Diline bir hazine koydular, eline ateş yutan ak bir âsâ
Saldılar arasına insanlığın, adına Mehmed Âkif dediler
ALİ EMRE
İslamcı fikirlerin şiirdeki ilk izleri arandığında sürdürülen tartışmaların, yazılan, söylenenlerin merkezinde hep Mehmed Akif çıkar karşımıza. Hayatı, sanatı, medeniyet telakkisi ve en önemlisi bir şahitliğe dönüşen mücadelesi onu müstesna bir mihenk taşına dönüştürmüştür. Yaşadığı dönem kadar fırtınalı olan hayatı, akademisyen ve düşünürler için malzeme, sanatçılar için bir ilham kaynağıdır. Bu minvalde Ali Emre’nin 2023’ün başında yayımlanan “Mehmed Âkif” romanı anmaya değer.
İlk şiir kitabı 1997’de yayımlanan Ali Emre; “Nurettin Zengi” romanının yayımlandığı 2017 yılına kadar şiire odaklanmış, edebiyat çevrelerinde bu yönüyle öne çıkan bir isim olmuştur. Şiirle kurduğu güçlü bağ, dergilerde yayımlanan deneme ve eleştiri metinlerinde de gövdeleşmiş, derinlikli değerlendirmeleri poetikasının sınırlarını çizerken okurlarına da şiire dair geniş bir perspektif sunmuştur. Adından söz edilirken hep şairliğine vurgu yapılan Ali Emre, mezkûr romanıyla edebiyatın farklı türlerinde kalem oynatabilen yazarlar zümresine katılmış oldu. Üstelik bu alandaki çabasını şiirle bağını koparmadan sürdürdü. Artık şair, romancı, deneme yazarı ve eleştirmen ön adlarını kullanarak andığımız bir edebiyatçı var karşımızda. Bu elbette yadırganacak bir durum değil. Edebiyat tarihine göz gezdirdiğimizde farklı türlerde edebi metinler yazan pek çok isim çıkar karşımıza. Bizim bu çok yönlülüğü gündeme getirirken maksadımız romanlarında varlığını hissettiğimiz güçlü bir yönüne vurgu yapmaktır.
Doğan Günay’ın tabiriyle “Dil, Duygularımızı ve düşüncelerimizi ana hatlarıyla çizen, anlam bütünlüğünün tam olarak kavranılmasını da iç varlığımıza, iç güdümüze, sezgiye, telkin ve yoruma bırakan bir simge takımından başka bir şey değildir.” Sözü edilen simge takımı, kişilerin düşünme yetisiyle, eğitim düzeyleriyle bağlantılı olarak farklı düzeylerde işlev kazanır. Kullanılan sözcüklerden söz dizimine, sesletimden anlatımsal yapıya varıncaya dek her insanda farklı düzeyde gelişen bir dili kullanma yetisi vardır. Bütün bu çeşitlilik içinde şairlerin dili daha yetkin ve etkili kullandığına dair kişisel bir kanaate sahibim. Doğan Aksan’ın konuyla ilgili görüşleri bizim kanaatimizi destekler niteliktedir: “İnsanın duygu yönünün ağır bastığı bildirilerin en iyi örneklerini şiir dilinde buluruz… Çeşitli duygu, coşku, düşünce ve hayallerin söze dönüştüğü yazın ürünleri içinde şiirin dili de özellikle yoğunluğu, sözcüklerinin anlam değerleri ve müzikaliteleri nedeniyle daha etkileyici, çarpıcı bir anlatımı gerçekleştirir.” Şairlerin dil yetisi hususunda sahip oldukları bu ayrıcalıklı durum, diğer türlere yöneldiklerinde de dimağımızda derin etkiler yaratarak varlığını hissettirir. Şiirle organik bağı olan bir yazar olarak Ali Emre’nin romanlarını güçlü kılan yön budur.
Elbette dil yetisi iyi bir yazar olmanın yeter şartı değildir. Ve yine hakkını teslim etmek gerekirse sadece öykü, roman ya da eleştiri yazılarıyla edebiyat dünyasında yer edinen yazarlardan mezkûr yönü güçlü olanları görmezden gelemeyiz. Biz kişisel bir tercih olduğunu söyleyerek şair kimliğine haiz edebiyatçıların yazdığı metinlerin dikkatimizi çektiğini söylemekle yetinelim. Zira bu yazının merkezine alacağımız “Mehmed Âkif” romanı, Ali Emre’nin şair hassasiyetinin izlerini görebileceğimiz örneklerle doludur.
Bir romancı olarak Ali Emre, neden Mehmed Âkif’in hayatını anlatmayı, kurgusunun merkezine onu yerleştirmeyi tercih etmiş olabilir sorusuna yanıt aramaya çalışalım. Sorumuza cevap ararken Mehmed Akif’ten söz etmeyi tercih etmesek de okurun hazır bulunuşluğuna güvenerek bir karşılaştırma yapmasını, iki isim arasındaki bağı kurmasını beklemek haksızlık olmasa gerek.
19. yüzyılın sonunda başlayan ve iki büyük dünya savaşıyla zirveye çıkan gerilim henüz sona ermedi. Özellikle Batı dışı toplumların yaşadığı coğrafyada kirli hesaplara yaslanan alt üst oluşlarla derin yaralar açmaya devam ediyor. Ali Emre, insana reva görülen bu yıkıma kulak kesilmiş ve kendi ayaklarını bastığı yeri bilen, etrafında olup bitenlere kayıtsız kalmayan bir edebiyatçıdır. Bu konudaki hassasiyetini yazdığı her eserde görmek mümkündür. Dünyada yaşanan yıkımın coğrafyamıza yansıyan iz düşümünü şu sözlerle dile getirmiştir: “Afgan cihadını, İran devrimini, Çeçenistan’daki direnişi ve hayal kırıklığını, Sudan’daki çalkantıları, Ortadoğu intifadalarını, çeşitli ülkelerdeki bağımsızlık savaşlarını ve askeri darbeleri, İsrail’in katliamlarını ve yayılmacılığını, kitlesel kıyımları ve direniş öbeklerini, Irak’ın işgalini ve parçalanışını, El Kaide’nin yayılışını, petrol gerilimini, iç didişmelerin bir türlü son bulmadığı Lübnan’ı, küçük devletçiklerin oluşumunu, Ebu Gureyb zindanını, DAEŞ ve YPG gibi yeni silahlı örgütleri, Suriye’deki iç burkan insan manzaralarını, direnişi ve ihaneti, kanton devlet iddialarını, Rabia tanıklığını, büyük zenginlikleri ve inanılması güç yoklukları, Yemen’deki güç mücadelesini ve dış müdahaleleri ve daha nicesini hep birlikte yaşayan bir coğrafya sözünü ettiğimiz. Özetlemeye, sıralamaya kalkmak bile mümkün değil bu coğrafyada olup bitenleri.”
Böyle bir coğrafyanın edebiyatçılarından Ali Emre’nin bir beklentisi vardır: “En azından zorlu süreçlerde, sarp yokuşlarda, bir ölüm kalım savaşı verilen dönemeçlerde, bir bölgeyle sınırlı kalmayıp bazen bütün insanlığı etkileyen gelişmelerde, şairin de söz alması, tanıklıkta bulunması, insani bir tepki vermesi son derece doğal bir beklentidir.” İnsanın kuşatılmışlığına odaklanmayan, bireyci bir tutumla ilgi ve vurguyu dağıtıp körelten, merkezî konuma insan onurunu yerleştirmeyen bir edebiyata karşıdır. Onun denemelerinde öne çıkan bu tutum, Mehmed Akif’in “İctimâî dertlerimizi dökmekten, yaralarımızı açıp göstermekten, hiç çekinmeyeceğiz.” sözüyle örtüşen bir anlayıştır. 8 Mart 1912 tarihli Sebîlürreşâd’da yayımlanan “Edebiyat” başlıklı yazısı her iki edebiyatçının benzerliklerini karşılaştırabileceğimiz bir metindir.
Romanının ikinci bölümünde ev sahibi Hacı Hasan’ın genç Âkif’e verdiği tavsiye ilgi çekicidir. Zira kurgunun bir parçası olarak ifadesini bulan görüşler, romanda Akif’in yazacağı şiirlerin yönünü belirlediği gibi Ali Emre’nin edebiyata bakışının roman kahramanı Hacı Hasan’a emanet edilmiş ifadesidir adeta: “Sözümü yabana atma. Kalabalık, sanat meselesinde bataklıktır çoğu zaman. Sen o rengîn çöplüğe, o dipsiz gayya kuyusuna aldanma. Uydum kalabalığa diyerek yürüme. Kimsenin yazmadıklarını yaz sen. Dünya yıkılsa umurunda olmayan… Bade çanağı devirmekten, ceylan kovalamaktan, gül bülbül destanı düzmekten usanmayan şairlere kulaklarını tıka. Hakikati anlat, çırpınan halkın feryadını yükselt. Yanan bağrı da gör, yekinen yiğidi de. Bacası tütmeyen evlere de gir, serseri takımının ömür çürüttüğü kahvelere de. Kitapları, kağıtları biraz da buralardan yükselen seslerle bastır.”
Birbirinden farklı zamanlarda yaşayan bu iki edebiyatçı “… tek dişi kalmış canavar”ın açtığı derin yarayı onarmak, uyuyanları uyandırmak, bir hat, bir çizgi oluşturmak konusunda aynı çizgidedir. Sanatlarını farklı formlar üzerinden icra etseler de aynı dünyanın insanlarıdır ya da topuklarını aynı muhkem zemine oturtmuşlardır. Bu bağlamda yazar, öncü bir isim olan Akif’e vefa borcu ödemiş adeta. Romanda Mithat Cemal’e emanet edilmiş şu sözler Akif’in hayatını merkeze alan bir romanın neden yazıldığını bize son kez söylemiş olur: “Yetmez evet, yaptığımız hiçbir şey ona layık da değil belki, fakat üstüne bir hürmet şalı asıp susmak, unutmak da ayrı bir cinayet.”
Hakkında o kadar çok yazıldı, dünyası o kadar tartışıldı ki Akif’ten söz eden bir metinle karşılaşınca sormadan edemiyoruz: Bu eserde hangi Akif anlatılıyor?
Biyografik roman yazmanın zorluğu iki noktada odaklanır: eldeki verilerden uygun seçimler yapma, tarihi bir gerçeği kurmacanın gerçekliğine dönüştürme. Zira yazarın hakkında yazacağı kişiyle ilgili geniş bir tarama yapacağını, biriktirdiği malzemeden seçimler yapmak zorunda olduğunu ve bu verileri kurgusunda yeniden organize etmesi gerektiğini biliriz.
Herakleitos’un “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz.” metaforundan hareketle kısa süre önce yaşananlar anlatılırken bile en azından bir bakış açısı kadar farklı, yeni bir şey dile dökülmektedir. Sonradan anlatılan şey, dilin temsil ettiği gerçeklik, yeniden kurgulanma düzleminde hayat bulur. Rasim Özdenören’in söylediği gibi “Hiçbir yazı, anlattığı şeyi çevresinde boşluk bırakmadan anlatmayı başaramaz. Ne denli ayrıntıya inilmiş olursa olsun, yazının bilip isteyerek veya farkında olmayarak bıraktığı boşluklar bulunur.” Hele elinizdeki metin kurmaca bir dünyadan seslenerek gerçek bir kişiyi anlatının merkezine alıyorsa mesele çok daha farklı bir boyuta taşınmış olur. Nihayetinde edebî metin, dolaylı olarak söylenen bir şeyi, şifreleştirilmiş bir mesajı bünyesinde taşır. Anlatıcı, metnin bünyesine sindirilmiş mesajı iletmek için dünyada olanların tamamını aktarmaz. Mesajını üstlenen seçimler yapar. Söz konusu seçimlerini dilin temsil edeceği bir gerçekliğe dönüştürür, amacı doğrultusunda gerçeği yeniden biçimlendirir.
Bunları göz önünde bulundurarak bir roman kahramanı olarak Akif; yetimliğin ve zorlukların büyüttüğü bir derviş, aruzun sırtını yere getirmeyi başarmış bir şair, başka memleketlerde yazılanlara da odaklanan bir entelektüel, odaklandığı yazarlardan çeviri yapan bir mütercim, menfaatin ümmîsi bir memur, yetimlere kol kanat geren bir vefa adamı, muarızlarının bile saygıyla andığı bir karakter heykeli, memleket sorunlarına duyarlı bir aydın, yeri geldiğinde en ağır şartlarda sorumluluk alan bir vatansever olarak çıkar karşımıza. Gerçek dünyada da varlığından haberdar olduğumuz bu yönleri itibari âlemde oluşturulan sahnelere dönüştürülmüş; Âkif; hayatı, şiiri, mücadelesi kadar dramıyla da örtüşen bir kurguda hayat bulmuş. Adeta hemen yanı başımızda gezip dolaşan bir kahramana dönüşmüştür. Ali Emre, Akif biyografisinden seçtikleri kadar bıraktığı boşluklarla da bütünlüklü bir kahraman portresi oluşturmayı başarmış, bugüne kadar dikkatlerden kaçan birçok boyutu roman dilinin imkanlarıyla okurun belleğinde canlandırmış.
Yazar, romanda sesini emanet edeceği bir anlatıcı bulmakta zorlanmış görünüyor. Bu zorluk metni zaman zaman biyografi ve anı türünün sınırlarına doğru sürmüş, okurdaki algının kurmaca ile gerçeklik arasında salınmasına neden olmuştur. Bununla birlikte atmosfer yaratma konusundaki mahareti söz konusu açığı fazlasıyla kapatıp okuduğumuzun bir roman olduğunu hep hatırlatmış. Necip Tosun, atmosfer hakkında “… anlatılan temanın etkisini artırmaya, açığa çıkarmaya yarayan bir dizi tutumla oluşur. Karakterin ruh durumunu, mekânın konumlanışını, nesnelerin görünüşünü ortak bir çizgide buluşturan bakış açısıdır.” tespitini yaptıktan sonra yazara şu görevi yükler: “Okurun belleğindeki hayatı kapamak, örtmek ve ona başka dünyaların kapılarını aralamak.”
Romanın ilk bölümünde babasının ölümünü Akif’e haber vermek için yola çıkan Hasan’ın yol boyunca karşılaştığı kişiler, bu kişilerle gerçekleştirdiği diyaloglar, yolu üzerindeki mekanlar söz konusu atmosfer oluşturma başarısının ilk örneğidir. Daha romanın başında kendimizi Osmanlı’nın yokluklar ve yoksunluklarla donanmış son dönemlerinden bir sahnede buluruz. Roman boyunca özelikle tarihe mal olmuş isimlerin devreye girdiği, Akif’le olan münasebetlerinin gösterilmeye çalışıldığı bölümlerde bu başarının sivrildiğini, okurun zihnini kurmaca dünyanın içine taşıdığını görüyoruz.
Yazımızı Gazze’yi, direnişi ve kahramanlarını anarak bitirelim. Romanı okurken günümüzle bağını kurabildiğiniz bir olay örgüsünün içinde buluyorsunuz kendinizi. Akif’in hayatıyla bağlantılı olarak Ortadoğu’nun işgaline karşı geliştirilen direnişin ilk adımları ve aktörleri romandaki yerini almış. Kolektif okumalara ve müzakerelere de açık bir roman var elimizde. Hasis dil işçiliğinin kendini hissettirdiği ve detaylı araştırmaların uygun seçimlerle kurgulandığı bir eser.
*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam Düşüncesi'nin editoryal duruşunu yansıtmayabilir.