Adem Ceylan: Modernite dışı bir alternatif olarak İslam her yönüyle varlığını koruyor

  • Paylaş:
  • Tarih: 26 Ocak 2025     Y: Adem Ceylan    Yazdır
img
Adem Ceylan: Modernite dışı bir alternatif olarak İslam her yönüyle varlığını koruyor

İslamcılar gelenek ve modernlik denklemini doğru bir şekilde formüle edebildiler mi? Modernleşme ve emperyalizm arasında ne tür bir bağ vardır? Türk modernleşmesinin ayırt edici özellikleri nelerdir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Modernleşme" dosyasında Adem Ceylan'a sorduk.

1. Modern, modernite, modernleşme ve modernizm gibi aynı kökten üretilen birçok kavram bizim zihin dünyamızı oldukça meşgul etmekte. Bu kavramların ve modernleşmenin tarihi arka planı hakkında ne söylemek istersiniz.  Bu bağlamda modernleşmenin Batı tarihinde bir kesitle özdeşleştirilmesi ve farklı modernleşme türleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Birbiriyle aynı anlama geliyormuş gibi görünen bu kelimelerin her birisi için aslında birçok farklı tanım yapılabilir. Aslında bu kelimelerin hiç birisinin tanımı hususunda bir ittifaktan bahsetmekte mümkün görünmüyor. Sosyal bilimlerde neredeyse üzerinde ittifak edilen hiçbir tanım yoktur desek abartmış olmayız. (İttifak edememe durumu kötü bir şey midir bu ayrı bir tartışma konusu olduğu için oraya çok fazla temas etmeyeceğim.) Bu kavramların  her ne kadar üzerinde ittifak edilen tanımları yoksa da bu üzerinde konuşulabilecek ortak bir zeminin olmadığı anlamına da gelmez.

Şimdiki zamana ait, şimdi anlamına gelen ‘moderne’ kelimesinin Latince modus “tarz, usul, ölçü” sözcüğüyle modernus “adaba ve usule uygun, ölçülü, zamana göre” sözcüğünden türetildiğini sözlüklerden öğrenebiliyoruz. Batının belirli bir döneminde yaşadığı ve geçmişten farklı bir tecrübe olduğunu ortaya koymak için müracaat ettiği bu kavram süre içerisinde ideolojik bir forma da bürünmüştür. Rönesans ve Reform hareketleri ile başlayan, Sanayi Devrimi, bilimsel devrimler, Fransız Devrimi ve sekülerleşme gibi birçok olgu ve süreçle iç içe geçişle şekillenen, Avrupa'da geleneksel paradigma ile keskin bir kopuşu ifade eden tarihsel döneme modernite diyebiliriz. Aydınlanma sekülerizm gibi kavramlarla beraber anlamamız gereken modernite önceki kültürel bağları çözen, özellikle batı dışı toplumların başa çıkmakta zorlandıkları bir sürecin adıdır. Bir yandan modernite kavramsallaştırması kendisinden öncesinden paradigmal kopuşu ifade ederken başka bir yandan da yeni bir toplumsal hafıza üretilmek istenmiştir. Bir yandan kopuşa vurgu yapılmışsa da başka bir yandan özellikle Yunan-Roma kökü tekrar yeniden okumaya tabi tutulmuştur. İlerleme, yenileşme gibi büyülü kelimelerin gölgesinde dallanan kavram A. Giddens’ a göre “17. yüzyılda Avrupa'da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimidir”

P. Berger'e göre “Batının kendi üstünlüğüne inanmasını sağlayan bir zihniyet oluşumudur.” (Giddens, 2012: 11), Bauman'ın benzetmesiyle modernite; doğal kültürlerin bahçe kültürüne dönüşme sürecidir.

Modernitenin, insanlığın o güne kadar yaşadıklarından farklı bir inanma, bilme düşünme ve yaşama biçimi olduğu söylenegelmektedir. Şimdiki zamandan geriye doğru bakıldığında, öne çıkan paradigma açısından; modernliğin, insanlık tarihinin yaşanmış bütün tecrübe ve birikimlerine meydan okuyan ve onları alaşağı eden yeni bir insanlık durumuna denk geldiği iddia edilebilir.

Aydınlanmanın neyi aydınlattığı sorusunu bir kenarda tutarak moderniteyi dört ana sacayağı üzerine oturtabiliriz: hümanizm (özerk ve özgür birey), sekülarizm, rasyonalizm ve pozitivizm (deneysel tecrübeye dayalı bilimsellik, evrim düşüncesi, ilerlemecilik). Böylece modernite büyük dönüşüm sonrasında ortaya çıkan durumu kutsayanların kutsadığı şeyin ardında yatan zihniyeti betimleyen bir söylem biçimi olarak kabul edilir. Bu düşünce ve söylem biçimi sadece modern durumun gerektirdiği itikatlara bağlı kalmaya indirgenebilir. (Aktay, 2015) Modernite de aydınlanma düşüncesi gibi içkin, insan (bedeni) üstüne kurulu, başta Tanrı olmak üzere otorite bağlılığını sarsan bir düşünce sistemidir.

Yukarıda da temas ettiğim modernitenin merkezi kavramlarının bazı ilave kavramlarla kapitalizm, ateizm ve milliyetçilik gibi geniş bir kavram paketinin yüklü olduğu bu yeni paradigmanın bütün toplumlara ihraç edilmesi- dayatılması ideolojisine de modernizm diyebiliriz. Modernite batıda gerçekleşen bir süreçken modernizm batının ürettiği değerleri dünyanın geri kalanına dikte etmek modernleşme de batı dışı toplumlarla ilgili bir kavramdır. Modern olana ulaşma adına batı dışı toplumlardaki yenileşme hareketlerine ise modernleşme denebilir. Bu farklılıklarıyla modernite ve modernizmin batı orijinli olduğunu ve tek bir kaynağının olduğunu modernleşmeninse birden fazla olduğunu belirtebiliriz. Türk modernleşmesi ile Japon modernleşmeleri ve tecrübeleri birbirinden farklı iken bir modernleşme programının bile kendi içinde birbiriyle çelişen farklı dönemleri olabilir. Coğrafyamızın son birkaç yüzyıldır yaşadığı serüven en yukarıda “Türk Modernleşmesi” olarak isimlendirilebilirken “Osmanlı modernleşmesi” “Kemalist modernleşme” veya “muhafazakâr modernleşme” gibi farklı tanım ve süreçlerden bahsedilebilir.

Yasin Aktay’dan ilhamla modernizmin aydınlanma iddiası aslında bir vehimdir. Ve bu vehmin gerçekliğine insanlığı ikna etmek için dünyanın geri kalanının karanlıkta kalmasına rıza gösterilen hatta talep edilen bir aydınlanma vehmi.

Meseleyi fazla detaya boğmadan Avrupa’nın kendi tarihi serüveni içerisinde anlamlı kabul edilebilecek bazı itiraz ve düşüncelerin süre içerisinde oluşturduğu yeni kurumsallıkları sömürgecilikten bağımsız olarak okumanın travmatik neticelerinin olduğunu belirtmek isterim. İlerlemenin bir mitosa dönüşerek mağlup bütün toplumların galiplerine benzemek için hizaya girdikleri farklı modernleşme hikayelerinin toplumsal hafızalarda oluşturduğu derin oyukların kapatılabilmesi için ciddi bir hatırlamaya ihtiyaç var. Her toplumun modernleşme hikayesinin farklı olduğunu yukarıda belirtmiştik. Türk modernleşmesinin ilk evresi kabul edilen Osmanlı modernleşmesinin özellikle mağlubiyeti ortadan kaldırmaya dönük evvelen askeriyede başlayan bir süreç olduğu ehlinin malumudur. Yapılan değişikliklerin galibiyet neticesi vermediği görülünce de Osmanlı kurumsallığının batılılaşması gerektiğine inanılmıştır. 3. Selimle başlayan serüvenden cumhuriyete kadar farklı tonlarda devam eden bu süreci Osmanlı yöneticileri kurumsal düzeyde tutmaya özen göstermişler daha doğrusu modernleşme için halkın inanç ve yaşantısının değişmesi gerektiğini düşünmemişlerdi. Osmanlı modernleşmesi ile Kemalizm’in uygulamaya koyduğu modernleşme programı arasındaki en bariz farkta burada düğümlenir. Kemalist elitler Osmanlı modernleşmesinin istenen neticeyi vermediğini, istenen neticenin elde edilebilmesininse ancak toplumun inanç, değer ve kültürünün de değişmesiyle mümkün olacağına inanmışlardır. 1924-1945 arası yaşanan ve toplumsal hafızanın acılarla şekillenmesine yol açan sürecin asıl motivasyonu budur. 1945 sonrasından bugüne yaşanan siyasal programların da Türk modernleşme serüveninin bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Bu sebeple farklı tonlarda da olsa bazen kırılmalarla bazen iç içe geçişlerle devam eden bu sürecin neredeyse son seksen yılının muhafazakâr bir modernleşme programı uyguladığı kabul edilmelidir. Bu cümleyi yaşadığımız paradoksun bir itirafı olarak da ifade edebiliriz. Kendisini inkâr etmekle ortadan kaybolması mümkün olmayan moderniteyi Habermas ve Giddens gibi her ne yaparsak yapalım her ne proje uygularsak uygulayalım tamamlanmamış bir modernlik projesinin mütemmim bir cüzü olacağız demiyorum. Geniş muhafazakâr kitlelerin içinde bulunduğumuz tablonun bir ideoloji olarak modernizmle yüzleşme olmadığını fark etmediklerini belirtmek isterim.

2. İslam dünyasının modernleşme ile olan hikayesini nasıl okuyorsunuz? Bugün bu hikâyenin neresindeyiz?

İslam dünyası terkibinin yekpare bir coğrafyayı imlemediğini belirtmem gerekir. Daha önce aynı siyasal yönetimler tarafından idare edilen Müslüman halkların son yüzyılda hem siyasal bilinçlerinde hem de asabiyelerinde ciddi değişimler meydana geldi. Dolayısıyla İslam dünyasının modernleşme hikayesinden bahsederken her bir İslam ülkesinin kendisine mahsus bir tecrübesinin olduğunu belirtmek gerek. Bu önemli detaya rağmen Arap Baharı sonrasında batılı devletlerin gösterdiği refleksin Aksa Tufanı’yla inkârı mümkün olmayan bir tavrı ortaya çıkarması İslam dünyasının modernitenin bagajında olan tüm kavram setine karşı güçlü bir sorgulama sürecini tetikledi. Post modern düşünürlerin modernlikle alakalı tüm sorgulamalarının günün sonunda modernitenin kendini restore etmesine yaradığı birçok isim tarafından ifade ediliyor. İslam dünyasında şu an nüve halinde bulunan sorgulama sürecinin çok uzak olmayan bir zaman diliminde Batı modernleşmesinin zorunlu neticesi gibi kabul edilen Batılı hegemonyanın sonunu getireceğini ifade edebiliriz.

3. İslami Hareketler ve İslamcılar ile modernleşme arasında kurulan ilişkiler ve çatışma noktaları hakkında oluşan literatür hakkında sizin kanaatleriniz nelerdir? İslamcıların İslam dünyasındaki modernleşmenin ana aktörü olduğu İslamcılığın da modernleşmenin bir sonucu olduğu söylemi hakkında siz neler düşünüyorsunuz?

İslamcılarla İslami hareketleri ayrı ayrı cevaplamak isterim. İslamcılar olarak kabul edilen aydın-alimlerin Tanzimat dönemi isimleri olduğunu kabul ederek cevaba başlayabiliriz. Birinci nesil İslamcılar olarak kabul edilen bu isimlerin düşünce dünyaları itibariyle homojen bir görünüm arz etmediklerini bilmekte fayda var.  Bu fark özellikle modernitenin temel tezleri ve bu tezlerin İslam ve İslami ilimlerle ilişkisine dair takınılan tutumda belirgin hale geliyor.

Aydınlanmanın insanı merkeze alan düşüncesinin ilerleme mitinin İslam’ın ilerlemeye mania oluşturduğuna dair tezine karşı verilen cevapların evhamla yüklü olması dolaylı da olsa bu dönem İslamcılarının üzerinde etki ettiğini ortaya koyabilir. 19. yüzyılın son çeyreğiyle yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde modernizmin zirve dönemini de yaşıyor olmasının etkisiyle bazı İslamcıların modernist bir çizgiye savrulduklarını da kabul etmemiz gerekiyor. Bazı isimlerin modernist olmamakla beraber hakim rüzgarın etkisiyle bazı olayları yorumladıklarını da belirtmem gerekir.

İslam dünyasında tabiri caizse şemsiye vazifesi gören Hilafetin ilgası ile yağmur damlalarını yüzünde hisseden Müslüman halkların verdiği ilk ve en anlamlı cevap İslami hareketleri üretmek oldu. 1928 yılında kurulan İhvanı Müslimin hareketinin ve akabinde birçok İslam ülkesinde kurulan hareketlerin kuruluş tarihlerinin kelime anlamıyla modern bir tarihe denk gelmesinden yola çıkarak İslami hareketleri modern olmakla itham etmek şark kurnazlığıdır. Sömürge dönemi ve sonrasında İslam dünyasının bağımsızlaşması için ortaya çaba koyan İslami hareketlere paralel biçimde bu harekelerin aydın kadrolarının birçok çaba ortaya koyduğu bilinen bir husustur. Başta Mevdûdi’nin ürettiği İslam devleti kavramsallaştırması olmak üzere yeni bir literatür oluşmuştur. Bu literatürle ilgili bugün yapılan modernleştiricilik iddiasının temelsiz ve merhametsiz bir iddia olduğunu Mevdudi’den Kutub’a, İkbal’den Şeriati’ye İslam dünyasının ikbaliyle alakalı derdi olan mütefekkirlerin ortaya koyduğu çabaların insan mamülü olduğu ve bir kısım nakısalarının olduğu da kabul edilmelidir.

Modern ulus devlet içerisinde kurulması tahayyül edilen bir İslam devletinin moderniteyi tekrar edeceği tezinin üzerinde kafa yormayı gerektirmekle birlikte bu tezin İslam dünyasını içinden çıkılamaz kısır döngüye mahkûm ederek moderniteyi son durak olarak işaret etme ihtimali de vardır.

İslamcıların modernleşmenin ana aktörü olduğu düşüncesi, modern dönemlerin en önemli aktörü olduğunu iddia ediyorsa bu iddia doğrudur. Fakat İslamcıların modernleşme tezinin truva atı olduğunu iddia ediyorsa yanlıştır.

İslamcıların modernleşmenin bir sonucu olduğu düşüncesiyle alakalı da birkaç cümle kurulabilir. Tarihi dönemlere ayırmak fikrinin de aslında aydınlanmayla yaygın hale geldiğini bilmek gerek. İslamcılar olarak işaret edilen zümrenin aslında yaşadıkları zamanın problemine çözüm üretmekle mükellef olan bir alim sorumluluğuyla şimdi(modernus)nin problemlerine çözüm aramaya çalıştıklarını, yüzyıllar boyunca ulemanın gündemini meşgul eden meselelerin Müslüman ontolojiyi tehdit etmekten daha ziyade epistemolojik problemler olduğu İslamcıların kafa yorduğu probleminse İslami epistemoloji ile ontolojik zemin arasında büyük bir yarık oluşturduğunu bu yarığın oluşmasında siyasetle ilgili meselelerin etkisinin de bariz olduğu görülmelidir. Farklı zamansallıklarda, ilgilenilen meselelerin değişmesi kadar doğal ne olabilir. Bu yönüyle modernleşmenin neticesinde oluşan problemleri çözmeye çalışan insanları ilzam etmek olsa olsa acziyyetten kaynaklanmaktadır.

4. Gelenek ve modernlik birbirine muhalif söylemler midir? İslamcılar gelenek ve modernlik denklemini doğru bir şekilde formüle edebildiler mi?

Düşman kardeşler… Bu soruya esprili bir cevapla giriş yapabiliriz. Soruya mevzu kelimeleri kavramsal düzeyde incelediğimizde birbirlerine muhalif kavramlar gibi görünse de gelenek kavramının da modern bir kavram olduğunu fark ediyoruz. Tabi ki bu kelimenin işaret ettiği şeyin modern olduğu anlamına gelmiyor. Toplumsal hafızanın inşasında derin izler bırakmış, etki gücü yüksek bir miras olarak gelenek de tıpkı ehli sünnet kavramında olduğu gibi (ehli sünnetin bir mezhep olmayıp mezhep ve düşüncelerin aktığı ana yatak olması anlamında) birçok eylemin aynı anda aktığı geniş yatak olarak nitelenilir. Geleneğin birçok farklı tanımının yapılmış olması bir kafa karışıklığına yol açmış olsa da sorunun ilk kısmında modernitenin tanımladığı gelenekle ikinci kısımda ki geleneğin aynı olmadığını belirtmek isterim. Modernliğin değişime ve gelişime kapalı olmakla tanımladığı gelenek anlayışını bir kenarda tutarak tarihi mirasın ayniyle bugün tekrar etmesi gerektiğini varsayan gelenekçi anlayışın İslamcıların gelenekle sağlıklı ilişki kurmalarının önündeki en önemli engel olduğunu söyleyebilirim. İslamcıların gelenek ve modernlikle kurdukları ilişkinin nasıllığını İslamcılıkları dönemselleştirerek izah edebiliriz. Kavramın kullanıma girdiği ilk dönem İslamcılarının içerisinde bulundukları tarihsel şartlarda İslam dünyasının içerisinde bulunduğu mağlup-zayıf durumdan kurtulmak için harcanan mesainin çıktılarından olan İslam’ın ilerlemeye mâni olmadığı düşüncesi modernliğin ontolojik temellerinin tahlilinde eksik kaldı. Ayrıca İslamcılığın öze dönüş ve içtihat çağrısının bazı İslamcılarda aksülameli geleneği bir yük olarak görmek şeklinde oldu. Yukarıda da ifade ettiğim gibi İslamcılığı farklı dönemler ve farklı kişiler üzerinden okuduğumuzda aksülamelin aynı olmadığı ortaya çıkacaktır. İki asra yaklaşan İslamcılık serencamının modernlik ve gelenekle ilişkisini en sağlıklı şekilde formüle edebilenlerin İslamcı fikriyatı hayatın süzgecinden geçirme tecrübesine sahip olan İslami hareketler olduğunu ifade edebiliriz. Bu ilişkinin serüvenine dair özellikle Türkçeye türcüme edilen eserlerin seyri üzerinden de göz atabiliriz. 80 sonrası tercümelerde bir yandan dinin temel metinleri tercüme edilirken bir yandan tarihselci- modernist metinler bir yandan da tradisyonalist (gelenekselci) metinler tercüme edildi. Bu belki de İslamcılığın haddi zatında bir arayış olmasından kaynaklanıyor. Vahyin başlangıcından İslamcılığın ibtidasına kadar tecrübe dilmemiş durumlar karşısındaki ümmetin şaşkınlığını gidermek için harcanan bu çaba içerisinde eksiklikler barındırsa da hala bugün istifade edebileceğimiz derinliği de sahip.

5. Wael Hallaq'ın da üzerinde durduğu gibi İslam, modernleşme dışı bir alternatif olma özelliğini koruyor mu? İslami hareketlerin ya da İslamcıların bu bağlamdaki yetenekleri nelerdir?

    Modernitenin önemli çıktılarından olan (ulus) devletin temellerinin İslam’ın özüyle çatıştığını dolayısıyla modernite içerisinde İslami bir devletin mümkün olamayacağı düşüncesi ile Taha Abdurrahman’ın “modernliğin batılı görünümün yanlış bir görünüm olduğu ve moderniteyi ortaya çıkaran özün aslında İslam’da mevcut olduğu dolayısıyla bu özün sağlıklı bir formunun mümkün olduğu” düşüncesi üzerinde çokça müzakere etmemiz gerekiyor. Modernite dışı bir alternatif olarak İslam her yönüyle varlığını koruyor. Fakat Modernliği şimdi anlamında kullandığımızda İslam adına ortaya ne koyarsak koyalım onun bugün gerçekleşeceğinin de farkında olmamız gerekiyor. İdeolojilerin öldüğü, tarihin sonunun geldiğine inanıldığı bir vasatta İslami hareketlerin toplumu ve dünyayı etkileme gücü artıyor. Röportajı yaptığımız bu günlerde Suriye’de yaşanan büyük değişim ve Gazze’de yaşanan ateşkes; kendi aydınlığı için tüm dünyanın karanlıkta kalmasına rıza gösteren Batı modernliği için tehlike çanlarının yüksek sesle çaldığı anlamına geliyor. İslami hareketler yaşadıkları coğrafyanın sosyolojik dokusuyla mütenasip refleksler üretmeyi başarabilirlerse modernite dışı bir model ortaya koyabilecekler. İslami hareketlerin henüz tecrübi ve ekonomik alt yapıları küresel statükoyla uzun erimli mücadele gücüne sahip değil fakat yukarıda temas ettiğim refleksleri kazanabilirlerse potansiyel halde bulunan kabiliyet somut hale gelebilir. Burada özellikle ümmet dayanışması fikrinin yaşanılan zorlukların aşılmasında ciddi açılımlar sağlayacağı da unutulmamalıdır. Nüfus ve dinamikleri itibariyle İslam dünyasının müstebit idarelerden kurtulduğunda bilkuvve halinde bulunan birçok istidadın yeteneğe dönüştüğüne şahitlik edeceğiz.

6. Modernleşme ve emperyalizm arasında ne tür bir bağ vardır? Bu bağlamda Osmanlı ve Türkiye modernleşmesi bu süreçten ne kadar etkilendi? Türk modernleşmesinin ayırt edici özellikleri nelerdir?

Döneminin en büyük gücü olan Osmanlı’nın hükmettiği coğrafyalarla kurduğu münasebetle Batı’nın aydınlanma sonrası kurduğu ilişkinin taban tabana zıt olduğunu okuyucularımıza hatırlatmak isterim. Aydınlanmanın boy verdiği kavram setinin muharrik gücü sömürgeciliktir desek galiba abartmış olmayız. Emperyalist politikaları tecviz eden Batı’lı devletlerin zihinsel arka planlarındaki dünya görüşüdür asıl problem olan. Emperyalist süreç Osmanlı modernleşmesinin zeminini temelden sarsmış iktidar alanındaki daralma beraberinde birçok problemi tetiklemiştir. Osmanlı aleyhine makasın hızla açılması ve kaybedilen topraklardaki artış iç kaosu büyütmüş yerini Türk modernleşmesine bırakmıştır. Yeni Türk devletinin elitleri, devletin düştüğü acziyetin sebebini düşmanın tasallutunda değil halkın sahip olduğu değerlerde olduğunu düşünmüş ve “burası”nı inşa eden hangi değer varsa onu terk etmemiz gerektiğine inanmıştır. Celladına âşık olan ve savaş esnasında olmasa da sonrasında yöneticileri marifetiyle kendi kendine müstemleke pozisyonuna düşen yeni devlet Batı’lı modernliğin emperyalist emellerinden ancak onlar gibi olunarak korunulabileceğini vehmetmiştir. Yüz yıldır bir türlü tamamlanamayan bu hikâyenin evrileceği yere tesir etmek için ciddi bir çaba harcamamız gerekiyor.

7. "Modernleşme sürecinin sekülerleşmeyi zorunlu kıldığı ve bu süreçte sekülerleşmenin dini değerleri ortadan kaldıracağı iddiası üzerine ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda, modernleşme ve sekülerleşme arasındaki ilişki nasıl değerlendirilmeli?  Yaygın bir hüviyet kazandırılan sekülerizm paradigması karşısında İslam/Müslümanlar nasıl var olabilir? Bu hususta neler düşünüyorsunuz?

Bu sorunuzun ilk kısmını oluşturan sorunun aslında bir iddia gibi değil de bazı mahfillerce müsellem bir hakikat gibi pazarlandığını belirtmek isterim. Sekülerliğin dünyevi-dünyalı olmak anlamında değil de profan anlamında ki Batı’lı tecrübesinde dinin hem toplumsal tezahürlerinin hem bireysel tezahürlerinin ortadan kalkacağı varsayılıyordu. Bugün geldiğimiz noktada Aydınlanma felsefesinin fikri çıktılarının dahi sorgulandığı vasattayız. Din ne toplumu ne bireyi terk etti. Dindarlığın yok olmadığı ama görünüm biçimlerinin değiştiğini bu durumun bazı yanılgılara yol açtığının da altını çizmek isterim. Seküler paradigmanın insana vaat ettiğinin son kertede insana saadeti temin edemeyeceğini tüm insanlık tecrübe ediyor. Bilgiyi ahlaktan ayıran, eylemi ahlaktan ayıran bir projeksiyon olarak sekülerliğin bireyde ve toplumda oluşturacağı boşluklar fark edilirse Müslüman dünyası farkında olmaksızın elinde tutmayı başardığı ama elinde olduğunu fark ettiğinde de elinden atıp atmamakta kararsız kaldığı kıymetleriyle ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtabilir. Sekülerliğin bizi götürdüğü çıkmaz sokaktan çıkış ve bu hercümerçte nefes alış seküler alt yapıyla taban tabana zıt olan İslami şiarları Müslüman şahsiyetimizin ayrılmaz parçası kılmaktan geçiyor.

Yorum Yapın