İslamcılar gelenek ve modernlik denklemini doğru bir şekilde formüle edebildiler mi? Modernleşme ve emperyalizm arasında ne tür bir bağ vardır? Türk modernleşmesinin ayırt edici özellikleri nelerdir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Modernleşme" dosyasında Prof. Dr. Mustafa Aydın'a sorduk.
1. Modern, modernite, modernleşme ve modernizm gibi aynı kökten üretilen birçok kavram bizim zihin dünyamızı oldukça meşgul etmekte. Bu kavramların ve modernleşmenin tarihi arka planı hakkında ne söylemek istersiniz. Bu bağlamda modernleşmenin Batı tarihinde bir kesitle özdeşleştirilmesi ve farklı modernleşme türleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
“Şimdi’ ki durum” anlamına gelen Modernite kelimesinin ilginç bir serüveni var. İlk bakışta bu durumu anlamakta da zorlanmıyoruz. Çünkü her çağın ve o dönemin kendine has özellikleri varsa bir “şimdi” si de var demektir. Gerçi bu şimdinin bir temel esprisi vardır. Bu temel espri de genel olarak geçmiş yanlışlarla doluydu, şimdiki durum geçmişin yanlışlarından kurtulduğumuz yeni bir dönem, bir saadet devridir. Tabi söylemeye bile gerek yoktur ki eskinin yanlışının da şimdikinin doğruluğu da mantıksal bir açıklamayla belirlenemez, kabul edilen ölçeklere göre değişir. Yani her ne kadar çoğu kere geçmişin kötü, şimdiki yeninin daha iyi olduğu kabul ediliyor ise de yaşamakta olduğumuz güncel modernite örneğinde olduğu gibi geçmiş iyi, şimdiki daha kötü olabilir.
Batı tarihinde modernlik (manevi aydınlık dönemi anlamında) ilk defa 2. Yüzyılda Hristiyan dünyada kullanılmıştır. Buna göre Hristiyanlık öncesi, inanç sapıklıklarıyla dolu bir karanlık paganizm dönemi idi. Artık insanlık bu yeni din ile birlikte ışıklı bir modern döneme girmiştir. Bu haliyle modernite İslam’ın ilk dönemlerinde kullanılan cahiliye ve İslam ikileminde İslam (saadet) devri nitelemesiyle örtüşmektedir. Bu ölçek zaman içerisinde anlamını yitiriyor, dinden uzaklaşma durumuna göre dinlerin bu aydınlık devri, karanlık durumuna düşüyor.
Eski -yeni tartışması çok eskiyse de evrimin ilerlemecilik paradigması üzerine oturtulan “yeni” modernite 15. Yüzyıl sonrasında üretilmiştir. Batının tarih parselasyonundaki Yeni Çağı biz Müslümanların övünerek iddia ettiğimiz gibi İstanbul’un alınmasına değil, İkinci veya yeni Roma adları ile anılan ve daha sonra “Bizantion” ve geç devirlerde “Konstantinopolis’in kaybı gibi acıklı bir olaya bağlıdır. 1300 yıl sonra Hristiyanlığın yeni bir yorumu ile aartık yeni bir modernite dönemi başlamıştır. Hristiyanlıkla partallaşır gözüken bütün felsefeler bu konuda yeni bir yorumdur. Objektif olduğuna inanılan bilimler bile bu yoruma önemli katkılarda bulunmuşlar dır. Mesela sosyoloji toplumların aşkın değerlere göre değil, etkileşimin içkin ürünü ilkeleriyle işlediğini göstermeye çalışmıştır.
Sorunuzda da belirttiğiniz gibi modern kökünden türetilmiş ve kelimenin yapısına, şekillendiği kalıba göre az çok farklı anlamlar taşıyan modernite kavramları ortaya çıkmıştır. Bunların en önemlileri, modern, modernite, modernlik, modernizasyon ve modernizmdir. Modernite bir büyük boy söylemdir ve her büyük boy söylem gibi insanları hiçbir yargıya tabi tutmadan içinden ve lehinde konuşmaya sevk eder. Kişi bunun genel bir klişe olduğunu pek çok olgunun keyfi bir biçimde buraya yerleştirildiğini bile düşünmez. Mesela “modern bir şehir” “imarlı bir şehir” demektir. Ama söylem bu kelimeyi kullanmaya izin vermez. Modern ve modernite genel anlamda gelenek dışı bir olgu, modernlik bu olgunun görünümüdür. Modernizasyon, modernize etmek veya modernleştirmek, bir şeyleri modern olduğu kabul edilen hale dönüştürmek demektir. Modernizm ise insana bir başka yolun olmadığını telkin eden bir ideolojidir. Ama modernite her şeye rağmen bir kültürel kırılma olayıdır.
2. İslam dünyasının modernleşme ile olan hikayesini nasıl okuyorsunuz? Bugün bu hikâyenin neresindeyiz?
İslam, belki daha doğru bir ifadeyle Müslüman toplumlardaki modernleşme 16. Yüzyıl sonlarında başladı. Batıda bir yüzyıl önce başlayan sömürge hareketiyle yüzler değil binlerce yıldır süregelen kadim kültür geleneği bozuldu. Çünkü yağmacılar büyük bir güç elde etmişlerdi. Ahlaktan yoksun olan güç tam bir magandalık doğurdu. Artık sosyal ilişkilerin ölçüleri onların ölçüleriydi. Başat ilkeler vardı ki bunların en önemlilerinden birisi ilerleme idi. İlerleme insanlığın büyük bir kısmının hala anlayamadığı bir kavramdır.
İlerlemişlik, Batının ortaya koyduğu, insanların yılda kişi başına ne kadar protein et) ne kadar elektrik tükettiği, kaç araba ürettiği, vb. ile ilgili bir refah ölçüsüdür. Ancak sayısal olmadığı için ne kadar insan olabildiğinin hiçbir önemi yoktur. Belirlenen seviyeleri yakalayamayan toplumlar geri, ilkel ve tabi soymayı beceremeyen geri zekalı toplumlardı. Buna göre mesela Osmanlının çöküşünün sebebi, iç ve dış talana cevaz vermemesi, kısacası sömürüyü becerememesiydi.
İlerleme eksenli modernite, Müslüman toplumların öncelikle aydınlarını ipotek altına almakla kalmadı geri kalmanın sebebini dine/İslam’a bağladı. Halbuki refah, din ile ilgili değil, bir nesnel dünya işidir. Onun için Kur’an’da refahı emreden ve yasaklayan bir ayetle karşılaşmayız. Refah, şartların gereği gerçekleşir ve özel olarak yasaklamaya gerek olmaksızın değerlerin sınırında durur. Değer üretilmez, refah üretilir, sınırını da değerler belirler. Müslümanlar, çağdaşlaşma adına, emanet, adalet, vb. gibi İslam’ın yüksek değerlerini atlayıp Batının araç değerlerini nihai değerler olarak benimsediler.
Aslında Müslüman düşünürler İslam ile modernleşme arasında bir bağlantı kurmak için uğraşmadılar değil. Ne var ki aldıkları modern kültürü İslam’a uyarlamak yerine İslam’ı Batı kültürüne uyarladılar. İşleme yöntemi kaçınılmaz olarak modern kültürün yöntemi idi ve tabii ki bu süreçten her zaman sağlıklı bir sonuç çıkmadı. Günümüzde Müslüman toplumlarda modernleşme güncel bir tartışma konusu olarak gözükmüyor. Ama bir aydınlanma paradigması ürünü olan modernite hükmünü icra ediyor.
3. İslami Hareketler ve İslamcılar ile modernleşme arasında kurulan ilişkiler ve çatışma noktaları hakkında oluşan literatür hakkında sizin kanaatleriniz nelerdir? İslamcıların İslam dünyasındaki modernleşmenin ana aktörü olduğu İslamcılığın da modernleşmenin bir sonucu olduğu söylemi hakkında siz neler düşünüyorsunuz?
Müslüman dünyada şimdiye kadar modernite ile ilgili pek çok şey yazıldı, geniş bir literatür oluştu. Ortadoğu, Kuzey Afrika, Uzak doğu, Hint alt kıtasında özellikle Mısır, Pakistan ve İran gibi ülkelerde ciddi çabalar oldu. Uzak doğudan Batıya, Nakıb el-Attas, Muhammed İkbal, Mevdudi, Cemalettin Afgani, Ali şeriatı, Sait Halim Paşa, Reşit Rıza, Muhammed Abduh, Seyyid Kutup, Muhammed Hanefi, Malik b. Nebi, vb. hemen ilk akla geliverenlerdir.
Ne var ki bu iyi niyetli çalışmalardan istenen sonucun alındığını söylemek zordur. Sebebi, moderniteye dışarıdan bakamamaktır. Büyük söylemler, en güçlü düşünürleri bile içeriden bakmaya zorlar, büyük imkânlar gibi sunmuş görünür. Bu arada pek çok şey üretilmiş, hata tabir caizse bir yamalı bohça durumunda olan moderniteyi kusursuz bir kuram haline getirmişlerdir. Gerçekten de modernitenin derli toplu bir kuram haline gelmesinde Batı dışı toplumların aydınlarının önemli bir katkısı (!) vardır. Mesela hala üniversitelerimizde Batının yarım yüzyıl önce terk ettiği ilerlemiş toplumlar, geri kalmış toplumlar, gelişmekte olan toplumlar, vb. gibi toplum sınıflamaları hala devam ediyor. Halbuki kendiliğinden bir “geri kalmışlık” yok, Batının insanlık dışı sömürüyle hareketiyle bir “geri bırakılmışlık” vardır. Kendi dünyalarında arazilerinin sağladığı imkânlarla yaşayıp giden insanlar artık açlıkla pençeleşiyor, toplu ölümler yaşıyorlar. Modern kültür bu sefaleti insanların kafasını çalıştıramamasıyla açıklıyor ve kendini temize çıkarıyordu.
Sonucu böyle değerlendirmek için de modernitenin önümüze sunduğu bir yığın nazariye vardı. Mesela önemli bir düşünür olduğu kadar aynı zamanda bir aktivist olan Ali Şeriatı, İslami anlayışın karşı kutbunda yer alan Marks’ın tarih şemasını esas almakta ve tarihi sınıf kavgasıyla açıklımaktadır. Kişisel Habil-Kabil çatışması bu söz konusu sınıf kavgasının bir arşetipiydi. Şüphesiz bunlar yeni İslamcı görüşlerdi ama sorunuzda zikrettiğiniz gibi bu İslamcılıklar bir modernite ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Ne denli büyüleyici olursa olsun böylesi bir ideoloji bir modernite ürünüdür. Asıl sorun, büyük boy kuramlara dışarıdan ve bir başka paradigma açısından bakamamaktır.
Ben, büyük boy söylemlere dışarıdan bakabilmek gerektiği işlemek amacıyla bundan 15 yıl kadar önce (2009 da) “Moderniteye Dışarıdan Bakmak” adlı bir kitap yazmıştım. Amacım, moderniteyi İslam’ın karşısına koyarak kurada dışarıdan bir bakışın nasıl olabileceğini göstermekti. Kitabım pek beğenildi, methiyeler yapıldı. Ama beklediğim sonucu alamadım. Çünkü okuyucunun anlattıkları arasında benim dışarıdan bakma temam yoktu. Okuyucuya göre karmaşık gözüken moderniteyi başarılı bir şekilde anlatmış, hiç de niyetimde olmayan bir hizmeti yerine getirmiş oluyordum. Tabi bu sonuç bana mutluluk değil üzüntü verdi. Umarım bu örnek, İslamcı hareketlerimiz ile modernite karşısındaki sorunumuzu yeterince açıklar.
4. Gelenek ve modernlik birbirine muhalif söylemler midir? İslamcılar gelenek ve modernlik denklemini doğru bir şekilde formüle edebildiler mi?
Gelenek üzerine düşüncelerimizde de ciddi belirsizlikler vardır. Çağrıştırdığı anlamdan hareketle ansiklopediler geleneği, toplumlarda eskilerden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar olarak tanımlanmaktadır. Ne var ki bu tanım birbirinden az çok farklı konumlarda bulunan kültür, bilgi, töre, alışkanlık, gibi olguların genel bir klişesi gibi gözüküyor. Mesela töre katı bir yaptırıma sahip iken alışkanlığın bir yaptırımı yok. Yine bilgi çoğu kere gelenek düzleminden farklı bir yerde bulunur.
Gelenek (tradion) kavramı Antikçağ felsefesinde Aristoteles tarafından, tutarlı “orta yol” anlamında kullanılmıştı. Mesela buna göre israf da cimrilik de insan eylemlerinin uç noktalarında yanlış davranışlardır. Doğru olan, toplumca onaylanan “tutumlu olmak” tır ki gelenek de budur. Şüphesiz orta yol, uçlarda hareket etmeye nazaran daha doğru bir yoldur, ama bu mutlak değildir, Yerine göre uç bilinen noktalarda hareket etmek gerekir. Onun izin ilk bakışta İslam da bu ölçeği kabul ediyor görünüyorsa da bu yargı sonuna kadar doğru değildir, yerine göre bir hayırlı iş için bütün imkanlarını kullanmaktır. Sosyolojiye göre gelenek doğru yanlış, zamanın şartlarına göre toplumların oluşturup onaylaya geldiği davranışlardır. Bunun katı yaptırımlısına töre, yaptırımı olmayana da görenek denir. Gelenek toplum kültürünün süreklilik çizgisidir ve dolayısıyla önemlidir.
Modernite gelenek kavramını kendisini tanımlayabilmek için antipodu olarak kullanmıştır. Mecburen tutunduğu bu modernite-gelenek ikilime göre, modern, “geleneksel olmayan”, gelenek de modern olmayandır. (İyi, kötü olmayan; kötü ise iyi olmayandır). İstendiğinde taraflara ayrı bir nitelik bulunabiliyorsa problem yoktur, ancak ikisini de aynı niteliklerin olup olmamasıyla açıklanıyorsa bu bir totoloji bir laf cambazlığıdır. Mesela modernite gösterişçi, seküler, normcu, vb. ise geleneği mahremiyetçi, dünyevi, değerci nitelikleriyle tanımlamak geleneği tanımlamaz. İkilem, “modern” ve “modern olmayan” olarak karşımıza çıkar ve özelliği yalnızca modern nitelikler taşamaması değil daha farklı özelliklere sahip olmasıdır.
Modern kültür Batı dışı toplumları manipüle edebilmek için gelenek bir karalama aracı olarak kullanıldı. Bunun için de öneminde şüphe bulunmayan geleneğin olumsuz anlamda kullanılabilmesi için türedi kavramlar ortaya kondu. Batı gelenekli, ama Batı dışı toplumlar gelenekçi idi. Maalesef İslamcı düşünürler arasında da gelenek/sel, atılması gerekli bir tortuydu, her ne ise “geleneksel İslam” dan kurtulmamız gerekiyordu. Bu durum tarihi temellere sahip İslam ile mücadelenin tipik bir yoluydu.
Takdire değer ki Yusuf Guenon gibi İslam düşünürleri geleneğin önemini anlatmak için yoğun bir çaba harcadılar. Bu çizgiye göre gelenek Allah’ın insan doğasına yerleştirdiği tevhid, adalet, hakkaniyet, vb. gibi yüksek değerlerdir, ilahi dinler bunların üzerine oturur, Allah, peygamberleri bunları güncellemek için gönderir. Maalesef İslam düşünürleri modernite karşısında böylesi anlamlı bir tezi geliştirip güncelleyerek savunamadılar.
5. Wael Hallaq'ın da üzerinde durduğu gibi İslam, modernleşme dışı bir alternatif olma özelliğini koruyor mu? İslami hareketlerin ya da İslamcıların bu bağlamdaki yetenekleri nelerdir?
İslam’ın modernite karşısında insanlığın yegâne alternatif olduğunda şüphe yok. Sadece sorunlarla boğuşan İslam dünyasının Wael Hallaq, Taha Abdurrahman, mühtedi Roger Garaudy, vb. gibi düşünürleri değil, dünyanın geldiği bu kötü noktada Müslüman olmayan Aleksandr Duğin gibi pek çok düşünür de modern dünyanın çözülemeyen sorunları karşısında en güçlü alternatifin İslam olduğunu dillendirmektedirler. 1990 lı yılların başında Doğu Blokunun yıkılması üzerine ünlü ABD stratejisti Francis Fukuyama “Tarihin Sonu “adlı eserinde Batı liberalist dünya görüşünün dışında ona rakip olabilecek bir din veya ideolojinin olup olmadığını tartışır.
Fukuyama’nın bu değerlendirmesine göre özetle söylemek gerekirse “Dünyanın en büyük ülkesi ve büyük bir tarihin sahibi olan Çin’in misyonunu Marksizm bitirmiş, kendisi de fiyaskoyla son bulmuştur. Kadim kültür alanlarından birisi olan ama şimdi Batının çöplüğü haline gelen Hindistan’ın günümüz insanlığına sunacağı hiçbir mesajı yoktur. Rusya etkin bir blok olduğunda da liberalizme göre işleyen bir dünya olarak kalacak. Marksist ideolojisini sanayileşmeye geçince kaybetmiş olması da bunu göstermektedir. Ortalıklarda etkin bir din de yok. Hinduizm, Konfüçyanizm, Budizm, Şintoizm gibi büyük dinler medeniyet kurucusu dinler değildirler. Yalnız İslam dininin bir potansiyeli var. Ama derin bir Batı etkisinde bulunan Müslüman ülkelerin silkinip insanlığa bir sunumda bulunmaları mümkün gözükmüyor. Onun için “Tarihin Sonu: Liberalizm” demekte bir sakınca yoktur”.
İşte şimdilik etkin olmasa da İslamın taşıdığı bu potansiyeli Batı dünyasını tedirgin etmektedir. Bilim adamlığından çok stratejistlik yapan Bernard Lewis gibi düşünürlere göre “İslam potansiyel bir imkân olduğu kadar, Batı için ciddi bir tehlikedir. Ne yapıp edip mümkün olduğunca parçalayıp eritmemiz lazım. Eğer dünya iktidarını ellerine geçirirlerse Batıdan hesap soracaklarından hiç şüphemiz olmamalıdır”.
Biz Müslümanlar intikamcı değiliz, bizim için önemli olan önce İslam mesajını iyi anlamak ve sonra mümkün olduğunca insanlığa sunabilmektir. İyi anlamının önündeki en önemli engel İslam’ı, doğasına değil, moderniteye göre anlamaktır. Çünkü bu anlayış hangi düzeyde bir yorum olursa olsun, önemli malzemeler içerse de her halükârda modernitenin bir mesajıdır. Hallaq başta olmak üzere günümüz İslam düşünürleri İslam’ın alternatif bir sistem olduğunu söylemektedir. Aslında İslam hiçbir dinin veya ideolojinin alternatifi değildir. Alternatiflik her haliyle bir karşıtlığı ifade eder. İslam kendini karşıtlık üzerine konumlandırmaz. O, hep orada duran bir sistemdir. İslam bir başkasının elindeki doğruya yanlış; yanlışı doğru kabul etmez. Herkese hitap eder. Ancak İslam’dan hareketle projeler üretilir ki şüphesiz bu proje öncelikle modern kültürün insan fıtratıyla çelişen paradigmalarını reddetmek durumundadır. İslamcı düşünce ve hareketler, sorunu şimdiye kadar tam çözememişlerdir. Umarım şartların zorlayıcılığında bundan sonra çözerler. Sorunun çözümü hep yeteneğe bağlı değildir, tam tersine çözüm zorunluluğu da yetenekler doğurabilir.
6. Modernleşme ve emperyalizm arasında ne tür bir bağ vardır? Bu bağlamda Osmanlı ve Türkiye modernleşmesi bu süreçten ne kadar etkilendi? Türk modernleşmesinin ayırt edici özellikleri nelerdir?
Emperyalizm, güce bağlı kültür politikası demektir. Güç işin içine girdiği zaman da etkinlik ve egemenlik ön plana çıkar. Yüksek değerlerin yerini araç değerler, tabi yüksek değerlerle donanmış insan eylemi demek olan ahlakın yerini de ahlaksızlık, daha doğru bir ifadeyle ahlak yokluğu alır. Batıda bu güç 15 yüzyıl sonlarında başlayıp günümüze kadar süren sömürgecilikten nemalanmıştır. Böylesi bir oluşum her şeyin üstünde sorumsuzca bir egemenlik fikri getirdi. Emperyalizm adı verilen bu oluşumun var olabilmesi için insanlığın aşkın kökenlerinden koparılması gerekiyordu.
Buna göre artık tabiat Tanrının insana bir emaneti değildi. Vahşi olan bu tabiat, gözetim altına alınmalı gönüllerince kullanılmalıydı. İnsanlar da, bir üs hayvandı ve hayvanlar nasıl gönüllerince kullanılabilirse insanlar da öylece kullanılmalıydı. Bunun yolu da varlığı tanımak ve yeniden kurmaktı Uzun bir zaman kurucu mantık oluşturuldu. Aydınlanma adı verilen bu mantık içkin bir ögeden hareketle her şey yeniden kurdu. Mesela Tanrı inancı, orada duran ontolojik aşkın bir varlıktan değil, epistemolojik olarak, insanın korkularını yenme çabasından, ahlak çıkar dengelerinden, toplum muhayyel bir sözleşmeden, vb. doğmuştu. Ama bu sözleşme Tevrat, İncil ve Kur’an’da anlatıldığı gibi Tanrı ile insanlar arasında ahlak kayıtlı bir sözleşme değil, J. J. Rousseau anlattığı gibi insanlar arasında bir çıkar sözleşmesi idi.
Maalesef öncü rolü oynayan Müslümanlar aydınlar modern kültürü İslam bağlamında sağlıklı bir biçimde çözümleyemediler. Onun orada duran sağlıklı bir kültür olduğu kabulüyle edinmeye çalıştılar ki kültürel etkileşim süreçlerinde buna kültürleme (enculturation) adı verilir. Kültürleme, kişinin kendi toplumunun veya bir başkasının kültürünü herhangi bir ayıklamaya tabi tutmadan kabul etmesi demektir. Burada önemli bir etkileşim süreci olan ve bir başka kültürle alışveriş yapma ve asgari bir senteze ulaşma işi demek olan kültürleşme (accultüration) bile gerçekleşmemektedir. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç bir kültür şoku, kültürlenememe veya kültürsüzleşmedir.
Toplumumuzla modern kültür arasındaki ilişki maalesef pek sorunlu olmuştur. Osmanlı döneminde bir kültürleme olarak yani öncesiyle hiçbir ciddi ilişkiye getirmeden, özümsemeye tabi tutmadan kendi kültürünü ediniyormuşçasına olmuştur. Bu dönemde resmi dairelerdeki bazı zonlamaların dışında halka müdahale edilmemişti. Cumhuriyet döneminde ise paranoyak denebilecek düzeyde sorunlu bir kültür projesiyle telafisi imkânsız sorunlar ortaya çıkmıştır. Çünkü bu süreçte yalnızca kültürleşmeye imkân tanınmamış değil, yerli kültür yok sayılmıştır. Tabir caizse bu ruh çağırma seansında sırf bardaklar yok değil, onların üzerinde hareket edeceği masa da sırra kadem basmıştır. Bu süreç aydınlanma ürünü bir kültür hareketi bile değildir. Şimdilerde toplum kültürel yönden kendini bulmaya çalışmaktadır. Bana göre galiba en önemli ayırt edici özelliğimiz toplumun kültürleşmesine izin verilmemesidir.
7. "Modernleşme sürecinin sekülerleşmeyi zorunlu kıldığı ve bu süreçte sekülerleşme nin dini değerleri ortadan kaldıracağı iddiası üzerine ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda, modernleşme ve sekülerleşme arasındaki ilişki nasıl değerlendirilmeli? Yaygın bir hüviyet kazandırılan sekülerizm paradigması karşısında İslam/Müslümanlar nasıl var olabilir? Bu hususta neler düşünüyorsunuz?
Ben, sekülerleşme sürecini, “dini kutsallığın gittikçe zayıflayıp onun yerini dünyeviliğin aldığı” şeklinde tanımlanan görüşten daha farklı düşünüyorum. Hangi kutsal, hangi din, buna iyi karar vermek lazım. Kutsallık ortadan kalkmıyor, konusu değişiyor. Hümanistlerin Tanrısı insan, insan bedeni daha doğrusu cinselliğidir. Kapitalizmin kutsalı paradır, Kemalizm’inki Mustafa Kemaldir. Yakın bir geçmişe kadar Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ nde Kemalizm kelimesinin karşısında “Türk dini” açıklaması yer alıyordu. Doğru bir tanımlamayla dini nihai inanç ve yargılar olarak alındığında bu açıklama anlamlıdır.
Sözün kısası sekülerleşme sırf dini ortadan kaldırmıyor, düzmece dinler üretiyor. Nakıp el-Attas’ın gayet yerinde ifade ettiği gibi Müslümanların problemi sırf laisizm değil, aynı zamanda kutsamacılıktır. İslam deseküler ve desakremental bir dindir. Bu alanda sağlıklı hareket biçimi, sırf yanlış olanı ortadan kaldırmak değil, doğru olanı (İslam’ı) ikame etmektir. Bilindiği üzere mantıkta “non-a (yanlışlar)” alanı sonsuzdur. Bütün renkleri saysam bile asıl rengini belirtmediğim sürece elimdeki eşyanın rengi konusunda doğru bir beyanda bulunmuş olmam.