha çok bir yol açar. Bu açtığı yol modern bir tasavvur ekseninde vuku bulursa ıslah ve ihya gibi temel kavramlar ekseninde bir istikamet yakalar. Aksi durumda bile yine bir yol, bir fetva olarak tezahür eder.
Gelenek ve modernlik arasında öncelikle İslamcıların yöntem ve makasıd bağlamında bir şeye karar vermesi lazım. İslamcılar batı ileride olduğu için mi bir yol tutmalıdırlar yoksa İslamcılık zaten “çağın muhayyilesinde düşünmektir” deyip batı tepkiselliğiyle değil de öz dinamikler üzerinden düşünüp bir yol mu tutmalılar? Batı karşıtlığı üzerinden tutulan yolun, başka bir batıyı var etme potansiyeli barındırdığı unutulmamalıdır. Bu anlayış, geleneğin izdüşümünde bir yol tutuşu sorunsallaştırabildiği gibi seküler dünyanın temel anlayışına da göz kırpabilir. Bu bağlamda geleneğin yadsınmadığı tam aksine ilham alındığı, bilgi, birikim ve tecrübenin yeniden üretildiği, bir menba olarak görüldüğü bir tasavvur çağa yeniden ruh verebilir. Bunun için öncelikle İslamcıların, bu “taklitçi modernlikten” sıyrılmaları gerekiyor. Özgünlüğün en temel şartı, kendi içindeki cevheri görüp bunun üzerinde yeniden dirilebilmektir. Girişte de ifade ettiğimiz gibi hiçbir kavram, tecelli ettiği anlam dünyasından bağımsız değildir. Bu anlamda modernitenin ruhu anlaşılmadan ona göz kırpmanın, bizi daha büyük bir girdaba sokması kaçınılmaz olur. Haddi zatında gelenek ve modernite tartışması İslam dünyasının gerçek gündemi değildir. İslam dünyasının gerçek gündemi, Batı’nın istilacı anlayışı, işgali ve sömürüsü karşısında mukavemetin nasıl olacağına dair iradedir. Şayet İslamcılığın halihazırda gelenekle süren bir hesaplaşması varsa doğrudan bu meseleyle yakından ilişkili olduğu unutulmamalıdır.
Yine bu konuda önemli noktalardan biri de modern dünyanın paradigması ile İslam’ın temel fıkıh/muemalat/ahkamı arasında vuku bulan temel sorunların nasıl aşılacağı ile ilgili problemdir. Burada modernitenin mi yoksa temel ilahi metinlerin mi sorunsallaştırılacağı hususu (ki bu sorun aynı zamanda günümüzdeki tarihselcilik tartışmalarının merkezini oluşturmaktadır) önemli bir yer tutmaktadır. Burada modernitenin ilahi metinleri sorunsallaştırarak bir çözümlemeye gittiği unutulmamalıdır.
5. Wael Hallaq'ın da üzerinde durduğu gibi İslam, modernleşme dışı bir alternatif olma özelliğini koruyor mu? İslami hareketlerin ya da İslamcıların bu bağlamdaki yetenekleri nelerdir?
Malum olduğu üzere Hallaq’ın Taha Abdurrahman okumalarında, ondan etkilendiği bilinmektedir. Hallaq, “Modernitenin Reformu” adlı kitabında Taha Abdurrahman’ın moderniteye dair görüş ve düşüncelerinin genel bir analizini yapar. Taha Abdurrahman, modernitenin en az bir din kadar teolojik olduğunu, aynı zamanda diğer din ve ideolojilerden daha üstün hiçbir tarafı olmadığını söyler. “Modernlik Ruhu” adlı eserinde taklitçi modernlik yerine özgün bir modernliği önermekte, bunun için ise olgunluk(rüşd), eleştiri ve kuşatıcılık (evrensellik) ilkeleri üzerinden “taklit esaslı özgürlükten özgünlük esaslı özgürlüğü, taklit esaslı akılcılıktan özgünlük esaslı akılcılığı ve taklit esaslı genişleme yerine özgünlük esaslı bir genişlemeyi” önerir. Bu bağlamda Hallaq’ın belirttiği; İslam’ın, modernleşme dışı bir alternatif olma özelliği taşıyıp taşımadığı tartışmasının yanında küreselleşmeyle beraber Müslümanların bu zeminden topyekûn bir kopuş gerçekleştirmesi mümkün değildir. Ama Hallaq’ın da yukarıda belirttiği gibi şu unutulmamalıdır ki, modern dünyanın sorunlarının üstesinden gelebilecek engin bilgi ve birikime, epistemik ve teolojik derinliğe, güç ve imkana sahip yegane din İslam’dır. Bu ruh ve derinlik üzerinden yükselecek bir çaba modernizmin insanlık ailesine yaşattırdığı derin buhrana karşı özgün bir çıkış yaratabilir. Bu özgün çıkış sadece İslam dünyası için değil aynı zamanda Batı dünyasına da yeniden ulvi değerleri hatırlatabilir.
İslami hareketler, kökleri maziye dayansa da çağın içinden çıkmış yapılardır. Düşüncenin amel değeri bulmadığı bir dünyada ameli hayatsallaştıran ve inancı değer kılan oluşumlardır. Bu bağlamda on dört asırlık bilgi ve tecrübeyi yeniden dönüştürme potansiyeline sahip hareketler insanlığa yeni bir umut kaynağı olabilirler. İslami hareket, dün kendisini doğuran ana parametreler üzerinden bugün kendisini sınırlandıramaz. Modernitenin en temel tezi olan ânı ıskalayamaz. Bu bağlamda İslami hareket; tepki üreten, konjonktürel şartlara kendisini mahkum eden, modernitenin günübirlik siyasi ve politik gündemi üzerinden hareket eden bir yapı olmaktan çok, yerel ve küresel çapta düşünce üreten, takvayı ve salih ameli insanlık için bayraklaştıran, hak, adalet ve ahlak gibi temel hususlarda insanlığa örnek bir model oluşturmak zorundadır. Bugün modern kabullerin postmodern süreçle beraber tekilleşmesi ve buharlaşmasıyla ortaya çıkan psiko-sosyal buhran karşısında İslamcı tezler daha da fazla önem kazanmaktadır. Taha Abdurrahman’ın “modernite sarhoşluğu” dediği modernliğin, hayatın bütün alanlarında hakim olmasının yanında, sekülarizmin bir hayat biçimi olarak yaygınlaştığı günümüzde İslami hareket bütüncül ve ilkesel davranmak, iman ve salih amel ekseninde daha fazla değer üretmek zorundadır.
6. Modernleşme ve emperyalizm arasında ne tür bir bağ vardır? Bu bağlamda Osmanlı ve Türkiye modernleşmesi bu süreçten ne kadar etkilendi? Türk modernleşmesinin ayırt edici özellikleri nelerdir?
Batı emperyalizminin en yakın kökleri coğrafi keşifler (işgaller) ve sömürgecilik anlayışına dayanır. Emperyalizm sadece işgal ve sömürüye dayanmaz. Aynı zamanda girdiği yerde onu kendisine benzetmesi, dini ve kültürel temel dinamik ve unsurlarından arındırması, onu yapı bozuma uğratması en temel özelliğidir. ABD ve birçok ülkenin modernleşme sürecinde bu çok yakından müşahede edilebilir. Modernizm, Taha Abdurrahman’nın tespitiyle olgusal olarak Avrupa ve Amerikalıdır. Bu bağlamda ABD ve Avrupa emperyalist yayılmacılığın en başat örnekleridir. Modernizm, Batı’nın yayılmacılık ideolojisinin adıdır. Demokrasi transferi adı altında işgal ve soykırımlar gerçekleştirmişlerdir. Afganistan ve Irak’ın işgali ve katledilen yüzbinlerce insan bunun belgesidir.
Osmanlı’nın çöküşündeki en başat faktör onun kendi öz dinamiklerinden uzaklaşması ve çözümü dışarıda aramasıdır. Kendisini var kılan unsurlar üzerinden erken bir muhasebe yapamamasıdır. Osmanlı’nın çöküşü emperyalist kuşatmaya fırsat vermiştir. Boşalan alanlar, ithal rejimler ve anlayışlarla doldurulmuştur. Türk modernleşmesi köklü bir devrim yaparak tüm yerli unsurlardan kendini ayırdı. Türk modernleşmesinin en ayırt edici özelliği tüm yönleriyle ithal olmasıdır. Özgün olmayan, köklerinden kopuk, dış argümanlar üzerine kurulmuş bir yapıya sahiptir. Modernizmin en temel iki paradigması olan ulusçuluk ve tam batılılaşma ilkeleri üzerinden bir paye güttü. Yapılan reformlar ve kurulan yeni sistem bu anlayış üzerinden yol aldı. Türk modernleşmesi, Batı tandanslı bir dönüşüm projesidir. Anadolu halkı istibdat ve yasaklarla bu sürece tabi tutulmuştur.
7. "Modernleşme sürecinin sekülerleşmeyi zorunlu kıldığı ve bu süreçte sekülerleşmenin dini değerleri ortadan kaldıracağı iddiası üzerine ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda, modernleşme ve sekülerleşme arasındaki ilişki nasıl değerlendirilmeli? Yaygın bir hüvviyet kazandırılan sekülerizm paradigması karşısında İslam/Müslümanlar nasıl var olabilir? Bu hususta neler düşünüyorsunuz?
Modernleşme henüz tamamlanmamış bir süreç. Bu yüzden kendisini yeni kavram ve argümanlarla yeniden dönüştürüyor, inşa ediyor. Postmodernizm de bu sürecin bir devamı niteliğinde. Postmodernizmle beraber modernizm kendi gerçekliğini, tekliğini sorgulayarak görecelileştirdi. Bu da modernizme yeni imkan ve fırsatlar sundu. Ama modernizmi var kılan unsur bu değil. Modernizmin kendi hayatiyetini sürdürdüğü temel sistem ve araçlar var. Sekülarizm, pozitivizm, hümanizm ve kapitalizm/liberalizm bu sistem ve araçlardan bir kısmı. Sekülarizmin Batı’da ortaya çıkması zorunlu bir süreçti. Din, siyasal ve ekonomik olarak hayatın içinde otoritesini kaybetti. Oluşan boşluk sanattan edebiyata, mimariden bilim ve tekniğe birçok alanda rönesans felsefesi ve anlayışıyla doldu. Bu bağlamda modernizmin varlığı onu ayakta tutan yukarıdaki temel unsurla mümkündür. Sekülarizm, Hristiyanlığı Batı’da kilise ve imgelere hapsetti. Böylelikle din, siyasal hüviyetini kaybederek ritüellere indirgendi.
İslam dünyası yüz yıldan fazladır seküler yaşamın kıskacında. Dinin toplumsal görünürlüğünün azaltılması, dindarlığın bireyselleştirilmesi, dinin yasaklarının (helal ve haramın) kamusal yasaklar ekseninde profanlaştırılması, dini ahlakın iğva edilmesi, modern popüler kültürün bir yaşam biçimi olarak dayatılması gibi birçok sorun ve problemle karşı karşıya. Sekülarizm bu sorunların varlığının zorunlu sebebidir. Bu bağlamda sekülarizmin mümkün olmadığı bir modernleşme biçimi söz konusu değildir. Böyle bir şey söz konusu olsa bile bu sekülarizm değil başka bir şey olur.
İslam Batı’nın sahip olmadığı dini, sosyo-kültürel eylem ve ibadet zenginliğine sahip. Bu ise sekülarizme karşı Müslümanlara çok büyük bir güç ve fırsat tanıyor. Dinin hayattan soyutlanması neredeyse imkansızdır. Çünkü İslam toplumlarında din, hayatın kendisiyle bir bütünlük arz ediyor. Bu açıdan Müslüman toplumların örf ve adetleriyle, gelenek ve inançlarıyla görünür olmaya devam etmesi son derece önemli. İslam; bilgi, düşünce ve birikimiyle bir amel dinidir. Hayatın bütününe ibadet nazarıyla bakar. Bu, onu güçlü kılan en önemli donelerden biridir. Takvayı toplumsallaştırmak, helal-haram bilincini yaygınlaştırmak, dinin kamusal hayat içindeki rolünü ve görünürlüğünü arttırmak ve laik-seküler siyasal rejimlerin din üzerindeki otoritesine karşı bütüncül bir yaşam modeli ortaya koymak Müslümanların öncelikle yapması gereken en önemli sorumlulukları olsa gerek.