Erbain’de Şehrin ve İnsanın İzini Sürmek

Geleneksel şehirler orada yaşayanların aidiyetini vurgulayacak şekilde imar edilmiştir: Safranbolu’nun ahşap evleri ile Mardin’in taştan yapılmış evlerinin farkı kullanılan malzemeden ibaret değildir. Şehir, doğaya, hayata, sahip olunan değerlere vurgu yapan paradigmanın ürünüdür. İnsan ilişkilerini bütün boyutuyla barındıran hafızadır.

Sanayi Devrimi’yle yürürlükten kalkan geleneksel yaşam formları yerini kentsoylu bireyin anlam dünyasına devreder. Şehirler de modern anlayışın gereği olarak büyümek, ilerlemek, işlevsellik fonksiyonlarına uygun biçimde dizayn edilir. Bu yeni dünyada küçük işletmelerdeki üretim faaliyetleri yok olmuş, seri üretime geçilmiştir. Sanayide ihtiyacı hissedilen iş gücü, köyden şehre göçü başlatır. Üretimi omuzlayan işçi sınıfı şehirlerin yeni ahalisidir artık. Köylü kimliğini tam olarak yitirmeyen bu yeni sınıf, şehrin cazibesine kapılmıştır. Kendilerinden önce şehirde var olan elitlerin arasına katılmak temel hedefleridir. Halbuki burjuva diye adlandırılan elitler, kendilerine yönelen bir tehdit olarak algıladıkları yeni zümreye karşı gerekli tedbirleri üretmiştir.

Şehirdeki müstahkem otorite; eğitimden kültüre, alışverişten arzulara varıncaya kadar her şeyi kontrol altında tutar.  Geleneksel denetim mekanizmalarının olmadığı bu yeni ortam, özgürlüğün kaynağı olarak öğretilir. Halbuki icat edilen “kamusal alan” şehir hayatını sürdüren bireylere kendi yerini göstermektedir. Belli alanlar oraya girmeyi sağlayacak belli statülere sahip olmayı gerektirir. Şehirde yaşayanlar burada olmanın gereğini yerine getirmek zorundadır. Açık ve örtük yasalar bir yandan otorite tarafından denetlenirken diğer yandan aynı şehirde yaşayanların birbirinden beklentisine dönüşür. Gereğini yapmayanlar dışlanır, ötekileştirilir.

Nihayetinde insan kendi eliyle imar ettiği şehirle diyalektik bir ilişki içerisindedir. İmar ettiği şehir, insanı inşa etmektedir. Ancak ne hikmetse ulaşılan her sentez, sermaye sınıfının elini güçlendirecek, otoritesini pekiştirecek niteliktedir. Şehir, “insan” olma özelliğini yitirip kendine biçilen “tüketici” rolüne uygun davranan “kentsoylular” yetiştirmenin peşindedir.

 İsmet Özel’in düşünce dünyasında ve şiirinde değişmeyen izleklerden belki de en güçlüsü modernizm eleştirisidir. Ona göre “Dünyada antik çağlardan beri devam eden insan münasebetlerinden farklı, insanların geçim uğruna giriştiği işlerden farklı, devletlerin yöneticileriyle yönetilenler arasındaki eski bağlardan farklı bir düzen, bir sistem yürürlüktedir.”  Gücünü maddi imkanlarını seferber edişinden değil, insanlar üzerine saldığı manevi örtüsünden alan “dünya sistemi” hakkında kafa yorar. Rıza ve itaati gerçekleştirmek için sistemin kullandığı ideolojik aygıtları belirleyip onlarla hesaplaşmaya girer. Erbain’de toplanan şiirler, söz konusu sistem karşısında tutunduğu tavrın, giriştiği hesaplaşmanın izleriyle doludur. Şiir üzerinden sürdürülen bu hesaplaşmada öne çıkan unsurlardan ikisi dikkat çekicidir: şehir ve insan.

Modern dünyanın kendini gerçekleştirdiği şehirler, onun gözünde kötülüğün kaynağıdır. Şehirde yaşıyor olsa da şehir ve ahalisi arasında gerçekleşen diyalektik ilişkiye razı değildir. Bu tutumuyla dünyada yapayalnız kaldığını düşünen şair: “İnsanın kendi doğruları ile dış dünyanın somutluğu arasında bir uyumsuzluk, bir basınç farkı olması” nedeniyle şiire başvurduğunu söyler.

1962’de yazdığı “Tüfenk” şiiri, söz konusu izleğin ilk işaretidir.  Hiçbir endişesi olmayan çocuklar, bir zamanlar atlı ve güçlü ebeveynlerinin gölgesinde uykularını sürdürmektedir. Şehirlerin çağrısı devreye girer, boyuna ateşler söner dağlarda: Göç başlamıştır. İnsan üzerinde tahakküm kuran otoritenin yokluğunu temsil eden dağlar terkedilir, denkler bağlanır, güvenlikli alandan uzaklaşılır. Ulaştığı yerde güzelliğini yitiren insan, yepyeni ve yabancısı olduğu korkuların pençesinde şehri deneyimler. “gözlerimi engel oluyor güneş” dizesiyle nihayete eren şiirde modern hayatın ışıltısını imgeleyen güneş, hakikatin görülmesine engel olmaktadır. Şiire hâkim olan savaş, mücadele ve öfke teması geçmiş güzel günlere duyulan özleme karışmıştır. Aynı özlem bir yıl sonra yazdığı “O Bağımsız Dağların” şiiriyle pekişir. İnsan üzerinde tahakküm kuran otoriteyi şiirde iki kez tekrar edilen “sarışın olanlar” sözcükleri imgeler bu kez. Anlatıcı, şehirli bir hayata çağıran “sarışın olanlar” üzerinden düzenin yarattığı çelişkileri sıralar.

Sonraki yıllarda şair, uzunca bir süre karşılaştırma yapar. Şehre göç etmeden önce ve sonra sürdürülen hayatlar, metafor ve imgelerle sayılıp dökülür. Yapılan karşılaştırmada şehir fail unsurdur. Kendisine kavuşanı değiştirir. Dikkatli bir okumayla, parçalar birleştirilerek insanın yaşadığı zorunlu dönüşüm anlaşılır. Kendi halinde akan ve kimseyi rahatsız etmeyen hayatın ritmi, “Acının Omuzlanışı” şiirinde yerini gürültüye terk etmiştir. Çocuklar modern çağın kaygı ve korkularıyla büyür. Sıradanlaştırılan toplum ilişkilerinde kadın bir metaya dönüşmüştür. “aslan gibi bir kocası var mıydı bu kadının?” dizesiyle erkeğin sürece olumsuz etkisi vurgulanır.

“Gırtlağımda bir harf büyüyor” dizesiyle başlayan “Partizan” şiiri dışa vurulamayan bir öfkeyi dillendirme gayretidir. Öfkenin kaynağı kabaran bir çarpıntı olan şehirdir. Şehir, doğası gereği her şeyi alınıp satılacak bir metaya dönüştürerek anlamını bozar.  Haksız kazancın, emekçi yığınlardan gasp edilen artık değerin pazarlandığı yerdir. “domuzuna ölüyor bankerlere durarak / noterden onaylı kağıtlara durarak / mevlit ilanlarına durarak” dizeleri anlam bozumunun ekonomi, hukuk ve din alanlarındaki örneklerini sunar. Şehir, eski alışkanlıklara yeni anlamlar yükleyerek kuşatır insanı. Şiirdeki anlatıcının gırtlağında büyüyen harf, şehir insanına anlamsız gelir. Bunun nedeni “ne bir suçlu çağrışımı ne karabasan / yalnız o herkesler / o herkesler kendine akarak boğulan” dizelerinde söylenir. Şehirde herkes birbiriyle aynı şeyi düşünür ve bir türlü özne olamaz.  Kierkegard’ın düşünce sisteminde “kendini doğurmak” şeklinde ifadesini bulan durumu “bir gerdek olarak yaşıyoruzdur kendimizi / ne beklenebilir” dizeleri açığa kavuşturur. Şehirde haz üstüne kurulu bir hayat sürülmektedir. Bu hayat tarzı hakikatin önüne gerilmiş bir perde işlevi görür.

“Kan Kalesi” şiirinde saçlarına bin küsur yalnızlığı takıp girdiği şehri, gizemli bir dehliz gibi dolaşır. “sıkıca tutuyorum kendimi şehre karışmaktan alıkoymaya” derken niyeti açıktır: İnsan varlığından tuhaf tohumlar bırakmak, bu yolla şehrin defterini dürüp yanına uzanmak istemektedir. Şehir hayatına bütün boyutlarıyla tanıklık etse de aidiyeti reddeder. Bu reddediş “…Ki bir sis / şehri sarıyor, bir dehliz olan bana ulaşamıyor ama / herkesin içinde iğdiş edilmiş bir bahar” dizelerinde ifadesini bulur. Kanına çakıllar karıştıran bir isyanadır aidiyeti.

Şehir ontolojik güvenliği de tehdit etmektedir ve anlatıcı buna karşı çıkışını rahatça söylemek ister: “ağlamadan / dillerim dolaşmadan / yumruğum çözülmeden gecenin karşısında / aşktan utanmayıp utandırmadan aşkı / üzerime yüreğimden başka muska takmadan / konuşmak istiyorum” der. Korku ve tedirginlik olmadan yürünecek bir yol arayışının ifadesidir “Mazot” şiiri. Bu arayışta da bir sorgulama ve karşılaştırma yapmaya devam eder: “Şehre neden / esmer ve dölek yüzümle döndüm dağlardan / kar vakti tarlaları kımıldatan soluğum / niyedir sarmalasın vites dişlilerini / defneler, nakışlar yok / alnımda neden” dizeleri doğa yaşamını terk edip şehre gelmenin sorgulandığı dizelerdir.

“Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında” dizesi “Kanla Kirlenmiş Evrak” şiirinin her bölümünde tekrar edilir. Her tekrardan sonra şehrin, orada kurulan düzenin insana reva gördüğü kötülükler sıralanır. Aşkları, inançları işgal altındadır. Çünkü ölülere bile saygısı olmayan bir akıl yürürlüktedir. Geçmiş günler, anlayışlar sürekli aşağılanır, hor görülür. Maruz kaldığı kötülüklerden kurtulmak için ulaşacağı bir adres kalmamıştır. Çünkü şehirde kurulan düzen çizginin dışına çıkmaya izin vermez. “Küfre yaklaştıkça inancım artıyor” diyen şiirdeki özne, pes etmez. Medeniyetin inceliği vererek içtenliği aldığını düşünen şair rahatın keyfe, güzelin fanteziye dönüştüğü hayata razı değildir.  Aynı kitabı yeniden okuma kararlılığındadır.

“Propaganda” şiiri “Köleler gördüm, karavaşlar” dizesiyle başlar. “Sistemi ayakta tutan bir üretim tarzı, bu üretim tarzının ortaya çıkardığı piyasa mekanizması veya paranın yerini tutan ilişkiler zinciridir. Sistemin dayattığı sosyal ilişkiler vardır ve bu sosyal ilişkileri kaim kılmak üzere getirilen siyasi rejimler vardır. İnsanlar hayatlarının sistemin işlemesine sıkı sıkıya bağlı olduğuna inandırılmışlardır” Şairin köle diye nitelendirdiği bu inandırılmış şehir ahalisidir. Hayatları belli alanlara sıkıştırılmış ve belirlenmiş rolleri oynamaktadırlar. “sinemalara saklanıyorlar kışın / yaz olunca denizin yalayışlarına / kaldırımlarda demokrat / otobüslerde dindar” olmak ortak yazgılarıdır. Tüketicinin hapsedildiği zindan mağaza vitrinleridir. İronik şekilde kullanabildiği tek silah tüketmektir. Tüketim toplumunda kendisine biçilen rolün farkına varıp buna itiraz edene silahlar çevrilir. Namlusu akla çevrilmiş silahlar…

Bildiri, herhangi bir durumu topluma açıklamak için yayımlanan açıklamadır. Özellikle belli kesimler siyasi otoritenin sakıncalı bulduğu düşüncelerini el altından dağıttıkları bildirilerle açıklamıştır. “Esenlik Bildirisi” şiiri de şehirdeki otoriteye kafa tutan içeriği nedeniyle bu adı hak eder. Dünyanın büyüsü bozulmuştur. Urgan satıldığı halde kenevir kokmayan, kandil gecelerinde doğal duyarlılığı hissettirmeyen şehirler vardır artık. Geleneksel dünyaya ait küçük izler bile anlam kaybına uğramıştır. Bütün insani ilişkiler, değerler piyasa malı olmuş, tecime elverişli hale getirilmiştir. Propagandası medya üzerinden yapılan yeni hayat tarzı belirli ve tek bir anlayışın tasallutu altındadır. Bu duruma ancak bir vandallıkla karşı durulabilir. “o şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir”   

Şehir yapacağını yapmış ve modernitenin etkisiyle yabancılaşmış birey arzı endam etmiştir artık. “Üç Frenk Havası” şiirinde anlatıcı, modernitenin kendini gerçekleştirmek için kurduğu şehirde bir yabancıdır. Mezarından başka bir yerinin olmadığını düşünür. Kalabalıklar tek tip insana dönüşmüş, her türlü bilgilenmeye kuşkulu gözlerle bakılmaya başlanmıştır. Şiirin belli bölümlerinden sonra “şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin” dizesi eklenen birer dizeyle tekrar edilir. Tekrarların her biri şehir insanının farklı bir yönüne vurgu yapar. Bir araya getirilerek söylenecek olursa şehrin insanı; kaypak ilgilerin, zarif ihanetlerin, bozuk paraların, sivilcelerin, pahalı zevklerin, ucuz cesaretlerin insanıdır. Her biri metaforik olarak anlaşılması gereken ve üzerinde çokça konuşulabilecek olumsuz niteliklerdir bunlar.

İsmet Özel’in “Erbain”de topladığı şiirleri, şehir ve insana dair bu yazının boyutunu aşacak malzemeyle doludur. Bununla birlikte şiiri belirli anlam kalıplarına oturtmak mümkün değildir. Şiirin doğası gereği mezkûr dizeleri farklı bakış açılarıyla anlamlandırmak mümkündür. Özel’in söylediği gibi: “Şiir öğretir, ama kanıtlamaz; gösterir ama sergilemez. Şairin ve şiir okurunun şiirde buldukları sadece kendi uçkunluklarıdır.”

Kendini sürekli revize edip güçlendiren modern dünyanın son numarası “küreselleşme” politikalarıdır. Kültürel ve ekonomik farklılıkların ortadan kaldırılması, tüketim alışkanlıklarının aynılaştırılması merkezdeki hedeftir. Böylece üretim, pazar, yatırım gibi konularda karşılaşılan sorunlar ortadan kalkacak ve sermaye daha da güçlenecektir. Elbette bu yeni durum yeni bir insan tipine ihtiyaç duyar. Şirketler, ahtapot gibi hayatın bütün alanlarına nüfus ederek modern olanın da ötesinde bir yıkıma soyunmuştur. Ekonomik, kültürel, mimari düzlemde şehirleri ve burada yaşayanları yeniden organize eder. Modern dönemde alt yapısı oluşturulan düzen; teknolojinin desteğiyle üreten, yöneten, eğiten herkesi, her şeyi birbirine benzetir. Böylece otoritesini kabul edecek gönüllüler oluşturur.

Erbain’de, “kırk yılın şiirleri” başlığı altında toplanan şiirlerin sonuncusu 1984 yılında yazılmıştır. Üzerinden dünyadaki değişimin ivme kazandığı bir kırk yıl daha geçtiği düşünülürse dönüşümün boyutları fark edilir. Oluşan yeni dünyanın beraberinde yeni anlayışlar ve kendine özgü bir dil getirmesi elbette kaçınılmazdır. Günümüz şairinden beklenen “çatlıycak kadar aşkî yüreklerini” dik başlar ve erkek haykırışlarla göndere çekmesidir.

*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam Düşüncesi'nin editoryal duruşunu yansıtmayabilir.

Yorum Yapın