Her dönemin kendine ait baskın ideolojileri altında ortaya konan edebî eserler hem içerik hem de biçim bakımından kendi dönemlerinin anlayışını yansıtır. Öykü ortaya çıktığı ve gelişiminin zirvesine ulaştığı on dokuzuncu yüzyıldan bu yana teorik çerçeveyi sürekli zorlayan, anlatmanın farklı yollarını arayan bir türdür. Günümüz öyküsü; geleneksel olandan farklı fikir, kavram ve tekniklerle arayışını sürdürmektedir. Bu bağlamda Türk edebiyatında yazılan öyküler, sadece içerik olarak değil kullanılan teknik bakımından da çeşitli anlayışlarla ilişkilendirilir.
Öyküyle bağ kuran okur, gündelik hayatın nedensel mantığıyla kuşatılan zihnine yeni pencereler açma ve kendi dünyasıyla yüzleşme arzusundadır. İnsanların, toplumun, dünyanın derin gerçeğine, karanlık bölgelerine ışık tutup keşfetmenin estetik boyutunu yakalayan metinler okumak ister. Şüphe ve tedirginlik içinde cevaplar arayarak kendini dünyada bir yere konumlandırmanın peşine düşer. Aykut Ertuğrul’un söylediği gibi “Büyük bir hikâyenin içinde en az onun kadar büyük başka bir hikayedir insan. Ve böylece, hikâyeyi büyütmek ve kendi özel hikayesini oluşturmak üzere büyür.” Tam bu noktada öykücünün tercihleri devreye girer. Zira onun kendini ait hissettiği değerler dizgesi belirleyicidir. Benimsediği anlayışa denk düşen bir yaklaşımla kurgusunu oluşturur. Okur da kendi payına düşeni alır.
Son zamanlarda yayımlanan öykülerde genç yazarların sıklıkla postmodern anlatım tekniklerini kullanması dikkat çekici: üst kurmaca, metinlerarasılık, parodi, pastiş, kolaj gibi biçimsel özellikler belirgin şekilde varlığını hissettiriyor. Bu konuda oldukça mahir yazarlar da var. Öykünün anlatıcısını kahramana dönüştürüp yazarla tartıştıran ya da türlü kelime oyunlarıyla okuru oyuna dahil etmeye çalışanlar bir hayli artmış. Okuyucunun gözlerini kamaştırmak için başvurulan bir dizi mizah ve hileden ibaret bazı öyküler. İsmet Özel’in tabiriyle “Dildeki sarahati, fesahati terk edip onu belagat taslamaya dönüştürmekten doğan bir medeniyet vakıası içindeyiz.”
Sözü edilen teknikleri kullanmada ustalaşmış olsalar da hayatın gerçeğine erişmek için başka bir yol bulma girişiminden mahrum; insana, hayata derinlikli bir bakış sunmayan gösterişli ama boş bir numara olarak kalıyor yazılanların çoğu. İnsanın derin yaralarından birine karşılık gelecek içerikten yoksun. Bir kaygı, özlem, öfke ya da dünyada yokluğu hissedilen bir değere atıfta bulunmuyor.
Genç öykücüler, su içtikleri nehrin kaynağından habersiz olamaz. Kullandıkları dili anlamak adına hayli çaba sarf ettikleri, geniş alanları gözeten okumalar yaptıkları göz önünde bulundurulursa; belki kendilerinden önceki kuşağın uzlaşımlarını aşmak için belki de göğün ortasındaki güneş gibi parlayan popülaritenin dışında kalmak istemediklerinden bu dili tercih ediyorlar. Halbuki postmodernizm kendi dilini, biçimini bir anlayışı pekiştirecek şekilde organize etmiştir. Bir bakıma bu dil aracılığıyla meşruiyet kazanır.
Bu dilin temellerini Necip Tosun’un tespitiyle özetlemek gerekirse “Çok seslilik, bölünmüşlük, heterojenlik, seçkin sanat ile kitle kültürü arasındaki mesafenin kapatılması, sanatla yaşamın birleştirilmesi, metinlerarasılık, değişik parçaların bir arada kullanılması, yazma sürecine okurun dahil edilmesi, okura okuduğu şeyin gerçek değil kurgu olduğunun sürekli hatırlatılması, türler ayrımına karşı çıkış, ideolojik olmaya çalışmayan, bir mesajı olmayan metinler, bütünlük ve düzeni reddediş, her şeyin belirsiz ve muamma oluşu, kesinlikten uzaklaşma, paradokslar, rastlantılar ve iç içe geçmiş zaman parçaları, parodi, pastiş, şizofreni, ironi, çoğulculuk, melezleştirme, insansızlaştırma, postmodernizmin temel özellikleridir.”
Bir sanatçı olarak öykücünün yaşadığı dönemde gelişen bu dili kullanması tehlikeli sularda çıkılan bir gezinti gibidir. Zira yazar beslendiği kaynağa aynı zamanda hizmet eder, meşruiyet kazandırıp sesini yükseltir. Postmodern anlatı, olanca gösterişin arkasına saklanmış, insanlığı bağlı bulunduğu değerlerden koparıp kontrol edilebilir nesnelere dönüştürmenin peşine düşmüştür.
Düşünsel kökenleri Nietzsche ve Heidegger’e kadar uzanan postmodern felsefe ve kuramlar, Derrida, Baudrillard, Lyotard, Faucault gibi düşünürlerin de katkısıyla yükselişe geçmiştir. Merkezinde modernizm eleştirisi yer alan postmodernizm, sanat eserlerinden mimariye, eğitimden ekonomiye gündelik hayatın düzenleyicisi ve her geçen gün varlığını hissettiğimiz bir çözülmenin arka plandaki en genel belirleyenidir. Kapitalizmin sürekli ilerleme ve yayılma mantığıyla ilişkili olarak her şeyi metalaştıran bir anlayıştır. Mal, hizmet ve paranın dünyada serbestçe dolaşımına yani küreselleşme politikalarına uygun bir insan tipi oluşturmak için geliştirilen kültürel ve ideolojik bir aygıttır. Dünyaya nizam verme iddiasıyla büyük anlatıların sona erdiğini ilan eden postmodernizm, hiçbir değere yaslanmadığı gibi insanlığın da bağlı bulunduğu değerlerden kopması üzerine odaklanır.
Fredric Jameson, postmodernizmi çok uluslu kapitalizmin ileri bir aşamasının kültürel mantığı olarak ele almaktadır. Kapitalist sistemde kültürün de kendi içinde bir ürün haline gelerek pazar kapsamına giren bir metaya dönüştürüldüğünü söyler. Pazara çıkan bir meta olarak öykü; alıcısının gözüne girmek, piyasa değerini artırmak için alabildiğine gösterişli olmak zorundadır. Postmodern anlatı biçimsel boyutunu bu arz talep ilişkisine uygun düşecek bir düzlemle sunar. Bir yandan kendini inşa ederken diğer yandan kendini doğuran düşünceye hizmet eder. Eseri aracılığıyla okuru da ikna edip postmodern düşüncenin yaygın anlayış olmasını sağlar.
Burada önemli olan öykücünün kullandığı dile teslim olup olmadığıdır. Öykünün kendisi modern bir tür olarak hikâye etme ihtiyacını karşılamak için geleneksel olandan farklı bir formda gelişmiştir. Batıda gelişen formları kullanan edebiyatçılar, ekseriyetle dil/biçimin arkasında yatan zihniyete de teslim olmuştur. Ancak içlerinden bu dayatmanın farkına varan, kullandığı dilin sınırlarını zorlayıp kendi içeriğini oluşturmayı başaranlar da vardır. Bu konuda Aykut Ertuğrul’un yazdıkları örnek gösterilebilir. Postmodern teknikleri sıklıkla kullanan yazarın, “Tüm o saçaklı anlatıma rağmen öykünün içine gizlenmiş bir hikâyeden bahsedebiliriz; okurun bu hikâyeyi metni kazarak çıkarması gereklidir.” tespiti yerindedir. Özellikle “Başlangıçların Sonsuz Mutluluğu” kitabında yer alan öyküler, bir kazı faaliyetiyle okunursa yüzeysel yapının altına yerleştirilen gerçek hikâye çıkar ortaya. Kullandığı dilin ötesine geçerek derin yapıya insanlığın kanayan bir yarasını yerleştirmiştir. Dil, her ne kadar postmodern anlatıya ait olsa da okuru farklı yerlere taşıyan öykülerdir onun yazdıkları.
Hayat, sanat, edebiyat, dil konularına da kafa yoran bir öykücü olarak Cemal Şakar’ın denemeleri, istikametini kaybetmiş genç öykücülere geniş imkanlar sunar. Postmodern anlatıyı öğrenmek adına gösterilen gayretten önce bir değerler dizgesine bağlanmanın önemini şöyle vurgular: “İnsan için meşruiyetin kaynağı bağlandığı değerler sistemidir. Birilerini zincirlerinden boşalmaya, sınırları çiğnemenin cazibesini deneyimlemeye, kötülüğün vaat ettiği özgürlüğün peşinden koşmaya çağırmak ancak yazarın seslendiği, beslendiği vadiyle ilgilidir. Yazar oradan beslenir ve eserleriyle de orayı besler, tahkim eder. Şuara suresi 221-227. ayetleri, sözünü ettiğimiz beslenme kaynaklarını ve onun sonuçlarını net bir şekilde bizlere bildirmektedir: ‘[Ey Peygamber! De ki o müşriklere] Ben size şeytanların/cinlerin asıl kimlere indiğini, kimlerle irtibat kurduğunu bildireyim mi? Şeytanlar nerede [Allah hakkında asılsız söyleyen] bir iftiracı, nerede bir günahkâr varsa işte onlara [kâhinlere ve şairlere] inerler. Çünkü onlar hep şeytanlara kulak verirler. Onların çoğu zaten yalancıdırlar. Şeytanlara kulak veren bu şairlere de azgınlar uyarlar. Görmez misin, o şairler her konuya dalarlar, her telden çalarlar. [Bugün övdüklerini yarın yererler, bugün doğru dedikleri şeye yarın yanlış derler]. Ayrıca onlar, yapmadıkları şeyi söyler, [abartarak anlatmayı severler]. Buna mukabil, iman edip imanlarına yaraşır güzellikte işler yapan, her daim Allah’ı zikredip O’nu kalbinden/gönlünden hiç çıkarmayan ve haksızlığa/hicve uğradıktan sonra kendilerini savunan şairler farklıdır. [Müminleri hicveden] o zalimler/şairler nasıl bir yıkımla karşılaşıp alt üst olacaklarını yakında anlayacaklar.’ (Mustafa Öztürk, Kur’an-ı Kerim Meali)
Siz büyük anlatıların öldüğü yalanına inanmayın. Meseleye kendi anlatılarını zirveye çıkarmak isteyenlerin bir dayatması olarak bakın. Hangi dili kullanırsanız kullanın insanı ıskalamayan öykülerle çıkın okur karşısına. Dünyanın dört bir yanında meydanları dolduran kalabalıklara bakın. Vicdanları harekete geçiren büyük anlatıların kalp atışını duyacaksınız. Karanlıkta koşanlar, mum ışığında bekleşenler, saatlerce kıpırdamadan mevzi bekleyenler, kurşunun şarapnelin değdiği ten, fosfor bombasının erittiği beden, çamurla sıvanmış fırınlarda ekmek yapan el, bomba sesiyle uykusundan sıçrayan bebek, kapanmayan göz, silahları taşıyan sırt, sargı bezi yapılan perde, tankı kovalayan yalın ayak şimdi değilse ne zaman anlatılacak.
Bunlar benim meselem değil diyorsanız başka uyarılara kulak kesilin: “Şimdi yaşanan acılar, bugün işlenen zulüm; Suriye, Filistin, şehit cenazeleri, hapishanede yanarak ölen mahkumlar, açlık ve yokluk içinde yeryüzünün dört bir tarafına tespih taneleri gibi savrulan mülteciler, özgür ve insanca bir yaşam için canını feda etmekten çekinmeyenler, yeni bir yurt ve gelecek arayanlar, zindanda işkenceye, korkuya ve yılgınlığa direnenler, çöp toplayan çocuklar, savaşın acımasızlığı içinde ömrünün baharındayken aramızdan ayrılanlar, tüketim çılgınlığının kurbanları, sürekli farklı renklere bürünen modern hayatın girdaplarında çırpınanlar öykücünün zorunlu olarak gündemindedirler.”
Hayatınızı acılardan kaçmak, hazlara yaklaşmak parantezi içerisinde anlamlandırdıysanız diyecek söz yok.
*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam Düşüncesi'nin editoryal duruşunu yansıtmayabilir.