Faruk Karaarslan: Sömürgeciliğin yeni biçimlerinin ifşa edildiği çalışmalara ihtiyaç var

  • Paylaş:
  • Tarih: 05 Nisan 2025     Y: Faruk Karaarslan    Yazdır
img
Faruk Karaarslan: Sömürgeciliğin yeni biçimlerinin ifşa edildiği çalışmalara ihtiyaç var

İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne denilebilir? “Dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilebilir mi? Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişini nasıl düşünmek gerekir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Sömürgecilik" dosyasında Doç. Dr. Faruk Karaarslan'a sorduk.

1. Sömürgecilik nedir? Modern ve klasik sömürgecilik arasında fark var mıdır? Edward Said’in “oryantalizm, sömürgeciliğe keşif kolu hizmeti sunmuştur.” tespitini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sömürgecilik bir devletin ya da siyasi otoritenin başka bir devleti, toplumu; kültürel siyasal ve iktisadi açılardan kendi çıkarları için kontrol etme arzusudur. Bu süreç genellikle askeri güç ya da ekonomik güç ile gerçekleşir. Sömürgeciliğin birçok türünden bahsetmek mümkündür. Klasik sömürgecilik, modern sömürgecilik, kültürel sömürgecilik, bunlardan bazılarıdır. Klasik sömürgecilik en genel anlamıyla 15. yüzyılda Avrupa’da başlayan ve başka ülkelerin keşifleri sonrasında gelişen süreci ifade eder. Modern sömürgecilik ise 19 ve 20 yüzyılı tanımlamak için kullanılır. Her ne kadar bu tanımlamalar arasında bazı farklılıklar olsa dahi süreçlerin iç içe geçtiğini ifade etmek gerekir. Bu anlamda klasik sömürgecilik imparatorluk çağının askeri müdahaleciliğini imlerken, modern sömürgecilik sanayi devrimi sonrasında özellikle hammadde arayışının getirdiği süreci ifade eder. Bu iki kavram arasındaki benzerlikleri ve farkları iyi anlayabilmemiz için, modern dönemi şekillendirdiğini düşünebileceğimiz kavramların birbiri ile irtibatlarını doğru keşfetmek gerekir. Oryantalizm, sömürgecilik modernizm, ilerlemecilik, evrimcilik, aydınlanma ve bunun gibi birçok modern Avrupa'yı ortaya çıkartan kavram eş güdümsel olarak şekillenmiştir. Bu anlamda Edward Said’in oryantalizm sömürgeciliğe keşif yolu hizmeti sunmuştur tespitini kabul edebiliriz. Nitekim bir yeri sömürmeden önce o yerin bilgisine sahip olmak sömürü süreçlerini kolaylaştırıcı rol üstlenmektedir.

2. İslam dünyası toplumlarının sömürgecilik tecrübesi ve takındığı tutum-tavır hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Malik b. Nebi’nin “Sömürgecilik kötüdür. Ancak daha kötüsü sömürülmeye elverişli olmaktır.” tespiti hakkında ne söylemek istersiniz? Malik b. Nebi'den sonra İslamcılar sömürülebilirlik sorunu üzerine ne kadar eğildiler?

Aslında bu soru çok kapsamlı ve farklı perspektiflerden açıklamaları gerekli kılar. İslam dünyasının sömürgecilik karşısında takındığı tek bir tavırdan bahsetmek mümkün değildir. Farklı coğrafyada, farklı tavırların şekillendiğini izleyebiliriz. Bu noktada genellemeci tek düze açıklamalarda kaçınmak gerekir. Fakat her coğrafyanın, her toplumun kendine has deneyimini, bu toplumların sömürgecilikle irtibatını, sömürgecilik karşısındaki mücadele biçimlerini ayrıntılı bir şekilde ele almak ve incelemek gerekir. Yanı sıra sömürgeciliğin sadece İslam dünyasıyla ilgili olmadığını belirtmek gerekir çünkü İslam dünyası tanımlaması bazı durumlarda perspektif sınırlandırılmasını gerektirmektedir. Esasında sömürgecilik tarihe ve insanlığa dair işlenmiş kollektif bir suçu ifade etmelidir. Sadece İslam dünyasını paranteze almak ve sadece İslam dünyasının sömürgeciliğe konu olduğunu ifade etmek tarihe haksızlık etmek anlamına gelebilir. Bu meselelere insani ve İslami hassasiyetler ile bakanların sadece İslam dünyasını değil bütün insanlığın sömürgeciliğe karşı mücadelesinin altını çizmesi gereklidir. Bu İslam’ın evrensel ve kuşatıcı dilinin zorunlu sonucudur.

Sorunun diğer kısmını geldiğimizde ise biraz daha temkinli olmak gerektiğini düşünüyorum. Bilindiği üzere Malik bin Nebi sömürülebilirlik kavramını merkeze alır ve sömürülmeye elverişli olma durumlarını açıklamaya çalışır. Bu noktada asıl sorunu sömürülmeye müsait bir zihniyete sahip olmakta görür. Elbette bu sömürgecilik süreçlerini kısmi de olsa açıklamaya muktedirdir. Fakat tarihsel süreçleri ve pratik deneyimleri göz önüne aldığımızda sömürülmeye müsait olmanın bir tercih olmadığını gözlemleyebiliriz. İnsanlığın tarihsel süreçte geldiği yeri göz önünde bulundurduğumuzda, ticari kapitalizmin ve iktisadi kapitalizmin sadece başka toplumlar için değil Avrupa’nın kendi halkı için de sömürü süreçlerini doğurduğunu görebiliriz. Bu konuda Marksizm literatürünü önemsemek gerekir, nitekim anti kolonyalist literatür bu ekol üzerinden şekillenmektedir. Tarihte bazı toplumların sömürülmemeyi tercih etme lüksünün olmadığını görebiliriz çünkü sömürgecilik aynı zamanda teknolojik ilerlemeyle doğrudan irtibatlıdır yani güç ilişkisini merkeze alır. Bu noktada esas mesuliyetin güçlü olan da olduğunu güçlüyken ezmenin sövmenin adil olmanın insanlıkla irtibatını görmek gerekir. Bu anlamda insani olmayan elinde güç var iken sömürmektir. Bu ilişkide esas mesuliyet güçlü olandadır. Daha basit bir ifadeyle sömürgecilik güçlü olandan çıkmaktadır. Gerçek suçlu ise sömürmeye tevessül edendir. Sürecin bir diğer boyutu ise bazı durumlarda İslami zihniyetin tarihsel süreçte güçlü olmakla uyumlu olmadığıdır. Örneğin herhangi bir savunma amacı gütmeden teknolojik gelişmenin bir sonucu olarak atom bombasını üretmek İslami zihniyete uygun değildir ya da askeri bir teknolojiyi, kitle imha silahlarını herhangi bir tehdit olmadan üretmek kullanmak İslami zihniyete uygun düşmemektedir. Dahası hayatın geçiciliğini oyun ve oynaştan ibaret olduğumu vurgulayan bir zihin dünyasında güçlü olmanın anlamsal karşılığı yoktur. Dolayısıyla mesele bir zihniyet meselesidir bu zihniyet süreçlerinin ürünü olsun ya da olmasın güçlü olmamaktan kaynaklanan sömürülmenin maliyeti sömürülen toplumlara çıkartılırken temkinli olunmalıdır. Bu noktada asıl faili ve suçluyu gölgeye düşürmemek önemlidir. Suçlunun kim olduğunu bağırmak gereklidir. Bu bağlamda Malik Bin Nebi'nin sömürülmeye müsait olma kavramının gerçek suçluya ilişkin muğlak bir alan üretmek işlevi görebileceğini düşünüyorum. Dahası sömürgecilik süreçlerini toplumsal psikoloji açısından gerekçelendirmeye neden olabilmektedir. Aciz olduğumuz için sömürülmüyoruz. Adil olmayan bir dünyada yaşadığımız için sömürülüyoruz perspektifinden hareket etmek gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda mesele düzenin bizzat kendisi olmalıdır.

Malik bir Nebi’den sonra sömürülebilirdik kavramı birçok açıdan tartışılmıştır fakat İslam dünyasında bu tartışmaların halen çok cılız olduğunu ifade etmek gerekir. Marksist ya da post kolonyal literatür bu anlamda çok daha gelişmiş durumdadır. Bu sebeple sömürgeciliğin farklı süreçlerini ve farklı coğrafyalardaki yansımalarını anlamaya, ifşa etmeye ihtiyaç duyan eserlere halen ihtiyaç vardır. Özellikle sömürgeciliğin yeni formlarını tanımlamak ve bu formların işleyiş biçimlerini ortaya koymak gereklidir.

3. Modern tarihe özgü ideolojik akımları, Avrupa’ya mahsus sosyal gerçekliğin küreselleşmesine hizmet etmesi bakımından, sömürge aparatları olarak nitelemek mümkün mü? Neden? Bir sömürge aparatı olarak aydına nasıl bir konum biçiyorsunuz?

Öncelikle bu çok geniş bir soru. Modern tarihe özgü ideolojik akımlardan neyi kastettiğimizi açmak gerekir. Örneğin muhafazakarlığı, İslamcılığı, milliyetçiliği, kapitalizmi, sosyalizmi ve daha birçok ideolojik akımı modern tarihe özgü kabul edebiliriz. Farkındaysanız bunların bir kısmı birbirinin karşısında konumlanmış ya da bütünüyle birbirinin zıttı olarak kurulmuştur. Elbette bazı ideolojik tutumlar sosyal gerçekliğin küreselleşmesine hizmet etmesi bakımından, aktif rol üstlenmiştir. Fakat modern tarihe özgü bütün ideolojik akımları bu gözle değerlendirmek kapsamlı bir analizden uzaklaşmayı gerektirir.

Aydınların, Avrupa merkezli dünyanın, sömürgecilik ve kapitalizm vasıtasıyla ya da başka bir ideolojiyle bütün dünyaya yayılmasında aktif bir rol üstlendiğini söyleyebiliriz. Bu anlamda oryantalist literatürün titizlikle tetkik edilmesi gerekir. Özellikle Napolyon’un Mısır seferinde birçok aydını yanında götürerek Orta Doğu’nun siyasi, kültürel ve iktisadi haritasını çıkarttığını biliyoruz. Benzer süreçlerde Fransa’da ortaya çıkan ansiklopediler akımı ve yine Avrupa’nın farklı coğrafyalarında farklı tarihsel süreçlerde şekillenen aydınlanmacı düşüncenin bir sömürge aparatı olarak aydınları konumlandırdığı ifade edebiliriz. Bu anlamda aydınlar tabiri caiz ise entelektüel lojistik misyonu üstlenmişlerdir. Fakat bu kanaatte de temkinli olmak gereklidir. Nitekim Avrupa merkezcilik eleştirisi ya da sömürgecilik eleştirileri yine Avrupalı aydınlardan çıkmaktadır. Bu bağlamda totalci yaklaşımlardan ve genellemelerden uzak durmakta fayda vardır. Hatta post kolonyalist literatürün, kolonyalist literatürünü destekleyen merkezden türediğini ifade etmek gerekir. Daha sonrasında farklı coğrafyalarda sömürgecilik karşıtı metinler üretilmiş olsa da kolonyalizmin, post kolonyalizmin, de-kolonyalizm in ya da yeni kolonyal biçimlerin asli metinlerinin yine Avrupa akademisinde üretildiği belirtilmelidir. Bu noktada aydının konumu iyi tayin etmek gerekir. Ortaya çıkış itibariyle baktığımızda ise aydınların sömürgeciliğin özellikle kültürel boyutunun tüm dünyaya yaygınlaşmasında önemli bir rol üstlendiğini söyleyebiliriz. Hatta bu durum bazı filmlere de konu olmuştur. Deli ve Dahi filmini buna örnek gösterebiliriz. Oxford sözlüğünün yazılış hikayesini anlatan bu film bir sözlüğüm yazılmasının arkasındaki siyasal konumları göstermesi açısından önemlidir. Sözlük yazımının yanı sıra ansiklopedi yazımı tarih metinlerinin üretimi ders kitaplarının yazımı düşünce tarihi yazımı Avrupa ve Dünya tarihi yazımı başlı başına sömürgeciliğin ve Avrupa merkezli dünyanın şekillenişinin entelektüel boyutunu oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bunun için sözcükleri ve tarih kitaplarını okurken daha temkinli olmak gereklidir.

4. Tekno-endüstriyel çağda yapay zekanın baskın karakteri sömürgeciliği dijital platformlara da taşımış görünüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Artık “dijital sömürgecilik” gerçekliğinden bahsedebilir miyiz?

Bugün sömürgeciliğin farklı platformlarda ve yeni formlarda devam ettiğini söyleyebiliriz. Artık kitleleri sosyal medya üzerinden ulaşmak çok daha kolay hale gelmiştir. Bu manipülasyona açık bir alan anlamına gelmektedir. Dolayısıyla dijital platformların verisini elinde tutan ve bu verileri yönlendirebilen merkezler manipülasyonu gerçekleştirebilmektedir. Bunu savaşlarda, seçimlerde, sivil toplum lobiciliğinde, devletlerin bazı kararları alma süreçlerinde, ticaret savaşlarında, borsada ve daha birçok alanda deneyimliyoruz. Bu anlamda bir dijital sömürgeciliğin varlığından bahsetmemiz gerekir. Dahası bu türden bir sömürgecilik karşısında uyanık olmalıyız. Örneğin büyük sosyal medya platformlarının dilediği ülkeye ya da dilediği içeriğe sansür koyabilmesi ya da basit bir olayı dünya gündemi açısından çok önemli hali getirme gücü dikkate değerdir. Bu her şeyden önce dijital sömürgeciliğin farkında olunmasıyla ortadan kalkabilecek bir durumdur. Bu farkındalıkla beraber alternatif platformların üretilmesi, dijital süreçlere ilişkin ulusal ve uluslararası hukuk alanının şekillendirilmesi gerekmektedir. Yani boykot sadece belirli markaların alınması ya da alınmamasından ziyade bir tutum olarak ya da bir tavır olarak benimsenmelidir. Bu tutumun ve tavrın ilk saati bir süreçten ziyade ahlaki bir zeminde gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu ahlaki zemin menşeinizden bağımsız bir şekilde sömürge olan ve sömürgeci olmayan, insani olan ve insani olmayan, tabii ve tabii olmayan gibi eklemlerden üretilmelidir. Bu anlamda kaynağı neresi olursa olsun zulme ve adaletsizliği kapı açan her ürün ya da her tavır boykotun konusu olabilmelidir. Bizden ya da başkasından olmasını önemsemeksizin adaletin bir ölçü olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla insanlık tarihi kadar eski olan iyinin ve kötünün adilin ve zulmün mücadelesinin günümüzde de dijital platformlarda devam ettiğini fark etmeliyiz. Bunun üzerinden varlığa ilişkin bir tutum varlığa ilişkin bir bilgi sistemi bu tutum ve bilgi sisteminin ürünü olan bir ahlaki tavır üretmek zaruridir. Bu ahlaki tavır ancak böyle bir zeminde şekillenebilir. Bu zemini üretmekte ki temel mesuliyet de hassasiyet sahibi adil insani perspektifi bir kenara koymamış düşünürlere yöneticilere ve zenginlere düşmektedir. Sömürgeciliğin ya da dijital sömürgeciliğin toplumsal ve kültürel olarak önlenmesi ancak böyle bir mutabakatla mümkündür.

5. İnsanlık son yüzyılda iki büyük dünya savaşı gördü. İçinde bulunduğumuz koşullar yeni bir dünya savaşına kapı aralayabilir mi? 19.yüzyılda olduğu gibi enerjinin merkezde olduğu yeni bir sömürgecilik çağı mı başlıyor? İçinde bulunduğumuz durum hakkında ne dersiniz?

Esasında bu soru tarihe nasıl yaklaştığımızda ilgilidir. Ben tarihin savaşlarla ya da kırılmalarla şekillendiğini düşünen birisi değilim. Tarih belirli bir süreç içerisinde farklı olguların ortaya çıkmasıyla devam eder. Sonrasında biz bu olgulara zaman tayin etmek suretiyle tarihi dönemler deriz. Fakat yaşandığı anlar düşünüldüğünde tarihi olaylar bir anda ortaya çıkmış ya da bir anda ortadan kalkmış değildir. Bu durum savaşlar için de geçerlidir. Hiçbir savaş bir günde başlamamış ya da bir günde bitmemiştir. Öncesi ve sonrasında bir sürekliliği barındırır. Esasında her zaman bir savaş ve barış ortamı vardır. Savaşın en hararetli zamanlarında çocuk oyunlarının oynanabiliyor olması gündelik hayatın devam ettiği anlamına gelir. Hiçbir krizin görünmediği bir ortamda yöneticilerin diplomatik kavgaları ise bir savaşın varlığına işaret eder. Yani tarihi süreç içerisinde aldığımızda her an bir savaş ve bir barış halinde olduğumuzu düşünebiliriz. Bu anlamda toplumlar savaş halindedir. Aynı şekilde barışı da barındırmaktadır. Fakat bunu farkında olan ya da farkında olmayan toplumlar vardır. Savaşın en sıcak haline hazır olan ya da hazır olmayan toplumların varlığından bahsedebiliriz. Soruya dönecek olursak içinde bulunduğumuz koşullar zaten bir dünya savaşının varlığını bize hissettirmektedir. Para birimlerinin birbiri arasındaki bağ, uluslararası ticaretin zaruriyeti, ve toplumların üretim ve tüketim açısından birbirine bağlılığı, iklim krizi, yapay zeka çalışmaları, biyolojik silahlanma ve daha birçok küresel olgu bu savaşın belirli parçalarını ifade etmektedir. İçinde bulunduğumuz çağı eski tarihlerdeki gibi meydan savaşlarından ziyade gündelik hayat savaşları olarak tanımlayabiliriz. Artık kaç düşman öldürdüğümüzden ya da kaç şehri ele geçirdiğimizden ziyade başka bir toplumun ekonomisini ya da akademik dünyasını ne kadar etkileyebildiğimiz önemli hale gelmiştir. Bugün üniversitede yükselmek isteyen bir akademisyenin İngilizce makale yazmak zorunda olması yeni bir dünya savaşının kazanılması ya da kaybedilmesi olarak düşünülebilir. Ya da tekelci sosyal medya platformlarının manipülasyona açık hali bir savaşın kazanılması ya da kaybedilmesi anlamına gelebilmektedir.  Bu durumu gündelik hayatın tamamına yaygınlaştırabiliriz. Özetleyecek olursak her an bir savaş halinde ve her an bir barış halinde olduğumuzu düşünmek gereklidir. Bu kültür savaşı medeniyet savaşı ya da gündelik hayat savaşı olarak tanımlanabilir. Bu savaşlarda kazananlar ve kaybedenler ise bir önceki soruda ifade ettiğim varlığa ilişkin tavır alabilme durumuyla ilgilidir. Yani bütün mesele bir varlık tasavvuru ve idraki üzerinden gündelik hayatımızı şekillendirilecek pratik bir ahlaki tavır ve tutum üretip üretemediğimizdedir.

6. Türkiye’deki yayın dünyasının sömürge karşıtı literatüre ilgisi hakkında ne söylersiniz? Bu bağlamda Türkiye akademik-entelektüel havzasının ve İslami hareketlerin sömürgecilik hakkındaki duyarlılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sömürgecilik konusunda Türkiye’de önemli bir literatürün varlığından bahsedebiliriz. Fakat bu literatür büyük oranda tercümelerden oluşmaktadır. Telif eserler ise ne yazık ki kavramsal ve teorik tartışma düzeyinde kalmaktadır. Bu bağlamda sahadan örneklerin aktarıldığı ve sömürgeciliğin yeni biçimlerinin ifşa edildiği çalışmalara ihtiyaç vardır. Farklı coğrafyalar, farklı toplumlar ve farklı tecrübeler bu anlamda oldukça kıymetlidir. Düşünce alanındaki bu boşluğu doldurmak akademik ve entelektüel alanın işidir fakat bu alan da sömürgeci bir mantıkla işlediği için kuşatılmış durumdadır. Bu anlamda ne yazık ki akademik alanın ve daha genelde entelektüel alanın bağımsız olduğunu ve kendi tarihsel ve toplumsal tecrübesine odaklanan özgün perspektifler üretebildiğini söyleyemeyiz. Çok ayrıntılı ve boyutlu bir mesele olduğu için burada sadece başlık olarak ifade etmekte fayda var. Ne yazık ki bu gün akademi puan toplama alanına dönüşmüş durumda. Akademiye girmek, atanmak, unvan almak index fetişizmine tabii olmakla mümkün. Bu anlamda Türkiye üniversitelerinin önemli bir handikap barındırdığını söyleyebiliriz. Bu, index fetişizmidir. Bir taraftan kendi toplumunun bilimini yapmayı arzulayan akademisyenler diğer taraftan Avrupa merkezli indexlere girmek için, Avrupa mantığını sahiplenmek durumundadır. Entelektüel ve düşünsel alanı akademinin beslediğini düşündüğümüzde bu tam anlamıyla sömürülmeyi ifade etmektedir. Bence bu başlı başına bir dosya olarak ele alınmalı ve incelenmelidir. İslami hareketler boyutuna gelince, gözlemleyebildiğim kadarıyla İslami hareket halen saha hareketi olarak faaliyet göstermektedir. Akademi adına söylediğimiz handikap başka bir boyutuyla İslami hareket içinde söz konusudur. Bir taraftan Avrupa merkezciliğin eleştirisini yaparken diğer taraftan Avrupa”ya akreditasyonun bir parçası olan sivil toplum mantığını içselleştirmiş görünmektedir. Bu bağlamda sivil toplumun tarihsel ve coğrafi deneyimini yeterince etüt ettiğini düşünmüyorum. İslami hareket bir sivil toplum organizasyonu olmanın ötesinde ve dışında düşünsel arka planını oluşturmuş ve dünya meselelerine dair teklifi olan bir düzlemde olmalıdır. Buna dair iyimser bir tablonun varlığından bahsedebiliriz. Fakat halen düşünce dünyası ile sermayeyi buluşturacak, organizasyon yeteneği güçlü, devletten ve küresel organizasyonlardan bağımsız nitelikli işler ortaya çıkmamıştır. Bu her ne kadar ütopik bir evren gibi görünse de yapılması gerekeni ve İslami hareketin bana kalırsa temel işlerinden birini ifade etmektedir. Ne yazık ki ülkemizdeki düşünce kuruluşlarının, politika üretici yapıların ve düşünür yetiştirmeye dönük organizasyonların haline baktığımızda bu alandaki boşluk açığa çıkmaktadır. Bu sebeple düşüncenin kamusallaşması, derinleşmesi ve politikaya dönmesi için ihtiyaç duyulan sermaye ve organizasyon desteğini sağladığımızı söyleyemeyiz. Bu noktada kat edilmesi gereken çok yol olduğunu düşünüyorum. Bu yollar kat edildiğinde sömürgecilik karşısında duygusal duyarlılıklardan ziyade pratik tavırlar üretilmeye başlanacağı kanaatindeyim.   

7. Aksa Tufanı’nın Siyonist-evanjelist sömürgeciliğe karşı direnişi hakkında ne düşünüyorsunuz?  Bu direnişin küreselleşme imkanı var mı?

Aksa Tufanına ve sonrasında Filistin topraklarında gerçekleşen süreçlere ilişkin tanımlama, tarif, tasnif ve nihayetinde tanıklık yapacak hakkımızın olmadığını, bu konunun bir bilme ya da analiz meselesine dönüştürülemeyecek kadar olağanüstü olduğunu ve yapılan kötülükler ya da iyilikler karşısında hayret halimizi korumamız gerektiğini düşünüyorum. Bu sebeple müsaadenizle bu soruya kapsamlı bir cevap veremeyeceğim.

Yorum Yapın