Kıblenin Direnişi / Direnişin Kıblesi

Yüzümüzü kıbleye dönmek bize bahşedilen hayatı ilahi rızaya muvafık bir istikamette yaşayacağımıza dair ahdimizin beyanıdır. Yüz(veche) ve yöneliş... Birbirinin mütemmim cüzüdür adeta... Yüzümüzü döndüğümüz yer yöneldiğimiz yerdir aynı zamanda. Namazda yüzümüzü ayağımızın bastığı yere değdirerek yüce Allah(c.c)’ı tebcil ve takdis ederiz. Rab-kul ilişkisi namaz eyleminde en kamil haliyle tebarüz eder. Namazın sıhhati için kıbleye dönmek şarttır.  Kurbanımızın makbul olması için de… Ölülerimizi defnederken de kıbleyi dikkate alırız. Son Elçi(s.a.v) böyle öğretmiştir çünkü… Kıble, yanardöner olmadığımızın (yani her yana dön/e/meyeceğimizin, istikamet üzere olduğumuzun, her kabın şeklini alm/a/yacağımızın, her yolun yolcusu olmadığımızın, hasılı kelam, bir değer sistemine bağlı olduğumuzun ) göstergesidir. Nebevi öğretiye (yani ilahi vahiy bilgisinin temsil ve tebliğine) teveccühümüzü kıbleye dönerek izhar ederiz.

Nebiler diyarı Kudüs ilk kıblemiz… Hatem-ül Enbiya buradan yükseldi miraca… Kitab-ı Kerim’in ifadesiyle etrafı mübarek kılınmış belde… Buranın Müslüman hakimiyetinde olması (sembolik olarak) nübüvvet zincirinin son halkası Elçi(s.a.v)’ye sadık olanların tarihin öznesi olduğunu gösterir.  Yüce Kur’an’ın gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar olarak tavsif ettiği Yahudi ve Hıristiyanların Kudüs üzerinde hak iddiaları, nübüvvete ihanetlerinden dolayı, temelsizdir. Kaldı ki hem yakın hem de uzak tarih onların neden muktedir olmamaları gerektiğini anlatır insanlığa lisan-ı münasiple… Bu bağlamda Kudüs’ün, gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar ittifakı tarafından işgali sıradan bir toprak istimlaki olarak değerlendirilemez. Bu işgal nübüvvetin son halkasına vurulmuş İbrani-Hıristiyan darbesidir. Peygamberi tanrılaştıranlarla onu katledenler arasındaki ittifak, son Elçi’yi (ve onun nezdinde ümmetini) tarih dışına atmak ya da köleleştirmek arzusundadır. Ki zaten Rasul-i Ekrem’in siyahi cariye Hacer’in soyundan gelmesi onun köle olduğunun delili olarak kabul edilir İsrailoğulları tarafından. “Köle asil doğur/a/maz derler” cariye Hacer’in sülbünden gelenleri tahkir ve tahfif etmek için…

Yahudi olmanın koşulu Yahudi bir anneden doğmaktır (kan bağına dikkat!) … Kan, hem Yahudilikte hem de Hıristiyanlıkta, biyolojik varlığımızın devamını sağlayan sıvı olmanın ötesinde bir anlama sahiptir. Aşai Rabbani ayininde (ritüelinde) ekmek ve şarap (İsa’nın eti ve kanı) yenir ve içilir… Neden? Tanrı kana karışsın diye elbette… Tanrıyı yiyerek (teofaji) onda değişmektir amaç… Böylece Hıristiyan kanı ayrıcalık kazanır… Ve pek tabi ki Hıristiyan olmayanın kanı önemsizleşir. (Katolik gelenek kafirler/paganlar için “kanı bozuk” der.)  Vampirlik (kan içicilik) bu kültürün olmazsa olmazıdır. Drakulayı yaratan zihnin esin kaynağı burasıdır. Hitlere öjeniyi ilham eden de… Denebilir ki son Elçi(s.a.v)’nin vazettiği öğreti “kan odaklı (biyoloji eksenli)” tüm yaklaşımları reddedip takvayı merkeze alarak tarihin en büyük devrimlerinden birini yapmıştır… “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diyen/ler İbrani-Hıristiyan kültürün misyon erleridir. Asil ve yüksek karakterli olmayı kanla (biyolojiyle) ilişkilendirenler şeytana ittiba etmiş demektir. Faşizmin/Irkçılığın İbrani-Hıristiyan kültürden beslenmesi tesadüf değildir. Hitler’den Netanyahu’ya uzanan çizginin kökleri çok daha derinlerdedir. Bu kökler ürün vermeye devam edecektir… Kanla itikat arasında bağ kurmak suretiyle ırk ile dini iç içe geçirerek (birbirinin tamamlayıcısı yaparak) ilahi rızaya muğayir (şeytanca) bir yaşama öncülük etti İbrani-Hıristiyan kültürü… 

Kudüs/Gazze direnişi kıbleye sahip çıkan bir direniştir ve bu yönüyle tarihin bu en kırılgan zamanında insanlığa istikamet üzere olmanın ehemmiyetini hatırlatmaktadır. Kıbleye sahip çıkmak nebevi öğretiye, bu öğretinin son halkası olan Elçi’nin aziz beyanına sadakat göstermektir. Kıbleye sahip çıkmak, peygamberlerini katledenlerle onu tanrılaştıranlara ilahi gazabı hatırlatmak, fısk ve fücur , şirk ve tuğyan, nifak ve şikak ,fitne ve fesat ehli olduklarını cihana beyan etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, ulus-ırk-din arasında varolduğu varsayılan bağın aslında şeytanca bir dürtünün tezahürü olduğunu fark etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, renksiz-kokusuz-tatsız-akışkan kimliklerden teberri edip her hal ve şartta ilahi sınırları gözeten kaya gibi sağlam mü’min/mü’mine kimlikte ısrar ve inat etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, mekan-insan ilişkisini fetişist/pagan yönelimlerden arındırıp “değer sistemi” bağlamına raptetmektir. Kıbleye sahip çıkmak, İbrani-Hıristiyan ittifakıyla projelendirilen seküler-ırkçı-materyalist-sömürgeci aydınlanma ideolojisine isyan ve itiraz etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, Westfalya Düzeni’nin icat ettiği ulus-devlet realitesini, etno-kültürel dayatmayı, homojen-tektip-birörnek-basmakalıp insan yığınları icat etmeyi reddetmektir. Kıbleye sahip çıkmak, kutsaldan arındırılmış bilginin felaket getireceğini, insanlığın felahının kutsala ram olmuş bilgiyle mümkün olduğunu beyan etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, mutlak kötülük olan siyonizmin İbrani-Hıristiyan köklerini deşifre etmek, bu köklerin modern/post-modern paradigmada içkin olduğunun farkına varmaktır. Kıbleye sahip çıkmak, emperyalist-kapitalist- sömürgeci (kolonyalist) dayatmaları reddetmek, ilahi vahiy bilgisi ve nübüvvet pratiği esinli bir hayatın mümkün olduğunu ilan etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, bilinci yaralı Müslüman toplumların dirilişine vesile olmaktır. Kıbleye sahip çıkmak, tarihin ve coğrafyanın kader olmadığına, ilahi vahye ve nübüvvete tam teslimiyet koşuluyla her hal ve şartta müstesna bir şahitliğin inşa ve ikame edilebileceğine inanmaktır. Kıbleye sahip çıkmak, Sykes-Picot’un ezeli ve ebedi gerçeklik olmadığını idrak etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, etnik ve mezhebi gerilimlerin emperyalizmin ve sömürgeciliğin işini kolaylaştıran en etkili manipülasyon aracı olduğunu, şayet bu gerilimleri yönetmeyi öğrenemezsek asla ve kat’a haysiyetli bir yarına uyanamayacağımızı bilmektir. Kıbleye sahip çıkmak, metafiziği olmayan fiziğin, manası olmayan maddenin, ahireti olmayan dünyanın, gökle irtibatı kesilmiş yerin, ruhun kıvamını ciddiye almayan bedenin insanlığın felaketi olacağını idrak etmektir. Kıbleye sahip çıkmak, sahici ilmi-entelektüel çabanın zalimlerin hoşnutluğu için değil, hakikatin tebellür ve taayyün etmesi için olduğunun şuurunda olmaktır.

Son Elçi ilk fırsatta Kabe’yi müşriklerden alarak oranın hürmet ve izzetine yakışanı yaptı. Cahiliyenin putlarını yıktı ve bu mübarek mekanın nübüvvetle olan irtibatını tescilledi. Onun halifesi Hz. Ömer ilk kıblemiz Kudüs’ü Roma-Hıristiyan tasallutundan (hem de savaşsız) kurtararak son ilahi öğretinin ulviliğini (bir kez daha) gösterdi. Kabe ve Kudüs için sergilenen bu titizlik jeo-politik/stratejik emeller için değil itikat kaynaklıydı her zaman… Kıblenin yön/istikamet anlamına geldiğini biliyordu Müslümanlar… Lakin bu bilinç bugün İslam dünyası toplumlarını terk etmiş sanki… Gazze direnişinin yetimliğine bakarak söylüyorum bunu… İran-Yemen-Lübnan Hizbullahı hariç ses seda yok… Direniş adeta bütün İslam dünyası adına savunuyor kıblemizi, onurumuzu, haysiyetimizi… Kleptokrat (harami) oligarklar tarafından işgal edilen Kabe’nin durumu da Kudüs’ten farklı değil… Suud ve diğer körfez monarşileri tarihin gördüğü en alçakça tutumu/tavrı/tarzı tercih ederek, mikro-milliyetçilik ve mezhebi enstrümanlar aracılığıyla, direnişi yalnızlaştırmaya, etkisizleştirmeye, boğmaya çalışıyorlar. Bu monarşiler emperyalist-siyonist-sömürgeci tahakkümle uzlaşarak açıkça Kabe’nin ve Kudüs’ün hürmetine-izzetine-vakarına halel getiriyorlar, tecavüz ediyorlar…

Bölgenin önemli güçlerinden biri kabul edilen Türkiye ise NATO ile yakın teması, kapitalist-sömürgeci sistemle uzlaşısı ve Kemalizm ile Siyonizm arasındaki “doktrinel ortaklık” nedeniyle sadece retorik düzeyde kalan bir tepkiyle yetiniyor. Kudüs’ü politik emellerine alet eden muhafazakar siyasi kadrolar, iktidarda olmalarına rağmen, büyük bir acziyet ve yüz kızartıcı bir pişkinlikle olup bitenleri seyretmekle yetiniyor… İslami duyarlılık sahibi sivil toplum örgütleri, muhafazakar siyasetin gölgesine sığınmayı tercih ettikleri ve ulus-devlet, reel politika, konjonktürel zaruretler gibi “erdemsizliği meşrulaştıran” klişelerden sarfınazar etmeyi başaramadıkları için sarsıcı ve uzun erimli eylemler üretemedi. Mistik/ Batıni /içrek /işraki / ezoterik gelenek tarafından büyük ölçüde esir alınmış olan bu örgütler, sosyal yardım eksenli varoluşu ilmi-entelektüel-siyasi varoluştan yeğ tuttukları için Kudüs/Gazze direnişinin kıymetini takdir edemediler. Akademik-entelektüel camianın ekserisi Avrupa merkezci (eurocentric)  bilgi sisteminin kavramsal ve kurumsal tahakkümüne razı olduğundan, esaslı bir muhalif duruşa öncülük etmeleri beklenemez. Türkiye’de sosyal bilimler, bidayetinden beri, “beyaz adam”ın dünya görüşü ve hayat tarzının bu ülkede nasıl tahkim ve terviç edileceğini çalışıyor. Anti-sömürgeci/anti-emperyalist/anti-kapitalist/anti-siyonist bilincin inşa ve ikamesine öncülük etmek gibi bir gündemi hiçbir zaman olmadı.

Onurlu-haysiyetli bir hayat yaşamanın yolu kıbleli olmaktan ve kıbleye sahip çıkmaktan geçiyor. Kudüs’ün İbrani-Hıristiyan koalisyonunun tahakkümü/ hegemonyası altında kalması, özelde İslam dünyası toplumlarının genelde tüm insanlığın  köleliğe razı olduğu anlamına gelir. Alemlere rahmet olarak gönderilen Elçi(s.a.v)’nin öğretisi yetimse (ki kanaatimce direnişin yetimliği öğretinin yetimliğine delalet eder) o vakit cihanda nefes alıp veren hiçbir insan teki hür değildir… Çünkü hürriyet Elçi’nin getirdiğine ittiba ile mümkündür… Direniş, köle olmayı reddedenlerin (kıbleye kıymet verenlerin, nebinin öğretisine sadakat gösterenlerin) omuzlarında yükseliyor ve destansı bir mücadeleyi bayraklaştırıyor… Bu nedenle daha ilk günden zafere erişti… Kıblesizlerin anlayamayacağı bir zafer…

*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam Düşüncesi'nin editoryal duruşunu yansıtmayabilir.

Yorum Yapın