Hayal Gücünü Perdelemek

Northrop Frye “Hayal Gücünü Eğitmek” adlı kitabında insan zihninin işleyiş sürecini üç kademeye ayırmaktadır.  Her birinde dile diğerlerinden farklı işlev yükler. Bu kademelerden ilki bilinç ve farkındalıktır. Bu aşamada gündelik konuşmalar için kullanılan dil, monologlardan oluşur ve insanın kendini ifade etmesine yarar. Topluma karışan insanın zihni de dili de ikinci bir kademeye geçer ve artık dil, pratik aklın ihtiyaçlarına yönelerek zihni edilgenlikten kurtarır. Son aşamada edebiyatın hayal gücü üreten dili kendini gösterir. Ona göre bilimi entelektüel alana, sanatıysa duygusal alana ait görmemizin sebebi: “Biri gerçekte var olan dünyadan diğeri sahip olmak istediğimiz dünyadan yola çıkar.”  Tahayyül edebildiğimiz ve olmasını istediğimiz bir dünya tasarımı, hayal gücünün devrede olduğu edebi metinlerde kendini gösterir.

Ülkemizde üretilen edebiyata göz gezdirdiğimizde cevabı aranması gereken birçok soruyla karşı karşıya kalırız. Frye’nin “olmasını istediğimiz dünya tasarımı” şeklinde edebiyata yüklediği misyon kendini ne ölçüde gerçekleştirmiştir? Ya da edebi metin adil yaşanabilir bir dünya tasarımı yapabilmiş midir? Edebi eser toplumsal ilişkiler bütünü içerisinde hangi rolleri üstlenir? Toplumun içinde bulunduğu hal göz önünde bulundurulduğunda bu sorulara olumlu cevaplar vermek pek mümkün görünmüyor. Nihayetinde ya edebiyat adil bir dünya tasarımı yapamıyor ya da yazılanlar toplumda bir karşılık bulmuyor. Bu sorulara verilecek üçüncü bir cevap da yazarın ayağını bastığı zemin, durduğu yerle ilgili olabilir.  Yazarın kendini ait hissettiği dünyayı anlamak için zamanı ya da mekânı deneyimleme biçimine, maddi nesneleri algılayışına odaklanmak gerekir. Zira günümüzde bir edebiyatçının kendini konumlandırabileceği yer çok çeşitliymiş gibi görünse de oldukça sınırlıdır. Yazar, dünyada kendini konumlandırdığı yere bağlı olarak gerçekliği bir hakikat arayışına uygun şekilde kurgulayabilir. Yahut rüzgârı arkasına alarak kurulu düzenin sözcülüğüne soyunmuş olabilir.

Dünyaya göz gezdirdiğimizde karşımıza hiç de hoş olmayan bir manzara çıkar. Tüm insanlığı tahakküm altına alan “Seküler Emperyalist Epistemoloji”, insanı tarihte benzeri görülmemiş bir sahnenin aktörü yapmıştır. Sadece tüketiciye indirgenen insan, bir performans öznesi olarak görevini yerine getirdikçe dünya garip bir yere evrilir. Hayatın her alanı “baştan çıkarıcı ve parlak imgelerle” doludur. Gündelik hayat birbirini tekrar eden rutinlere dönüşmüş, can sıkıntısı ve stres çokça dillendirilir olmuştur. Dinlere ve büyük anlatılara kayıtsızlık, ahlaki aşınma olarak kendini gösterir. Güven, yerini şeffaflığa; coşku, bunaltıya devretmiş, kültürel avamileşme estetik beğeni düzeyini teslim almıştır. Yerini gürültüye teslim eden müzik, marjinalleşen sanat, kışkırtıcı bir rol üstlenmiş; aşk yerini kaba bir cinselliğe, dinler boş hurafelere bırakmıştır. Aklın yerini güdüler ve dogmalar işgal etmiştir.

El-Messiri dünyadaki bu dönüşümün gerekçesini şöyle izah etmeye çalışır: “Yeni dünya düzeni, bugün dünyanın tüm uluslarını birer üretici ve tüketiciden yani kullanılabilir bir maddeden ibaret olduklarına inandırmaya çalışıyor ki böylece demirden kafese memnun ve hoşnut şekilde sokulabilsinler.” Bunun için en güçlü enstrüman da Batılılaşmış Üçüncü Dünya zihinleridir. Bu zihinler her neyle meşgul olursa olsun bir ön kabule sahiptir: “Gerçekliğin tüm düzeylerinde işleyen, modern bireyin kişisel rüyalarını, kamusal yaşamı ve davranış biçimlerini şekillendiren modern Batı medeniyetinin temel ve kapsayıcı paradigması.”  

Modern Batı medeniyetinin tarihsel süreçte edindiği tecrübeler ekonomi politiğini ve paradigmasını oluşturmuştur. Batılı yaşam üzerinde büyük dönüşümlere neden olan gelişmeler paradigmanın kaynağıdır: Coğrafi keşifler, emperyalizm, burjuvanın oluşumu, kapitalizmin sistematikleşmesi, işçi sınıfının oluşması, kentleşme, dini ve felsefi düşüncenin dönüşümü ekonomi politiğin temel dinamikleridir. Bu dinamikleri doğrudan tecrübe etmeyen Batı dışı toplumlar, Jean Baudrillard’a göre modernleşmenin metastazlarını yaşar. Batı, hegemonyasını kurmak için kendi sorunlarını dünyanın geri kalanına ihraç etmiş ancak tecrübeden mahrum toplumlar bu sorunları bünyelerine uygun hale getirerek sindirmeye çalışmıştır. Batı’da üretilen düşünce farklı insanların elinde farklı birer içerik, yönelim ve işlev kazanmış, yayıldığı yeni bünyede farklı şekilde tezahür etmiştir.

Söz gelimi bizim ülkemizde, Batı paradigmasını oluşturan dinamiklerin yansımaları oldukça farklıdır. Coğrafi keşfe ihtiyacımız olmadığını, ticaret yolları üzerinde oturduğumuzu sonradan fark ettik. Yaşanan gelişmeler bizi emperyalizmin nesnesine dönüştürdü. Parası çok kişilerimiz olsa da kapitalist üretemedik, serbest piyasada yer edinemedik. Burjuva kesiminin oluşumu ticari faaliyetle değil bürokrasi üzerinden gerçekleşti. Sanayi Devrimi’ni yaşamadığımız için işçi sınıfı hizmet sektöründe varlığını sürdürdü. Modern kent yerine çarpık şehirleşmeye maruz kaldık. Dini ve felsefi düşünce Batı ekonomi politiğinin belirlediği şartlarda dönüştü. Dönüşen insan kendine biçilen tüketici rolünü güle oynaya kabul etti. Nihayetinde Batı’nın ihraç ettiği kavramları kendi gerçekliğimize uygun formlara dönüştürerek yürürlüğe koyduk. Batılılaşma sürecinde kavramlar, olgular özgünlüğünü yitirip farklı içeriklere büründü.

Edebiyat alanında da Batı’da gelişen kuramsal düşünceler kendi bağlamından kopup başka bir toplumda filizlenirken yeni ve farklı bir yansımayla hayat buldu. Artık kendisi olmayan edebi yönelimlere dönüştü.

Varoluşçuluğu merkeze alan edebî anlayışın ülkemizdeki tezahürünü bu duruma örnek gösterebiliriz. Sartre ve Camus’un Batı’da fırtınalar estirdiği yıllarda bizdeki edebiyatçılar bu rüzgârın etkisiyle eserler verir. Batı’da Nietzsche ile başlayan modernizm eleştirisi iki büyük dünya savaşının yarattığı yıkımla yeni bir boyut kazanmıştır. Mevcut durum varoluşun anlamını sorgulayan düşünürleri yeni sonuçlara ulaştırır. Onlara göre dünya boş ve manasız ve yaşam saçma bir şeydir. Ölümün gerçekliği karşısında yaşamın anlamı yoktur. İnsan varoluşunu sorgulayarak özünü inşa eder. Kendi varlığına dair sorgulamalar yapan insan ahlaka uygun bir inşa gerçekleştirecektir.

Modernizm tecrübesini Batı’daki şekliyle yaşamayan bizdeki edebiyatçılar, elbette varoluşçuluğu da dönüştürerek hazmedecektir. Bu yazarlar, ekseriyetle varoluşla ilgili temel sorgulamalara kafa yormaz. Söz konusu edebî/felsefî akımı yüzeysel yapıda temsil eden eserler verirler. Sadece, trajik dünya tablosu karşısında hayatın hedonist yönlerine sarılırlar. Yaşamın anlamsızlığına karşı geliştirdikleri çözüm sapkınlığa varan bir cinsellik ve alkole sığınmadan ibaret kalır. Böylece varoluşçu düşünürlerin temelde itiraz ettikleri yere saplanıp kalmış olurlar.

Edebiyatın insanı kuşatan kötülükle alakası vardır. Yazar, eseriyle, İsteyerek ya da istemeden bu sistemin varsayımlarını pekiştirir ve ayakta tutar. Nihayetinde yürürlükte olan değerleri üreten otorite, zihinsel bir kuşatmayla yine kendini onaylatan bir edebiyata zemin hazırlar. Terry Eagleton’un tespitiyle: “Cinselliği, etnisiteyi, siyasi iktidarı, kültürü ele almak serbestken sosyal sınıfları, emek ve maddi üretimi, ekonomiyi ya da bir bütün olarak dini tartışmak mümkün değildir.” Elit zümrenin otoritesini sorgulayan bir edebiyatın üzerinde görünmez yasaklar vardır. Buna tahammülü olmayan yazar da teselliyi kendini rüzgâra teslim etmekte bulur. Belli kalıplara girmek oligarşik zümreler arasındaki yerinizi almak için yeterlidir. Böylece güçlülerin tahakküm mekanizmasında namı yürüyecek zevattan sayılmaya başlarsınız.

Batı dışı toplumlarda edebiyatçı rolü üstlenen kişilerin çoğu; kuşatılmış, manipüle edilmiş bir zihinle sahnedeki yerini almıştır. Kuşatılmış bu akıldan hayal gücünün devrede olduğu eserler sadır olması mümkün değildir. O, sadece kendini konumlandırdığı yeri meşrulaştırmanın peşindedir. Northrop Frye’nin zihnin üçüncü kademesi diye belirlediği aşamaya bir türlü geçemez. Kurgusunda beliren dünya, hayal gücünün ürettiği “olmasını istediğimiz” dünyalara evrilmez hiçbir zaman. Çünkü ona göre zaten dünya, kendini ait hissettiği yerde yeterince iyidir. Daha çok pratik aklın ihtiyaçlarını karşılayacak metinler oluşturur. Söz konusu pratik, Batılı bile diyemeyeceğimiz kendi gerçeğine uygun şekilde dönüştürdüğü aklı temsil eder. Kendini hâkim paradigmanın yanına konumlandıran yazar, onun belirlediği dünyanın onaylayıcısıdır. Hayal gücü, silik bir fotoğraf gibi arka planda görünse de bir türlü devreye girmez, zira bu bedel ister. Hakkın, adaletin temsilciliğini üstlenmek, iyiliğe arka çıkmak, yaşanabilir bir dünya tasarlamak her kişinin harcı değildir.

Bu tespitin sağlamasını almak oldukça kolay aslında. Suriye’de yaşanan son gelişmeleri de göz önünde bulundurarak on yıldır yazılan edebi metinleri gözden geçirmek yeterli. Savaşın yarattığı yıkımı, insana reva görülen sistematik işkenceyi, yurdundan sürülen milyonlarca insanı, ulaştığı yerde hor görülen, küçümsenen, ucuz işçi olarak çalıştırılan muhacirleri hangi yazarlar metnine taşıdı? Kendine soluklanacak yer ararken denizde boğulan anneyi, kucağındaki bebeği, evi taşlanan, ateşe verilen göçmenleri kim eserinde adil bir dünyaya taşımaya çalıştı? Özgürlük ve adalet talebiyle harekete geçen bu insanlar aklın sınırlarını zorlayan bedeller ödedi. Bundan sonra hangi gelişmeler yaşanır bilemeyiz ama ucu engin ve berrak bir sayfada hayatlarına devam etmeleri vicdan sahiplerinin muradıdır.

Zor gün gelip geçer. Şartlar değiştikten sonra haklının yanında olmak bir anlam ifade etmez. Yazar bu zor zamanda en azından kendi vicdanına hesabını verebileceği bir yerde durmalı.

Eserinde mazlumların sesi yankılanan yazarlara selam olsun.

*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam Düşüncesi'nin editoryal duruşunu yansıtmayabilir.

Yorum Yapın