Modernleşme ve sekülerleşme arasındaki ilişki nasıl değerlendirilmeli? İslam dünyasının modernleşmeyle olan hikayesi nasıl okunmalı? İslamcıların İslam dünyasındaki modernleşmenin ana aktörü olduğu iddiası hakkında neler söylenebilir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Modernleşme" dosyasında Prof. Dr. Kudret Bülbül'e sorduk.
Türkiyeli bir Müslüman düşünür, akademisyen ve devlet kademelerinde farklı pozisyonlarda bulunmuş bir bürokrat olarak geleneğe, moderniteye, küreselleşmeye ya da başka herhangi bir şeye karşıtlık üzerinden kendimizi kurmanın İslami bir bakış olmadığını düşünmekteyim. Çünkü İslam bana göre herhangi bir şeyin karşıtı ya da antisi değil, bizatihi kendisi bir tez, bir iddia ve bir inşadır. Karşıtlık üzerinden kurulan ya da kurgulanan her düşünce kendisi olmaktan çıkar, ötekinin bakışında/aynasında/karşıtlığında kendini şekillendirerek, başka bir şeye dönüşür. Hz. Adem’den son insana kadar huzur getirme iddiasındaki bir İslam düşüncesi, daha sonra gelişecek her türlü düşünce ve harekete, karşıtlık üzerinden değil, kendi sabiteleri/ilkeleri doğrultusunda yaklaşarak, onların uygun kısımlarını içeren, düzeltilmesi gereken kısımlarını düzelten ve reddedilmesi gereken kısımlarını reddeden ve böylelikle güzelliklerini içererek onları aşan bir perspektifle kendini yenileyerek yoluna devam eder. İhtiyaç duyduğumuz şey, karşıtlıklarda, sığ, dar, mahalli, ulusal, bölgesel bakışlarda evrenselliğini kaybetmiş değil, tüm bu coğrafi konumlanmalarla barışık ama onlara hapsolmayan bir bakışla, dünyanın neresinde olursa olsun, ne olursa olsun, insanlık ailesinin sağduyulu her bir ferdine umut vadeden cihanşümul bir İslam anlayışıdır.
1. Modern, modernite, modernleşme ve modernizm gibi aynı kökten üretilen bir çok kavram bizim zihin dünyamızı oldukça meşgul etmekte. Bu kavramların ve modernleşmenin tarihi arka planı hakkında ne söylemek istersiniz. Bu bağlamda modernleşmenin Batı tarihinde bir kesitle özdeşleştirilmesi ve farklı modernleşme türleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Soru için teşekkür ediyorum. Bu konu Siyaset Bilimi kitabımda başlı başına bir konu olarak ele alınıyor. Oradan hareketle cevap vereyim. Diğer sorulara verilecek cevaplar da modernliğin nasıl görüldüğüyle ilişkili olduğu için müsaadenizle bu soruya biraz uzun cevap vermek istiyorum.
Geleneksellik, modernite, post-modernite ya da gelenekselcilik, modernizm, post-modernizm veya gelenekselleşme, modernleşme, post-modernleşme kavramları sosyal bilimlerde son zamanlarda belki de kendilerinden en fazla söz edilen üçlü kavram setidir. Sosyal bilimlerde son zamanlarda bu kavramlara referans vermeyen neredeyse hiçbir tartışma yok gibidir. Bu nedenle bu kavramlara az çok aşina olmayanların, sosyal bilim tartışmalarını izleyebilmeleri adeta imkansızdır. Her üç kavram, esasen toplumun üç farklı haline, geleneksel, modern ya da post-modern haline ya da bir nesnenin üç haline işaret ettiği iddiasındadır.
Bu kavramlara ilişkin ilk söylenmesi gereken şey, geleneksel toplum, modern toplum, post-modern toplum ayırımlarının, tanımlarının esasen bir kabul, bir varsayım olduğudur. Tarihe ve topluma dair varsayımsal (farazi) bir açıklama biçimidirler. Bu üçlü ayırım esasen bütün bir insanlık tarihini açıklama iddiasındadır. Ama açıklamanın tarihi yenidir. Daha yakın zamanlara özgü bir açıklama ya da ayırımdırlar.
İkinci olarak, tarihi; geleneksel, modern ve post-modern olarak ayırdığı ve post-moderni en yeni en son durum olarak gördüğü için esasen bu üçlü analiz de sonculuk yaklaşımları içerisinde değerlendirilebilir. Marx’ın “beşli tarih” analizi, Daniel Bell’in “İdeolojinin Sonu”, Paul Virilio’nun “Coğrafyanın Sonu”, Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması”, Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”, sonculuk yaklaşımlarının önde gelenlerindendir. Bu yaklaşımlarda, tarih belirli evrelere ayrılır ve temellendirmek istenilen durum en son, en yeni durum olarak kabul edilir. Bu tür yaklaşımlar ya da ayırımlar çok açıklayıcı, çok anlamlı olabilir. Çok işlevsel de olabilir. Ama bütün açıklayıcılıkları esasen varsayımsal ve dönemseldir. Bu gün için anlamlı ve geçerli görünen ayırımlar, yüzyıl önce ifade edilmiyor idiyse ve yüz yıl sonra da açıklayıcılıklarını sürdürebilecekleri son derece kuşkulu ise, bu durum bu tür sonculuk yaklaşımlarının varsayımsal ve dönemsel olduğunu gösterir. Yüzyıl sonra bu tür açıklamalar yerini bir başka soncu açıklamaya bırakabilir. Tarih geleneksel, modern, post-modern şeklinde değil daha başka bir şekilde açıklamaya, analiz etmeye tabi tutulabilir. Tarihi geleneksel, modern ve post-modern bir ayırım bağlamında değerlendirmek sosyal bilimlerdeki son modadır. Gelenekselliğin ve modernliğin geride kaldığını ima eden post-modernite sosyal bilimlerdeki yarattığı eski heyecanı, eski hızını, son zamanlarda, belirli oranda kaybetmiş görünmektedir. Kavram yine de yeni üretilen post-truth kavramıyla birlikte cazibesini sürdürmektedir.
Post-modernizmin ne olduğunu daha fazla tartışmadan önce, kavramın kendisi “modernizm sonrası” demek olduğu için modernizmin ne olduğuna değinmek gerekir. Modern olan da daha çok geleneksel olanla anlam bulduğu için tartışmanın başlangıç noktasının geleneksellik ya da geleneksel toplum olmalıdır. Üç kavram birbirleri ile yakından ilişkili bir biçimde ve çoğu kez karşıtlık üzerinden tanımlanır.
Geleneksellik, örf, adet, gelenek ve göreneklere önem verme durumudur. Geleneksel toplum, modern öncesi toplum olarak da bilinir. Aile yaşamının, gündelik işlerin, siyasal, toplumsal, kültürel hayatın tamamen geleneklere göre şekillendiği toplum tipidir. Gelenekler, örfler, adetler uzun yüzyıllara dayanarak şekil aldığı ve bu uzun yüzyılların bilgeliğinden süzülüp geldiği için çok değerli görülür. Geleneksel toplumdaki en temel durum hızlı değişimin olmamasıdır. Değişimin uzun zamanlara yayılmasıdır. Toprak en temel değerdir. İnsanlar sözlü teamüllerle ilişkilerini yürütür. Bunun getirdiği bir sosyal düzen vardır. Yazılı değil, sözlü kültür çok daha baskındır.
Geleneksel toplum; değerler, inançlar, semboller toplumudur. Kapalı, yüz yüze ilişkilerin hâkim olduğu toplum tipidir. Geleneksel toplum, birey merkezli değil, aile merkezli; akıl merkezli değil tabiat merkezli bir toplumdur. Kişi kendini ailesinin ve yaşadığı toplumun bir parçası olarak görür. Bireysel bakış ve bireycilik gelişmemiştir.
Geleneksel toplumda içinde yaşanılan toplum da içinde yaşanılan ortam da doğanın bir parçasıdır. Doğaya karşı değil doğa ile iç içe bir konumlanma söz konusudur. Tabiat fethedilecek değil birlikte yaşanılması gereken bir nesnedir. İnsan tabiatın hâkimi değil parçasıdır. Bir televizyon kanalında izlediğim, Kütahya’da bir orman köyünde evi tamamen yanmış bir kadının tepkisi geleneksel toplumdaki bakışa iyi bir örnektir. Evi, tüm eşyalarıyla birlikte kül olmuş kadın ağlayarak olayı anlatıyordu: “Ev nasıl olsa geri gelir, yenisi yapılır. Ama şu yüzyıllık ağaçlar nasıl geri gelecek?” Geleneksel toplumda sadece tabiata bakış değil rasyonalite de farklıdır. İnsanlardaki temel motivasyon, çok kâr elde etme hırsı değildir. Bu nedenle bu tür toplumlarda ahilik, lonca sistemi gibi üretim ilişkileri daha etkilidir. Çok anlatılan sahildeki balıkçı örneği geleneksel toplumdaki rasyonaliteyi ortaya koyması açısından ilgi çekicidir: Bir sahil kasabasında kendi halinde balık tutan yaşlı bir balıkçıyı gören şehirli biri sorar: Amca kaç balık tutuyorsun? Balıkçı bir kendim bir de evdeki teyzen için evladım, akşam yiyecek kadar tutuyorum” cevabını verir. Şehirli şaşkınlıkla “niye daha fazla tutmuyorsun ki” diye cevap verir. Balıkçı “niye ki” der. Şehirli “daha çok kazanırsın, şehre göçersin” der. Balıkçı “sonra?” diye sorar. Şehirli “daha çok kazanırsın, şehrin çeperinden merkezine gelirsin, daha iyi bir evin olur, araba alırsın”. Sonra? “Zengin olursun, iyi yaşarsın”. Sonra? “Emekli olur, gelir böyle bir sahil kasabasında yaşarsın amca” der şehirli. Bunun üzerine Balıkçı “Evladım ben zaten öyle yaşıyorum. Başladığım noktaya dönmek için değer mi bunca zahmete” diye sorar. Balıkçı-şehirli konuşması, geleneksel insan ve modern insan perspektifini çok iyi ortaya koymaktadır.
Geleneksel toplumda mekanik değil metafizik bir dünya anlayışı söz konusudur. Dünyaya bakış gelenekler ve inançlar çerçevesinde şekillenir. Siyasete ve siyasal iktidara dair yaklaşım da yine gelenekler ve inançlara dayalı olarak ortaya çıkar. Batı toplumları açısından bakıldığında kilise ve aristokrasi ekseninde şekillenen bir siyasal iktidar söz konusudur.
Moderniteye gelince, modernlik genellikle kısaca “geleneksellik-sonrası durum” olarak tanımlanmaktadır. Modernite, modernlik bir hal, bir durum iken modernleşme bir süreçtir. Modernizm ise bir akımdır. Batı’daki doğuş ve gelişimi açısından modernite ve Batı dışı toplumların benzer bir süreci izleyişi açısından modernleşme olarak adlandırma konusunda, sosyal bilimlerde eşine az rastlanır bir şekilde, neredeyse kuşkulandıracak derecede yaygın bir kabul vardır.
Modernleşme, 17. yüzyıldan başlayarak, önce Avrupa’da görülen ve daha sonra dünyanın değişik bölgelerine yayılan, merkezileşme, ulus-devlet, sanayileşme, kentleşme, sekülerlik ve eğitim süreçleriyle birlikte geleneksel toplumdan kopuşa paralel olarak siyasal/toplumsal/kültürel yapının, birey, ahlak ve zihniyetin tamamen değişmesi süreçleridir.
Geleneksel toplum tabiat merkezlidir. İnsan tabiatın bir parçasıdır. Modern toplumda ise insan merkeze kendini koyar. İnsanın “iyiliği” için doğanın fethinde, gerektiğinde doğanın sorumsuzca tüketilmesinde bir sorun görmez. Dünyaya bakış açısından modernite, Newton ve Galileo’nun buluşları ile metafizik dünya anlayışından mekanik dünya anlayışına geçişe işaret eder. Modernite ile geleneksel toplumun elle üretim biçimi yerini sanayi tipi teknolojik üretime bırakmıştır. Modernite; aydınlanma, hümanizm, sekülerizm, Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi ile yakından ilişkilidir. Siyasal alan açısından kilise ve geleneklerle şekillenen tanrı temelli bir devlet anlayışından ulus temelli bir devlete geçişi ifade eder. Modernleşme diğer pek çok alanda olduğu gibi siyasal alanı da toptan değiştiren bir süreçtir. Modernleşme süreçleriyle siyasal alana artan ilgi, siyasal örgütlenme ve katılma biçimlerini de yakından etkilemiştir.
Modernitenin bilimsel düzeyde Newton ve Galileo ile gelen metafizik bir dünya anlayışından mekanik bir dünya anlayışına, siyasal düzeyde geleneksel toplumdaki tanrı devletinden ulus devletine, endüstriyel düzeyde "lonca" sisteminden sanayi devriminin getirdiği yeni toplum tipine geçişi ve kültürel düzeyde aydınlanma, laiklik, rasyonalizm, sekülerizm ve pozitivizm gibi kavramları içerdiği ifade edilebilir. Post-modernite ise modernitenin bilimsel determinizmine karşı, sosyal bilimlerde kültürel rölativizmi, siyasal düzeyde ulus devletin alttan ve üstten eleştirilmesini, yerel ve küresel kimliklerin öne çıkmasını, endüstriyel düzeyde bilgisayar ve iletişim teknolojisi ile gelen post-fordist üretim biçimini ve kültürel düzeyde ise aydınlanma, laiklik, ulusal kimlik gibi büyük anlatıların reddini içerdiği söylenebilir
Geleneksel toplum, doğa ile uyumlu, kendi halinde, yüz yüze ilişkilerin geçerli olduğu, hayatın yavaş aktığı, insanların cemaat ya da kompartmanlar halinde yan yana ama birbirinden ayrı ayrı yaşadığı bir toplum tipidir.
Modern toplum, merkezi devlet, merkezi eğitim, merkezi yapılanmalar ile tek tipleşmenin öne çıktığı, tek tip insan, kültür, sanat, edebiyat, toplum anlayışının hâkim olduğu birey, devlet, toplum tipidir. Aynı ulus devlet içinde farklılıkların bastırıldığı, tek tip insan ve bakışın öne çıkarıldığı bir anlayışa dayanır.
Post-modern toplum ise, esasen tek tipleşmeye bir tepkidir. Mimaride, sanatta, edebiyatta, bilimde, gündelik yaşam ve uğraşta tek tipleşmeye değil, farklılıklara daha fazla anlam yükler. Post-modernite, tek tipleşmenin aşılması anlamında modernitenin aşılmasıdır. Modern ötesidir. Post-modernitede modernitenin aşılması söz konusu iken, varılan yer modern öncesi, geleneksel olan değil modernitenin yaşanmışlığı, dönüştürücü etkisi içerisinde, geleneksel olandan farklı yeni bir durumdur.
İlk sorunuzun son kısmı olan Batı modernliğinin dışında farklı modernleşme türlerinin olup olamayacağı ise uzun bir tartışmadır. Pratiğe bakıldığında farklı coğrafyalarda, Latin Amerika'da, Çin'de, Hint Alt kıtasında henüz yeterince Batı dışı bir modernliğin üretilebildiğini söylemek güçtür. Bu konuda Çin hükümetinin davetiyle gittiğim Çin ziyaretim sırasında, bize gösterilen mekanların ötesinde, Çin'in kendine özgün bir modernlik üretmekte olup olmadığına yanıt aramıştım. (Bunun için dönüşte bu konuda yazdığım Çin'e Nasıl Bakılmalı?" makalelerime bakılabilir) Ekonomik olarak yükselmekte olan Çin'in, maalesef kendine özgü bir modernlik üretmekte olduğu gözlemiyle dönemedim. Tersine bir zamanlar Japon mucizesi olarak anılan Japonya'nın kültür, sanat, medeniyet alanında fazla bir şey ortaya koyamadığını düşündüğümüzde, Çin'in de kendine özgü çok zayıf bir modernlik üretmekte olduğu, küresel düzeyde Japonya’dan ancak bir tık daha kendine özgü bir modernlik üreteceği, büyük oranda Batı modernliğinin izlerini takip ettiği söylenebilir.
Şimdiye kadar yeterince üretilememiş olsa da Batı modernliğinin dışında bir modernliğin üretilemeyeceği düşüncesinde değilim. Belki Batı emperyalizminin dominant olduğu, hâkim paradigma ve hegemonyasını sürdürdüğü bir çağda, farklı modernlik arayışları, farklı gerekçelerle fazla mümkün olamamıştır. Batı emperyalizminin zayıflamasıyla birlikte farklı modernlik arayışlarına daha fazla kapı aralanabileceğini, bunun daha fazla mümkün olabileceğini düşünüyorum. Kuşkusuz böyle bir modernlik tamamen Batı dışı ya da Batı karşıtı olarak değil, onun içinden ama onu aşarak üretilecektir. Ortaya çıkacak böyle bir sonucu modernlik olarak adlandırıp adlandırmamak, geleneksellik, modernite, post-modernite varsayımları yerine analiz birimi olarak farklı kavramları kullanıp kullanmamak o zaman yapılacak bir tartışmadır.
2. İslam dünyasının modernleşme ile olan hikayesini nasıl okuyorsunuz? Bu gün bu hikâyenin neresindeyiz?
Modernleşmeye dair tanımımdan ve buraya kadar yaptığım açıklamalardan herhalde gelenekseli, moderni ya da post-moderni tek başına olumlayan ya da olumsuzlayan bir yaklaşım içinde olmadığım fark edilmiştir. Modern insan, geleneksel insandan farklı olarak daha bencil, egoist, çıkarı peşinde koşan insandır. Ama ben de dahil, bu satırları okuyanların büyük çoğunluğunun belki de sülalesinde ilk üniversite okumuş insan olması, eğitimin herkes için bu kadar ulaşılabilir olması da modernleşme süreçlerinin bir sonucudur. Geleneksel toplumda eğitim herkese açık olmadığı gibi bu durum çok fazla arzu edilen bir şey de değildi. Küreselleşme süreçleri (küreselleşme de tek boyutlu ya da tek bir süreç değil, birbirleriyle örtüşen, çelişen, çatışan süreçler bütünüdür) gibi modernleşme süreçleri de çok boyutlu, çok yönlü süreçlerdir. Bu nedenle içerdikleri bu boyutlara, süreçlere odaklanmadan yapılacak değerlendirmeler; totalci, aşırı genelleştirmeci ve yüzeysel olacaktır.
Bu çerçevede sorunuza dönersek, İslam dünyasının modernleşme açısından değerlendirilmesi yukarıda ifade ettiğim tanımın içerdiği bütün unsurlar açısından farklı farklı değerlendirilmesi ile ancak mümkündür. Bu da çok kapsamlı ve uzun bir değerlendirme olur. Yine de birkaç gözlemime kısaca işaret etmek isterim.
İlki İslam dünyasında modernleşme süreçleri, karşı karşıya kaldığı zorluklar ya da işgal politikaları ile birlikte yürüdüğü için daha çok dışardan empoze edilen süreçlerdir. Pakistan, Hindistan, Mısır, Ortadoğu, Uzak Doğu..
İkinci olarak belki de ilkinin bir uzantısı şeklinde, İslam dünyasındaki modernleşme süreçleri büyük oranda, özgün, üretken, etken değil çoğunlukla edilgen, pasif, tüketen süreçlerdir.
Üçüncü söyleyeceğim ise modernleşmenin en değiştirici ve dönüştürücü süreçlerinden ikisi teknoloji ve eğitimdir. Batı tipi modernleşmenin yayılma süreçlerine bakıldığında Batılı eğitim tarzının ve Batılı ülkelerde alınan eğitimin payı oldukça yüksektir. Eğitim açısından bakıldığında İslam dünyasından dönem dönem bazı ülkelerin cazibe merkezi olabildiği görülebilmektedir. Geçmişte Mısır, Suudi Arabistan, Malezya pek çok Müslüman ülkeden öğrenci çekebilmiştir. Son zamanlarda ise Türkiye bu konuda oldukça önemli mesafeler kat etmektedir. Sadece Müslüman ülkelerden değil tüm dünyadan öğrenciler için Türkiye cazibe merkezine dönüşmektedir. Türkiye 2024 verilerine göre ABD, İngiltere, Kanada, Fransa, Avustralya ve Almanya’dan sonra dünyada en fazla öğrenci çeken 7. ülkedir. Bu Türkiye açısından devasa bir gelişmedir. Türkiye’deki eğitim sisteminin çok fazla kendine özgü olmadığı, çoğunlukla Batılı bir eğitim sistemi ve içeriği uyguladığı eleştirisi yapılabilir. Bu eleştiri çok büyük oranda doğrudur. Ama yüzyıllara sari bir olgu kısa bir süre içinde aşılamaz. Adım adım ilerlenir. Bir akademisyen olarak İngilizce ve Türkçe siyaset bilimi kitabı yazmamın temel gayesi bu disipline kendi anlam dünyamızdan daha fazla katkı sunabilmektir. Ama bu tür çabalar tekil çabalarla, kısa sürede gerçekleştirilebilecek çabalar değildirler. Bireysel çabaların birer ırmağa dönüşmesi için öncelikle bu konuda bir farkındalık gelişmesi sonra bu yönde çok yönlü çalışmaların yapılması gerekir. Bu sorumluluk da siyasilere değil akademisyenlere, entelektüellere düşer.
Teknoloji açısından ise Türkiye özellikle insansız hava araçları üretimi konusunda inanılmaz bir gelişme göstererek tüm dünyada lider konumuna yükselmiştir. Önceki dönemlerle kıyaslandığında Türkiye’nin savunma sanayinde ortaya koyduğu ilerleme destansı niteliktedir. İslam dünyası açısından ise herhalde ilktir. Bu tür ileri teknolojiler hayatın başka alanlarına da yansıyan o alanlarda da yenilik ve farklılık geliştiren teknolojilerdir. Türkiye’nin teknolojik alanda kat ettiği bu mesafenin başka alanlara da yansıması beklenir.
Diğer taraftan eğitim ve teknoloji açısından İslam dünyasında dönem dönem çok olumlu gelişmeler görülmekle birlikte, bu gelişmelerin sürdürülebilir olması, saman alevi gibi yanıp sönmemesi son derece önemlidir. İnşallah ülkemizin bu alanda kat ettiği mesafeler geçici değil kalıcı başarılar haline gelir.
Sorunuz açısından özetle İslam dünyasının modernleşme ile ilişkisi açısından kat ettiği gelişmeler olmakla birlikte daha kat etmesi gereken çok büyük mesafelerin olduğu söylenebilir. Kuşkusuz modernlik ya da modernleşme açısından İslam dünyasının herhangi bir rekabete girmemesi gereken, reddetmesi gereken alanlar da söz konusudur.
Öncelikle “İslami hareketler” ve “İslamcılar” ya da daha doğru bir ifade ile “İslam düşüncesi” ve “İslamcılar” ayırımını çok doğru ve yerinde buluyorum. Maalesef bazı İslamcı düşünür ya da aktivist, İslamcılığı İslam düşüncesinin tamamı gibi görme eğiliminde. Bu bakış, tasavvuf, fıkıh, kelam, felsefe, hadis, halk İslamı vb. farklı İslami düşünüş ve yaşayış biçimleriyle çok devasa bir geleneğe ve derinliğe sahip İslam düşüncesini son derece sığlaştıran bir bakış açısıdır zira. İslamcılık, İslam düşüncesinin tamamı değil sadece modern zamanlara özgü İslami düşünce biçimlerinden biridir. Başlangıcı itibarıyla, Müslümanlar tarafından kavramsallaştırılmış değil dışardan bir tanımlamadır. Bugün bazı Batılı çevrelerin “Cihadizm” kavramını üretip daha sonra bazı Müslümanların bu kavramı benimsemesi ya da benimseyecek olması gibi.
Meseleyi İslamcıları da içerecek şekilde daha ileri bir noktaya taşıyıp İslam düşüncesinin ya da İslami hareketlerin modernleşme ile ilişkisine baktığımızda, ilk söylememiz gereken meselenin çok kapsamlı olduğudur. Yukarıda ifade ettiğim modernleşme tanımını esas alırsak modernleşmenin merkezi devlet, ulus-devlet, her alanda merkezileşme, sanayileşme, kentleşme, sekülerlik ve eğitim süreçleri, siyasal/toplumsal/kültürel yapıdaki değişimler, birey, ahlak ve zihniyet boyutu gibi meselenin çok kapsamlı ve çok katmanlı boyutları vardır. Bu boyutların tüm İslam dünyasına yansıması ve verilen tepkiler de aynı değildir. Burada belki Osmanlı-Türkiye pratiği üzerinden cevap verebiliriz. Burada oluşan geleneğe ve mirasa bakıldığında meselenin büyük oranda teknik ve kültür boyutunun öne çıktığını söyleyebiliriz. Modernleşme tanımında ifade ettiğim diğer unsurlar üzerinde çok fazla bir literatür söz konusu değildir.
Osmanlı son döneminden günümüze, Türkiye’deki dindar kesimin modernleşme ile imtihanına ya da yüzleşmelerine baktığımızda bu yüzleşmenin dönemsel farklılıklar gösterdiğini söyleyebiliriz. Müslüman Osmanlı aydını; devleti, tarihi ve milletiyle daha barışık olduğu ve aynı zamanda Batı karşısında içerisinde bulunulan gerilemenin farkında olduğu için modernleşme karşısında toptan bir karşıtlık ya da düşmanlık içerisinde değildir. Daha eklektik, daha seçicidir. Akif merhumun,
“Alınız ilmini Garb'ın, alınız san'atini;
Veriniz hem de mesâînize son sür'atini.
Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok san'atın ve ilmin; yalnız”
dediği gibi bir yaklaşım içerisindedir. Hz. Adem’den kıyamete kadar insanlığı etkileyecek toplumsal süreçler karşısında toptan bir kabul ya da toptan bir ret bakışına sahip olmayan biri olarak, bu seçmeci bakış açısını sağlıklı bulanlardanım. Daha yakın zamanlarda, bu bakış açısına, Batının tekniği alındığında kültürün de alınacağı eleştirileri getirilmiştir. Bu eleştiriler de kısmen doğrudur. Ama sürekli karşı çıkılarak, sürekli edilgen kalarak herhangi bir düşünce varlığını ilanihaye sürdüremez. Toptan reddiyeci bakış açısı, sahiplerini bir süre sonra tarih dışı, toplum dışı, hayat dışı bir radikalliğe sürükleyebilir. Kaldı ki toplumsal gelişmeler ya da farklılıklar karşısında İslam’ın bunları toptan ret ya da kabul ettiğini değil, analitik yaklaştığını düşünen biri olarak her farklı teknoloji ya da kültürün İslam dairesinin tamamen dışında olduğu da iddia edilemez. Hz. Peygamber’in “ilim Çin’de de olsa arayıp bulunuz” hadisi farklı ülkelerdeki ilim, fen ve teknolojiye dair bir arayış içerisinde olmamızı emretmekte, bu yönüyle bize yeterince açıklık ve özgüven sunmaktadır.
Erken Cumhuriyet döneminde ise şartlar tamamen değiştiğinden Müslüman aydınların bakışı da değişmiştir. Cephede mağlup edilen düşmana kültürel alanda, Batılılaşma politikalarıyla teslim olunmasıyla birlikte pek çok Müslüman düşünür ülkeyi terk etmiş ya da sessizliğe gömülmüştür. Buna ilaveten erken Cumhuriyet döneminde, belki de tam bir Batılılaşma olarak uygulanan modernleşme süreçleri yeni olduğu için ya da büyük bedeller ödenerek işgalden kurtulup bağımsızlık elde edildiği için dindar Müslüman düşünürlerde bir devlet karşıtlığı söz konusu değildir. Devlete ilişkin tutumlarını bir karşıtlık değil bir küskünlük ve bu durumun bir yansıması olarak bir geri çekiliş olarak görebiliriz. Erken Cumhuriyet dönemi dindar Müslüman düşünürleri toplumdan, toplumun geleneklerinden, ritüellerinden de kopmuş değildirler.
Geç Cumhuriyet ya da yakın dönem dindar Müslüman düşünürleri arasında ise devlet ve topluma uzaklık, yer yer karşıtlık mesabesine ulaşacak şekilde daha fazladır. İslamcıların da arasında olduğu bu düşünürler, önceki dönemlerle kıyaslandığında, ülkesel, bölgesel ve küresel şartların da etkisiyle tarihe, topluma, devlete ve modernleşmeye daha fazla bir karşıtlık üzerinden kendilerini kurarlar. İslamcı düşünürlerden bazılarının 2000’li yıllar sonrasındaki Türkiye’deki gelişmeleri sağlıklı bir şekilde değerlendirememelerinin bir nedeni de içerisinde bulundukları devlete ve topluma uzak olan konumlanmaları ya da zihniyet kodlarıdır. Belki de bu durumun bir yansıması olarak, çoğunlukta olan dindar düşünürler değil belki ama azınlıkta olan İslamcı düşünürlerin çoğu, Osmanlı Müslüman aydınından farklı olarak modernleşme karşısında seçmeci değil daha fazla tepkisel ve karşıtlık üzerinden bir tutum gösterirler.
İslamcılık modernleşmenin bir sonucu mudur? Kuşkusuz öyle. Küreselleşme karşıtlarının, küreselleşmenin bir sonucu olmaları gibi, İslamcılık düşüncesi de modernleşme süreçleri ile gelişen modernist ve tepkisel bir ideolojidir. Ona tepki olarak gelişen ama onun şekillendirip biçimlendirdiği bir düşüncedir. Bu nedenle modernitenin sıkıntılarını ve sorunlarını fazlasıyla içerir. İslamcılık, geleneksel İslam anlayışına göre daha çok devlet ve siyaset merkezli bir ideolojidir. Devlet ve siyaset merkezli olmak modern ideolojilerin ortak özelliklerindendir. (İslamcılığa dair Siyaset Bilimi sözlüğümdeki ilgili maddeye bakılabilir). Bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki İslamcı düşünürlerin bir kısmının devlet merkezli, tepeden inmeci yaklaşımları, geleneğe, topluma, tarihe bakışı, İslamcı olmayan pek çok Kemalist, sosyalist ve diğer düşünürlerle de örtüşebilir. Gençlik yıllarında sistem karşıtı, radikal görülen bazı isimlerin sonraki yıllarda aşırı devletçi politikalara imza atabiliyor ya da destekliyor olabilmelerinin bir nedeni de budur.
İslamcı düşünce, İslam dünyasındaki modernleşmenin ana aktörü müdür sorunuza gelince, bunu söyleyebilmek pek mümkün değildir. Türkiye’de modernleşmenin, esasen Batılılaşmanın ana aktörü devlet ve devlet eliyle şekillenen bürokrasi ve aydınlardır. Mısır, Pakistan, Hindistan, Malezya, Ortadoğu ve Afrika’ya baktığımızda da İslamcı aydınların genel olarak devletlerini şekillendirecek, toplumlarına yön verecek bir güç ve ağırlıkta olmadığı söylenebilir. Buralarda, işgal dönemlerinde modernleşmenin taşıyıcıları doğrudan emperyalist ülkeler iken görece bağımsızlıklarını elde ettiği dönemlerde ise daha çok yine emperyalist ülkelerin zihin kodlarıyla şekillenen devlet elitleri olmuştur.
4. Gelenek ve modernlik birbirine muhalif söylemler midir? İslamcılar gelenek ve modernlik denklemini doğru bir şekilde formüle edebildiler mi?
Sorunun ilk kısmına ilk soruda cevap verdim sanırım. Modernlik evet esasen gelenekten, geleneksel olandan geleneksel birey, ahlak ve zihniyetten bir kopuşu ifade eder.
Sorunun ikinci kısmına gelince, hangi ülkedeki ve hangi dönemdeki İslamcılar diye sormak gerekir herhalde. Kastedilen Türkiye’deki ve günümüzdeki İslamcılar olmalı galiba. Burada da kendilerini İslamcı gören aydınlar ile İslamcıların İslamcı gördüğü aydın, aktivist, siyasetçi ve hareketler arasında da farklılıklar vardır. Çünkü başkaları tarafından İslamcı olarak görülen aydın, aktivist ve siyasetçilerin bir çoğu kendilerini İslamcı olarak görmezler. Ben sadece kendilerini İslamcı gören aydınlar üzerinden sorunuza cevap vermeye çalışacağım.
Önceki soruda da ifade ettiğim gibi İslami bir hassasiyete sahip Osmanlı aydını, devleti ve toplumu ile daha fazla barışıktı. Devlete, topluma ve tarihe karşıtlık üzerinden kendini kurmuyordu. Günümüz Türkiye’sinde bir kısım İslamcı aydın her üç kavrama ve doğal olarak geleneğe daha mesafelidir. Hatta bazı İslamcı aydınların geleneksel, toplumsal ve tarihsel olana İslamcı olmayan modernist aydınlardan yer yer daha fazla bir karşıtlık içerisinde olduğu söylenebilir.
Türkiyeli bir Müslüman düşünür, akademisyen ve devlet kademelerinde farklı pozisyonlarda bulunmuş bir bürokrat olarak geleneğe, moderniteye, küreselleşmeye ya da başka herhangi bir şeye karşıtlık üzerinden kendimizi kurmanın İslami bir bakış olmadığını düşünmekteyim. Çünkü İslam bana göre herhangi bir şeyin karşıtı ya da antisi değil, bizatihi kendisi bir tez, bir iddia ve bir inşadır. Karşıtlık üzerinden kurulan ya da kurgulanan her düşünce kendisi olmaktan çıkar, ötekinin bakışında/aynasında/karşıtlığında kendini şekillendirerek, başka bir şeye dönüşür. Hz. Adem’den son insana kadar huzur getirme iddiasındaki bir İslam düşüncesi, daha sonra gelişecek her türlü düşünce ve harekete, karşıtlık üzerinden değil, kendi sabiteleri/ilkeleri doğrultusunda yaklaşarak, onların uygun kısımlarını içeren, düzeltilmesi gereken kısımlarını düzelten ve reddedilmesi gereken kısımlarını reddeden ve böylelikle güzelliklerini içererek onları aşan bir perspektifle kendini yenileyerek yoluna devam eder. İhtiyaç duyduğumuz şey, karşıtlıklarda, sığ, dar, mahalli, ulusal, bölgesel bakışlarda evrenselliğini kaybetmiş değil, tüm bu coğrafi konumlanmalarla barışık ama onlara hapsolmayan bir bakışla, dünyanın neresinde olursa olsun, ne olursa olsun, insanlık ailesinin sağduyulu her bir ferdine umut vadeden cihanşümul bir İslam anlayışıdır.
5. Wael Hallaq'ın da üzerinde durduğu gibi İslam, modernleşme dışı bir alternatif olma özelliğini koruyor mu? İslami hareketlerin ya da İslamcıların bu bağlamdaki yetenekleri nelerdir?
Önceki sorularda da işaret ettiğim gibi İslam hiçbir şeyin karşıtı ya da alternatifi değildir. Kendisi bizatihi bir iddia ve inşadır. Böyle bakınca ben doğal olarak İslamı modernleşme de dahil herhangi bir şey ile karşıtlık ya da alternatiflik ilişkisi içerisinde kurgulamıyorum. Modernleşme, küreselleşme, demokratikleşme, sekülerleşme ya da her ne olursa olsun, İslam’ın temel doğruları, pratikleri ve bin yılı aşkın medeniyet birikimi açısından değerlendirilir. Uygun olanlar benimsenir, revize edilecek olanlar düzeltilir ve reddedilecek olanlar da reddedilir. İslam, bir devre ya da topluma ait olan statik, durağan, donuk bir düşünce değildir. Temel doğruları/ilkeleri çerçevesinde İslam düşüncesi her devirde ya da toplumda kendisini yeniden üretir.
Wael Hallaq’ın “İmkansız Devlet Modern Çağda İslam Devleti Niçin Mümkün Değildir” kitabını okumuş ve hakkında bir eleştiri de yazmıştım (şuradan bakılabilir: Wael Hallaq’ın İmkânsız Devlet’i Üzerine görünümü). Makalemi şu yargı ile bitirmiştim: “Çalışma kuşkusuz entelektüel bir çalışma olarak çok değerlidir. Bununla birlikte bu çalışma da Müslümanların uzun yüzyıllara sâri medeniyet pratiğini, bu pratiğin son örneği olan Osmanlı-İslam yaşanmışlığını, 200 yıldır başardıkları ve başaramadıkları ile, İslam-Batı-demokrasi-insan hakları gibi çağdaş tartışmaların en fazla yapıldığı Türkiye gibi ülkelerin tecrübesini görmeyen çalışmaların Müslümanlara pek fazla bir mesafe kat ettiremeyeceği yargımı güçlendirici niteliktedir”
Hallaq’ın modernleşmeye dair yaklaşımını sorunlu buluyorum. Hallaq, çalışmasında modern devletten daha çok ulus devlet eleştirisi yapmaktadır. Çoğu kez örtüşse de modern devlet ile ulus-devleti ve bunlara yönelik eleştirileri birbirinden ayırmak gerekir. Modern devlet her durumda ulus-devlet olmak durumunda değildir. Kıta Avrupa’sında daha çok ulus-devlet formu gelişmişken, Anglo Sakson dünyasındaki devletleri modern devlet olarak tanımlamakla birlikte ulus-devlet olarak tanımlamak zordur. Diğer taraftan küreselleşme süreçleri ile ulus-devlet biçimi belirli oranda aşılırken, bunu modern devlet formu için söyleyebilmek henüz zordur. Hallaq, “İslami yönetim biçimi”ni, çalışmasının neredeyse tamamında, modern devlet merceğinden görmekte/değerlendirmektedir. Ona göre “İslami bir devlet hiçbir zaman var olmadı. Devlet Moderndir”. Bugünün dünyasında tecrübe edilen haliyle modernite de modern devlet de Batı’ya özgüdür. Ama devleti sadece modern görüp onu Batıya özgü görmek sorunlu bir yaklaşımdır. Modern devlet, devlet formlarından sadece birisidir ve tarihseldir. Yapılması gereken modern devleti veri kabul edip ve onu devletin tek formu görmek değil, tersine İslami ve insani yönetim biçimleri üzerinden modern devlet eleştirisi yapmaktır. Değilse, Hallaq’ın, Fukuya-ma’nın, Tarihin Sonu tezine benzer şekilde modern devletin aşılamayacağına olan inancı, küreselleşme yaklaşımından da çıkarılabileceği gibi adeta kutsal bir inanca dönüşüyor. Oysa tarihin mezarlığı, bir dönem aşılamaz görünen inanç ve formlarla doludur.
Kaldı ki modernliğe toptan karşı çıkmak reddiyeci, total ve radikal bir yaklaşımdır. Çoğu kez toptan reddiyeci yaklaşımlar, mümkün olanı imkansızlaştırmanın ötesinde bir işlev görmezler. Ve yine çoğu kez, bu tür radikal yaklaşımlar, makul ve mümkün olanı ortadan kaldırmak için destekleniyor da olabilir.
Diğer taraftan Hallaq, çalışmasında “İslami yönetim biçimi”nden ne anladığını bütün açıklığıyla ortaya koymuş değildir. Eserde İslami yönetim biçimini daha çok şeriatla, İslam hukuku ile açıklama yaklaşımı ağır basıyor. Oysa şeriat İslam’ın tamamı değil, bir rüknü, bir kısmıdır.
Doktorasını küreselleşme üzerine yapmış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki Hallaq’ın küreselleşme yaklaşımı fazlasıyla ideolojiktir ve daha fazla sorunlar içermektedir.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince, tartışmayı sadece İslamcılar üzerinden yapmak yerine daha geniş bir perspektife taşımak açısından İslam düşüncesi düzeyine çıkardığımızda kuşkusuz İslam ve düşüncesi bugünü de yarını da kuracak, bugünün de yarının da küresel insanlık alemine bir vizyon ortaya koyabilecek donanıma fazlasıyla sahiptir. Yeter ki gereksiz karşıtlıklara kendisini hapsederek daraltılmış dehlizlerde yolunu kaybetmesin. Bu bağlamda daha önce yazdığım birkaç makalelik bir yazı dizinin başlığını hatırlatarak bu soruya verdiğim yanıtı sonlandırayım: “Batı’ya Dair Nasıl Bir Konumlanma?”
Başlığa dikkat buyrulsun, Batı karşısında değil Batı’ya dair nasıl bir konumlanma..
6. Modernleşme ve emperyalizm arasında ne tür bir bağ vardır? Bu bağlamda Osmanlı ve Türkiye modernleşmesi bu süreçten ne kadar etkilendi? Türk modernleşmesinin ayırt edici özellikleri nelerdir?
Modernleşmeyi bir süreçten, modernizm gibi bir akıma, düşünce ve ideolojiye taşıdığımızda kuşkusuz emperyalizm ile arasında bir ilişki vardır. Yine yukarıda yaptığımız modernleşme tanımına dönersek tanımın içerdiği sanayileşme, eğitim, ulus-devlet gibi unsurlar sadece ülkelerin iç işleriyle ilgili değil emperyal uzantıları da olan unsurlardır. 1. ve 2. Dünya savaşının en önemli nedenlerden biri emperyal ülkelerin sanayileşme rekabetinde ön alma çabalarıdır. Keza bugün eşiğinde olduğumuz 3. Dünya savaşının en önemli unsurlarından biri yine budur. Batılaşmanın en önemli taşıyıcı ve aktarıcı unsurlarından biri eğitimdir. Modernleşme ile gelen ulus-devlet anlayışı Osmanlı İmparatorluğu gibi ulus-üstü devletler için oldukça parçalayıcı olmuştur. Bugün emperyalizmin yayılma coğrafyalarına bakıldığında, ülkeleri parçalamak için kullandıkları en önemli araç ya da gerekçelerden biri ulus-devlet yaklaşımıdır. Bu amaçla, emperyal niyetler doğrultusunda, önce bir ulus yaratılmakta, o insanların asırlarca birlikte yaşadıkları komşuları ötekileştirilmekte ve sonra devletine kavuşması için o ulus desteklenmektedir. Avrupa Birliği ya da ABD’de ulus-devlet yaklaşımları desteklenmez ya da tam tersine daha fazla birlik yönünde politikalar teşvik edilirken, başka ülkelerde daha fazla ayrışma, daha fazla ulus temelli devletlerin kurulması teşvik edilmektedir.
Bütün bunlarla birlikte modernleşmenin emperyalizm ürettiğini söylemekten ziyade, emperyalist ülkelerin amaçları ve sahip oldukları kapasiteleri açısından modernitenin imkanlarını çok daha iyi kullandıklarını söylemek sanki bana daha doğru görünüyor.
Türk modernleşmesinin ayırt edici özelliklerine gelince, bunun lineer bir çizgi izlemediğine Osmanlı modernleşmesinin daha eklektik, seçici olduğuna, Cumhuriyet döneminde, daha doğrusu tek parti döneminde ise modernleşmenin esasen tam bir Batılılaşmaya hatta bunun da ötesinde baskıcı bir modernliğe dönüştüğüne galiba yukarıda değinmiştik.
Batı karşısında geri kalmış olmaya bir çözüm arayışı olarak başlayan Osmanlı Modernleşmesi seçmeci davranarak daha çok askeri ve teknolojik alanda modernleşmeye kapı aralarken kültür ve medeniyet alanında görece daha muhafazakâr bir tutum sergilemiştir.
Osmanlı modernleşmesine bakıldığında, hilafet ve Şeyhülislamlık gibi kurumlar varken demokrasiye geçilmesi ve 1877’da ilk seçimlerin yapılması çok dikkat çekici bir durumdur. Hilafeti ve demokrasiyi aynı anda yürütme çabası son derece özgün bir çabadır. Belki de bu nedenle demokrasi, insan hakları gibi kavramlara Türkiye’de Osmanlıdan bugüne hemen hemen hiçbir karşıtlık söz konusu olmamıştır. Batı’nın demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi kavramları/değerleri araçsallaştırdığı, işgal ve sömürü politikalarının bir aracına dönüştürdüğü coğrafyalarda Batı karşıtlığı aynı zamanda bu kavramlara da karşıtlığa dönüşmüş iken Türkiye’de böyle bir durum oluşmamıştır. Siyasal bir karşılığı olmamasına rağmen tek parti döneminde seçimlerin biçimsel olarak bile olsa sürdürülmesinin bir nedeni de Osmanlı döneminde başlayan güçlü seçim geleneğidir.
Erken Cumhuriyet döneminde ise karşı karşıya kalınan şey modernleşme değil en kaba ve baskıcı haliyle Batılılaşmadır. Sinan Çetin’in kısa film olarak çektiği “Mutlu ol, bu bir emirdir” filmi, gerek tek parti döneminde klasik Türk müziğinin bile yasaklanmasına ve gerekse Türk toplumunun bu baskıları evrimci bir metotla nasıl aştığına dair çok güzel bir örnektir. Bu kısa film Osmanlıdan bugüne Türk modernleşmesinin kısa tarihi olarak da görülebilir. Erken Cumhuriyet döneminde dayatılan Batılılaşma toplum tarafından büyük oranda benimsenmemiştir. Bu benimsememe halini bir çatışma, bir karşı devrim olarak değil bir evrim, devleti sahiplenip baskıcı yöneticilerin geçici olduğu bilinci ile uzun erimli bir stratejik sabır şeklinde gerçekleşmiştir.
İslam dünyasındaki baskıcı rejimler ve bu rejimlere karşı çıkışlar düşünüldüğünde belki de Türk modernleşmesinin en ayırt edici vasfı, bir model olarak görülmek istenirse en önemli unsuru, toplumun sürekli meşruiyet sınırları içerisinde kalarak, devrimci değil evrimci bir yöntem ve stratejik sabırla zorlukları aşma çabasıdır.
Türkiye’de topluma ve onun geleneklerine uzak modernist, tepeden inmeci, tepeden düzenlemeci, ideolojik aydınlardan farklı olarak toplumun modernleşme ile ilişkisine bakıldığında bu ilişkinin bir karşıtlık ya da teslimiyet üzerinden değil bazılarının pejoratif bir biçimde, küçümseme ve aşağılama amacıyla kullandığı şekilde “ala turka” yani farklı modernlikleri bir arada yaşatan, dualistik bir yapıya sahip olduğu, kısmen seçmeci bir tutum sergilediği söylenebilir. Bu tarzın toplumu aşırılıklardan, radikal hareketlerin öngörülemezliğinden koruması, görerek/deneyimleyerek bir değişime kapı aralaması, hızlı ve ani değil tedrici ve uzun erimli bir değişime imkân sunması, farlılıkları bir arada yaşatabilme potansiyelini artırması açılarından sağlıklı buluyorum. Bu satırları dün yani 31 Aralık 2024’te yazmaya başlamıştım. Bugün de 1 Ocak 2025. Türkiye’de bir taraftan modernleşme süreçleri ile uyumlu olarak 1 Ocak resmi tatil ilan edilip yılbaşı kutlamaları yapılırken, yeni yıla dair iyi niyet dilekleri dile getirilerken aynı günün sabahında İstanbul’da, Galata Köprüsünde “Dün Ayasofya, Bugün Emevî, Yarın Aksa: Bir Güneş Doğuyor” mitingiyle, Filistin’e destek vermek; İsrail’i protesto etmek için yüzbinlerce insan sabah namazı sonrası mitinge katılabiliyor.
Bence Türk modernleşmesinin olgun taraflarından biri de bu olsa gerek.
Doğrusu bu söyleşi modernleşme, İslamcılık, Batı, İslam dünyası, sekülerleşme, küreselleşme gibi her biri birer uzun tartışma konusu olan çok kapsamlı adeta “all in one” bir söyleşiye dönüştü. Bu kadar uzun ve kapsamlı bir söyleşiyi okuyacak ne kadar okur bulursunuz bilemiyorum ama bu soruya da dilimizin döndüğünce cevap verelim.
Yine tanımdan hareket edersek modernleşme süreçleri ile belirli bir sanayileşme, kalkınma, teknoloji, herkesin daha fazla ulaşabildiği bir eğitim ve bütün bunlarla birlikte gelen bir maddi refah artışına işaret edilebilir. Maddi refah artışı kuşkusuz belirli bir oranda dünyevileşmeyi ve/veya sekülerleşmeyi de beraberinde getirmektedir. Ama sekülerleşmenin dini değerleri ortadan kaldıracağı iddiasına ya da inancına hiçbir şekilde katılmıyorum. Bu iddia bana 19. yüzyılda pozitivizmde ve Fransız aydınlanmasında yansımasını bulan “aydınlanmış akıl” ile dinlerin ortadan kalkacağı iddiasını çağrıştırıyor. Kuşkusuz bu gelişmelerin çok ciddi yıpratıcı ve bozucu etkisi olmuştur. Ama geldiğimiz noktada bu beklentinin gerçekleştiği bir dünyada yaşamadığımız aşikâr. Bugün en katı pozitivist bile 19. ve 20. yy’daki pozitivistlerin beklentilerinin çok uzağında.
Bu noktada sekülerleşme ve laiklik arasında bir ayrım yapmak gerek. Ben laikliği daha çok Fransa merkezli kıta Avrupasında görülen din-toplum-devlet ilişkilerinin düzenleniş biçimiyle, sekülerliği ise Anglo-sakson geleneğiyle daha fazla ilişkilendirenlerdenim. Fransız devriminin, Fransız rasyonalitesinin ve Fransız tipi aydınlanmanın etkisiyle Kıta Avrupa’sında laiklik adeta yeni bir din gibi algılanmış, belki de başka dinlerde olmayacak bir katılıkla, devrim sonrasında yeterince “aydınlanmış” görülmeyenler (aydınlanmaya yeterince inanmış görünmeyenler demek daha doğru olurdu galiba) giyotinlere gönderilmiştir. Kıta Avrupası’ndaki devrimci ve karşı devrimci gelenekle din-devlet ilişkileri bir karşıtlık üzerinden kurulmuş ve kurgulanmıştır. Bu durumun bir yansıması olarak Kıta Avrupası’ndaki laiklik uygulamalarıyla, din sadece siyasal alanın değil, kültürel, akademik, düşünsel, toplumsal.. hayatın her türlü alanının dışına çıkarılarak bireylerin ruhuna ya da özel alanına hapsedilmek istenmiştir. Türkiye’de bir dönem uygulanan katı ya da militer laikçilik de maalesef Kıta Avrupası’ndaki uygulamaların bir yansımasıdır.
Anglo-sakson ülkelerine baktığımızda ise sekülerlik olarak adlandırılan bu ülkelerdeki din-toplum-devlet ilişkileri Kıta Avrupası’ndaki gibi bir karşıtlık üzerinden devrimci bir yöntemle değil evrimci bir yöntemle gelişmiştir. Belki de bu durumun bir yansıması olarak Anglo-sakson ülkelerinde Fransız devrimi gibi Alman Nazizmi gibi İtalyan Faşizmi gibi köklü ve kanlı devrimler/ideolojiler pek görülmez. Bu nedenle olsa gerekir ki bu ülkelerdeki din-devlet ilişkileri Kıta Avrupası’ndaki kadar net bir biçimde ayrışmış değildir. İngiliz Anglikan Kilisesi’nin resmi başkanı İngiltere Kralıdır. Amerikan dolarının üstünde “We trust in God” (Biz Tanrıya güveniriz) yazar. Amerikan devlet başkanları ülkedeki en yüksek dini otoritenin önünde İncil’e el basarak ve yemin ederek göreve başlarlar. Amerikan kurumlarında, üniversitelerinde ve ordusunda kurumlarla din görevlileri el ele ve iç içedir. Kıta Avrupası’nın laiklik anlayışında dini olan her şeyin mümkünse her alanda reddedilmesi söz konusu iken, Anglo sakson ülkelerindeki sekülerlik anlayışında dini olanın her alandan dışlanması değil dini olanın topluma dini gerekçelerle tahakküm etmemesi söz konusudur. Bu durumun bir yansıması olarak hayatın her alanında din özgürlüğü ya da dini pratikler rahatlıkla görülebilir.
Esasen laiklik ya da sekülerlik temellendirilirken, olması gereken açısından bakıldığında şu üç gerekçeyle temellendirilir:
-Devletin meşruiyetini dinden almaması, kuralların dine dayalı olarak belirlenmemesi, devletin ve dinin ayrı ayrı örgütlenebilmesi.
-Devletin dinler karşısında tarafsız olması
-İnanç özgürlüğü
Özellikle Osmanlı-İslam pratiğine baktığımızda, gerek farklı dinlerin özgürce örgütlenebilmeleri, bu dini örgütler karşısında devletin tarafsız olması ve gerekse inanç özgürlüğü açısından, bugün pek çok laik devletten çok daha ilerle uygulamalara şahit olmaktayız.
Benim kişisel olarak İslam ve sekülerlik arasındaki ilişkiye bakışım ile İslam ve demokrasi ya da İslam ve modernleşme arasındaki ilişkiye bakış açım arasında çok büyük farklılık yoktur. Usulünce uygulandığında İslam’ın gerek teorik ve gerekse pratik olarak sekülerlikten beklenen muradı fazlasıyla sağladığını düşünenlerdenim. Sekülerlik açısından da bakıldığında, İslam’ın temel doğru ve ilkeleri çerçevesinde değerlendirilerek uygun olanlar benimsenebilir, revize edilmesi gerekenler düzeltilir ve yanlış olanlar elbette reddedilir.
Bitirirken Hz. Mevlana’nın pergel metaforuna ben de işaret edeyim. Pergelin bir ayağı olarak İslami kaidelerimiz, görüşlerimiz, pratiğimiz, tarihimiz ve medeniyetimiz çerçevesinde yere sağlam basabiliyorsak, farklı kavramlara doğru seyahat etmenin, farklı kültürel ve düşünsel iklimlere doğru yolculuk yapmanın hiçbir sakıncası yoktur. Hatta İslam’ın verdiği bir özgüven ve sorumlulukla sıklıkla bu tür yolculuklara çıkmalıyız. Sahip olduğumuz İslami birikim, donanım ve sorumlulukla küresel bilgi havuzuna kendi anlam dünyamızdan daha fazla bilgi, katkı ve teklif sunmalıyız. Bu doğrultuda olabildiğince kendi anlam dünyamızdan çağdaş sorunlara çözüm sunacak kavramlar üretmeliyiz.
Eskinin (ABD eksenli Batı medeniyetinin) çekilmekte, yeninin (Çin?, Hindistan?) henüz doğmadığı bir küresel alacakaranlık çağında, küresel insanlığa dair bir iddiamız bir teklifimiz varsa, bu teklifi sunmak için zaman, bugün değilse ne zaman?
İçimizdeki akıl sahipleri, alimler, entelektüeller, tam da herkesin yeni bir bakış, yeni bir teklif, yeni bir çıkış beklediği, içinde yaşadığımız bu küresel alacakaranlık çağında bence şu üç soruya acilen cevap verip insanlığa sunmalıdırlar:
- Böylesi bir alacakaranlık çağında İslam’ın gerek Müslümanlara ve gerekse küresel topluma yönelik bir iddiası, bir teklifi var mıdır? Varsa nedir? İslam küresel insanlığa ne sunuyor? Küresel insanlık fertleri ve ailesi, İslam’ın bu teklifine neden kulak kabartsın?
- İslam, varsa, bu teklifini nereden sunuyor? Küresel insanlığın belirli oranda Batı medeniyetinin geliştirdiği evrensel değerler, sözleşmeler, kurumlar ve kurallar karşısında, bütün bunlara teslim olan ya da bütün bunları reddeden bir yerden mi teklifini sunuyor?
- İslam, varsa, bu teklifini ne üzerine, nasıl bir varsayım ya da ontoloji üzerine sunuyor?
Özetle, İslam/Müslümanlar bugünün küresel alacakaranlık çağında insanlığa ne sunuyor? Nereden sunuyor? Ne üzerine sunuyor?
Bence bugünün Müslüman alimlerini, entelektüellerini, dert sahiplerini bekleyen acil sorunlar bunlardır.
Ve vakit tam da bu sorulara cevap verme vaktidir.
Cumhurbaşkanımızın sürekli tekrar ettiği “Dünya beşten büyüktür” mottosu esasen küresel düzene, süreçlere ve gelişmelere dair bir pozisyon alıştır. Ama pozisyon alış sadece bir başlangıçtır. İçeriğini alimlerimizin, entelektüellerimizin, akademisyenlerimizin ve benim de sözüm var diyen herkesin çok kapsamlı ve çok katmanlı olarak doldurması gerekir.
Sözlerimizi böyle bir teklifi ortaya koymaya davetle, Garaudy gibi “yaşayanlara bir çağrı” ile bitirmiş olalım.