Osmanlı ve Sonrası
Osmanlı’nın çöküşünü engellemek için ortaya konulan Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık yaklaşımları istenilen sonucu veremeyince cihan devleti tarih sahnesinden çekilmek zorunda kaldı. Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte Batıcılık akımı, birçok yerde hakimiyetini tescilledi. İslam beldelerinin çoğunluğu fiili olarak işgal edildi. Geriye kalan birkaç tane ülke ise işbirlikçi yönetimler eliyle self-sömürgeciliğe mahkum edildi.
Sömürgecilere ve işbirlikçilerine karşı uzun süren kurtuluş mücadelesinden sonra resmi olarak bütün ülkeler bağımsızlığına kavuştu. Ancak işin aslı öyle değildi, zira dolaylı sömürgecilik, işbirlikçiler yoluyla devam etmekte idi.
İslami Hareketler on yıllar boyunca hem fiili işgale hem de sosyokültürel sömürgeciliğe karşı amansız bir mücadele verdiler. Ancak bağımsızlık savaşlarından sonra her yerde küresel hegemonya tarafından ya pasifize edildiler ya da ağır baskılara maruz kaldılar.
İslami Hareketler büyük oranda dış işgale karşı silahlı mücadeleyi sürdürürken içerdeki tağuti düzenlere karşı sivil bir direniş yürüttüler. Her ülkenin koşulları farklı sorunları ve çözüm yollarını gerektirirken birçok mesele de ise müşterek problemlerle meşgul olunuyordu. Türkiye ve Tunus'ta laiklik uygulamaları halkın inanç ve ahlak temellerini doğrudan sarsmaya yönelikti. Bundan ötürü belki de en büyük tahribat bu iki ülkede gerçekleşti. Ancak Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkelerde ki Baas rejimleri de seküler bir dalga estirip belli kesimlerde etkili bir iz bıraktı. Fakat geniş halk kitleleri İslam'la olan bağlarını hala korumaktaydı. Hilafetin çöküşünden sonra krallık, sosyalizm, liberalizm ve kavmiyetçi ideolojilerin hemen hemen hepsi farklı İslam ülkelerinde uzun yıllar hüküm sürdü. İslami Hareketler tüm bunların dışında modern zamanlarda İslami bir yönetimin yegane hakiki çözüm olduğunu yüksek sesle dile getirdiler.
İslami hareketler, İslami yönetimin hakim kılınması için farklı yöntemler geliştirdiler. Kimileri sistem içi mücadeleyi kimileri sistemin dışında kalarak mücadeleyi tercih ettiler. Kimileri partisel mücadeleyi öne çıkardı, kimileri yarı gizli cemaatsel bir yapılanmaya girdi. Kimileri yalnız tebliğ ve davetle yetinirken kimileri topyekün toplumsal bir değişim için her alanda mücadele etmeye çalıştı. Bazıları tabandan tavana doğru bazılarıysa tavandan müdahaleyle değişimi gerçekleştirmek istedi. Bazıları yöneticilere nasihat ederek işlerin düzeleceğini düşündü diğer bazılarıysa onlarla ya da onlara karşı darbe yaparak sonuca varılacağını uygun gördü.
Ulus Devletlerde İslami Hareketlerin Mücadeleleri
En köklü İslami Hareketlerden olan Müslüman Kardeşler tebliğ davet, bireysel ve toplumsal değişim, farklı derecelerde örgütlenme, siyasi mücadele, krallığa karşı yapılan ihtilale karşı toplumsal destek verme, halk ayaklanmalarında etkin rol oynama, parlamento ve başkanlık seçimlerinde yer alma gibi çok sayıda yöntemi denedi. Ancak istenilen sonuç alınamadı.
Suriye İhvanı istisnai bir durum olarak silahlı ayaklanma gerçekleştirdi. Ne yazık ki kanlı bir şekilde bastırıldı bu kıyam.
İhvan’dan doğup müstakilleşen Nahda Hareketi büyük zulümlere uğradı ve daha ılımlı ve liberal demokratik bir yönteme evrildi. Bu uzlaşmacı tutumu onu seküler baskıdan kurtaramadı.
Hasan Turabi ve öğrencileri ise askeri darbeyle yönetimi ele geçirmeyi tercih ettiler. Ancak kısa sürede aralarında anlaşmazlıklar çıktı ve askeri düzen istenilen bir İslami yönetime evrilemedi.
Cezayir İslami Hareket cephesini temsil eden FİS net bir İslami söylemle seçime girdi ancak darbeyle önü kesildi ve büyük bir kıyıma uğradı.
Hindistan’dan kopup bağımsız bir İslam devleti olarak planlanan Pakistan beklendiği gibi bir yönetim şekli ortaya koyamadı. Cemaat-i İslami Hareketi devletin İslami bir yapıya kavuşması için toplumsal ve partisel mücadeleye girdi. Hiçbir zaman istenilen bir dönüşüm gerçekleşemedi. Yalnızca davet çalışmalarına odaklanan Tebliğ Cemaati ise milyonlarca gönüllüsü olmasına rağmen beklenilen toplumsal dönüşümü sağlayamadı.
İran’da mollalar liderliğinde İslami referanslı bir halk devrimi gerçekleşti. Ancak İslami referansın yerini zamanla mezhep ve ırka dayalı bir anlayış ele geçirdiğinde Müslümanlar açısından hüsranla sonuçlanan bir şekle büründü devrim.
Afganistan’da Rus işgaline karşı zafer kazanan mücahitler kendi aralarında birlik olamadılar. Kabilevi saiklerden dolayı çatışma yaşayan bu gruplara karşı halk tepkisini Taliban’dan yana kullanarak onu iktidara taşıdı. İç ve dış dengeleri çok da iyi yönetemeyen Taliban ABD işgali sonrasında devrildi. Ancak yıllar süren direnişten sonra tekrar iktidarı çok zor koşullar altında tekrar ele aldı. Bu yeni tecrübenin nasıl devam edeceği ise belirsizliğini korumaktadır.
Şekli olarak şeriati uyguladığı iddia edilen Suud Krallığı, ABD kuklası olarak Müslümanların imajını zedelemekten öte bir işlev görmemektedir.
Endonezya ve Malezya gibi ülkeler ekonomik ve teknolojik kalkınma yolunda konjonktürel bir umut olma ve Malezya’nın kendi iç dinamiklerinde diğer etnik kökenlere karşı Malay kimliğini tahkim etmede İslami görünürlüğü öne çıkarma dışında kendi içlerinde ya da dünyaya İslami Hareketi örnek olarak sunma noktasından uzak gözükmektedirler.
Afrika’da Somali ve Nijerya gibi ülkeler önemli bir İslami çalışma zemini bulabilecekken şiddet sarmalı içine çekilen gruplarca İslami Hareketin bölge üzerinde etkili bir çıkış yapması engellendi.
Kafkaslar ve Türki cumhuriyetlerde Sovyet baskısıyla sindirilen Müslümanlar Sovyet bloğunun çöküşünden sonra görünür bir canlanma gösterse de yeni bölge diktatörlerinin şiddet içerek takibatından kurtulamadılar. Çeçen cihadı bölge için umut verici bir çıkış yapsa da Rusya’nın acımasız saldırıları, dışarıdan gelen selefi ağırlıklı mücahitlerin bölge halklarıyla istenilen diyoloğu kuramaması, Rusya’nın bölgedeki kimi tarikat ve dini grupları manipüle etmesi, gerekli dış desteğin sağlanamaması gibi nedenlerden ötürü istenilen başarıyı elde edemedi. Bölge dinamiklerine uygun strateji izlenmesi gerektiği, dışarıdan gelen mücahitlerin yerel halkın değerleriyle daha hikmetli bir yöntemle ilişki kurmasının önemi bir kez daha ortaya çıktı.
Amerika'da nispeten az Avrupa’da ise hızla yükselen bir Müslüman nüfusu var. Bu iki kıtada, çoğunluğunu göçmenlerin oluşturduğu Müslümanlar gerek kendi ülkelerini gerekse de dünya kamuoyunu etkileyebilecek düşünsel, ahlaki, ekonomik, toplumsal ya da siyasi bir örgütlülük ve eylemlilik ortaya koyabilmiş değiller.
Avrupa’nın ortasında soykırıma uğrayan Bosna Müslümanları Aliya liderliğinde bir mücadele yürütüp önemli siyasal statüler kazansa ve Aliya genel olarak saygın bir kişilik olarak kabul görse de ne Bosna ne de Balkanları etkileyebilecek bir İslami hareketlilik göze çarpmaktadır. Bosna savaşı esnasında tüm dünya Müslümanlarının desteğini gören ve çok sayıda Mücahidin de savaşmak için gitmiş olduğu Bosna halkının oldukça serbest olan yapısı ve İslami ilkelerle kurmuş olduğu gevşek ilişki biçimi ne yazık ki Bosna cihadından sonra da çok fazla değişmedi. Sırp ve Hırvatlara karşı Müslüman kimliği üzerinden kendini var kılan Boşnaklar çok daha anlamlı bir varoluş biçimi ortaya koyabilecek iken İslami görünürlük sembolik bazı unsurlara indirgenmekten öte bir aşamaya geçemedi.
Arap Devrimleri ve Sonrasında İslami Hareketlerin Arayışları
İslam coğrafyası Tunus’ta başlayan Arap intifadalarıyla yeni bir döneme girmişti. On yıllar boyunca baskı, zulüm, yoksulluk altında tutulan halklar özgür ve adil bir düzen arayışı için ayaklandılar. Kısa süre içinde doğal bir şekilde İslamcılar kendilerini devrim dalgasının önünde buldular.
Tunus’ta diktatör Zeynel Abidin Bin Ali ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Daha sonra yapılan serbest seçimlerde Nahda Hareketi meclis çoğunluğunu ele geçirdi. Ülkede uzlaşı sağlamak için başkan aday göstermedi. Yeni anayasa tartışmalarında kanunların İslam hukukuna uygun olması meselesini huzursuzluk çıkmasın diye gündemleştirmedi. İslami davet çalışmaları ve siyasi faaliyetleri birbirinden ayırdığını ilan etti. Hatta Mısır Müslüman Kardeşler Hareketinin kurduğu Özgürlük ve Adalet Partisi’nin yeni anayasa çalışmalarında İslam Hukuku noktasındaki ısrarı ve İslami söyleme yaptıkları vurgudan dolayı eleştiren liberal ve modernist eğilimli Müslümanlar bu tür ılımlı uzlaşmacı tavırları dolayısıyla Nahda’yı İslamcılara doğru olan model olarak gösterdiler. Ancak bu konuda çok aceleci ve fazlasıyla hatalı oldukları çok geçmeden ortaya çıktı. Sözde hukukçu Cumhurbaşkanı Kays Said asker kökenli diktatörleri aratmayan tavırlar takındı ve seksenli yaşlardaki oldukça ılımlı olan ve demokratik teamülleri uzun süredir benimseyip savunan Nahda lideri Gannuşi’yi hapse attıracak kadar ileri gitti. Nahda Hareketi ilk baştan bu yana gayet ılımlı, fedakar, uzlaşmacı hatta tavizkar bir tutum göstermesine rağmen dünya sistemi ve yerli statüko ona hak ettiği alanı açmak istemedi.
Mısır’da Müslüman Kardeşler tüm güçleriyle 25 Ocak devrim sürecinde yer almasaydı diktatör Hüsnü Mübarek’in devrilmesi asla mümkün olamazdı. Sonraki süreçlerde İhvan Hareketi sokak ve devlet arasında dengeli bir pozisyon izleyerek serbest seçimler yoluyla devrimin tamamlanmasını arzu etti. Bazı devrimci güçler bu noktada İhvanı eleştirdi. Ancak bu eleştirenlerin hemen hemen hepsi daha sonra Sisi'nin kanlı darbesiyle işbirliği yapmaktan da geri durmadı. İhvan sokakla birlikte daha devrimci olduğunda da eleştirildi, daha büyük fotoğrafı okumak adına iç ve dış dengeleri gözetmeye kalkıştığında da. Sonuçta demokratik seçim yoluyla (Mısır anayasasının 2. maddesi yani kanunların İslam'a uygun olması zorunludur hükmü unutulmamalıdır.) İhvan açık ara birinci parti oldu. Seçimlerde çözüm İslam’dır sloganını birçok eleştiriye maruz kalmasına rağmen kullandı. Başkanlık seçimlerinde aday gösterme niyeti yoktu ama şartlar gereği Mursi aday oldu ve seçimi kazandı. Ancak uluslararası düzen, Körfez sermayesi, askeri bürokrasi birçok enstrümanı da kullanarak çok kısa zamanda Mursi’yi kanlı bir darbeyle devirdi. Darbeye direnen binlerce yiğit şehit edildi on binlercesi hapsedilip sürgün edildi. Kısaca Mısır ihvanı 25 Ocak döneminde sivil devrimci duruş, Mübarek’in inişinden sonra dengeli direniş ve müzakereci tutum yöntemini izledi. Daha sonra serbest seçimlere girerek demokratik seçim yöntemi takip edilerek darbeye maruz kaldıktan sonra uzun soluklu destansı bir direnişi gösterdi, ne yazık ki şu an için bütün bunlar sonuçsuz kaldı.
Suriyeli Müslümanların mezhepci diktatör Esad ailesi döneminde görünür bir İslami örgütlülük göstermesi mümkün olmadı. Arap intifadalarının başlamasından sonra sivil halk gösterileri askerin kanlı saldırılarıyla karşılık bulunca halk kendini savunmak için silahlanmaya başladı. Baas rejimi baskı ve işkencelerin boyutunu artırınca direniş silahlı mücadeleye dönüştü. Diktatörlük rejimi muhalif silahlı direnişçilerin basit silahları karşısında dahi büyük zorluklar yaşamaya ve ülkedeki kontrolü kaybetmeye başladı. Bunun üzerine İran çok daha yoğun bir destek ve fiilen de işin içine girerek Esad diktatörlüğünü kurtarmaya çalıştı. Bu dönemde muhalif direnişçilerde dışarıdan destek görmeye başlamıştı. Rejimin düşme tehlikesi göstermesi karşısında Rusya aktif bir şekilde devreye girerek ağır bombardımanlarla muhaliflere ağır kayıplar verdirdi. Bir tarafta Şebbihalar ve İran’ın mezhepçi milisleri diğer yandan YPG ve DEAŞ gibi örgütlerin hepsi muhalif halk direnişine karşı kullanıldı. ABD ve Rusya birbirleriyle nüfuz mücadelesi verirken ana meselelerde danışıklı dövüş yaptıkları açık bir şekilde ortaya çıktı. Suriye’de halk silahlı mücadele yolunu seçmek zorunda kaldı. Ancak uluslararası düzen acımasız yüzünü tekrar gösterdi. Ahmak örgüt ve bölge halkları ve işbirlikçi yönetimlerin ihaneti sonucunda yüzbinlerce ölü ve yaralı, milyonlarca sürgün ve akıllara durgunluk veren işkence ve katliamla devam eden bir süreç yaşanıyor.
Libya halkı Arap ayaklanmalarına çok hızlı girdi. Kabilevi bir sosyal yapısı olan ülkede kısa sürede silahlı çatışmalar boy gösterdi. Ordu içinden ve kabileler arasındaki saf değiştirmeler uluslararası güçlerin hava desteği ile birleşince çok uzun olmayan bir süre içinde Kaddafi rejimi düştü ve kendisi linç edilerek öldürüldü. Geçici konseyler ve farklı meclisler kurulsa da ülke genelinde birlik sağlanamadı. Çok sayıda silahlı milis ve eski ordu birliklerinin kabilelerle oluşturduğu cepheler arasında sürekli bir güç mücadelesi ve silahlı çatışmalar yaşandı. Deaş milisleri de bir dönem bu çatışmalarda yer aldı. Daha sonra eski generallerden Hafter’in Mısır’ın da desteği ile devreye girmesiyle ülke ikiye bölündü ve birçok yeni kanlı çatışmalar yaşandı. Petrol zengini olan ülke bu kaynaklarını halkı için kullanılabilecek bir ortama hala erişemedi. Halkın silahlanması, silahlı kabilelerin devreye girmesi, ordu birliklerden bazılarının saf değiştirmesi ve NATO hava desteği ile gerçekleşen 17 Şubat devrimi karmaşık bir iç savaş ve sayısız grupların güç mücadelesiyle bölünmüş bir Libya ortaya çıkardı.
Kuzey Afrika ülkeleri olan Cezayir ve Fas’ta Arap ayaklanmalarının çok fazla bir etkisi olmadı. Cezayir’de emperyalizm doksanlı yıllarda İslami Hareketin enerjisini şiddet ve baskı yoluyla büyük oranda sönümlemişti. Mevcut İslami parti ve kurumların yeni bir hareketlilik oluşturmaya niyeti ya da enerjisi yok gözüküyordu. Fas'ta ise İslam'ın hamisi rolünü üstlenen kralla çok fazla bir sorun yaşamayan genel halk kitleleri vardı. Kralın bu dönemde az da olsa demokratik açılım göstermesi oluşan küçük tepkileri susturmaya yetmişti. İhvan’a yakın olan Adalet ve Kalkınma Partisi bu dönemde yapılan seçimde birinci parti olarak çıkmayı başarmıştı. Ancak kralın fazla etkisinde kalan ve İsrail'le normalleşme gibi kararlara dahi boyun eğen bir yapıya bürünen Adalet ve Kalkınma partisi 2021 seçimlerinde sekizinci sıraya düşerek büyük bir hezimete uğradı. Halka dayanarak iş üretmeyen, sistemle bütünleşip hakim güçlerin açtığı alanda siyaset üretmekle yetinen hareketlerin nasıl bir sonuçla karşılaşacağı hususunda bu örneklik ibret vericidir.
Yemen mezhepler ve çok sayıda kabilenin güç savaşına sahne olan ve uzun yıllar güney ve kuzey şeklinde bölünmüş bir yapıyla yönetilen fakir bir İslam ülkesi olarak Arap ayaklanmaları öncesinde de sürekli gerginliğin olduğu bir coğrafya idi. Arap ayaklanmaları sonrasında Ali Abdullah Salih devrildi. Ancak çok karmaşık bir iktidar koalisyonları zinciri birbirini izledi. İran destekli Husilerle Suud destekli Sünni gruplar arasında yoğun silahlı çatışmalar başladı. Herkesin silah taşıdığı Yemen’de El-Kaide’ye bağlı olduğu söylenilen gruplar ve birçok kabile de farklı yerlerde güç mücadelesi verdiler. İran’ın mezhepçi yayılmacılığı Yemen’de Zeydileri İmamiyeleştirme stratejisi ile farklı bir boyut kazandı. Sonuçta dindarlığı en yüksek olan bu bölge enerjisini birbiri üzerinde tüketmekten başka bir çıkış yolu bulamadı. Emperyalizm Suud ve İran üzerinden bölgeyi istikrarsızlaştırmayı kolay bir şekilde başarabildi.
*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam Düşüncesi'nin editoryal duruşunu yansıtmayabilir.