Kabul ve Reddedişin Kısa Hikâyesi

İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde SSCB kuvvetleri Berlin'i kuşatır. Almanlar, yarım milyona yakın bir kuvvetle Berlin'i savunsalar da kenti kaybederler. 1945'te savaş nihayete ermiş ancak paylaşım tamamlanmamıştır. Savaş bittiğinde Sovyetler Birliği’nin silah altında on yedi milyon askeri olduğundan söz edilir. Elindeki gücün sağladığı güvenle sıcak denizlere inme hayalini gerçekleştirmek isteyen Sovyet Rusya, yönünü Türkiye’ye çevirir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nin  kendi lehine yenilenmesini ve  Doğu Anadolu Bölgesi'ndeki sınırın değiştirilmesini talep etmektedir. Sovyet Rusya, Türkiye’nin tek başına karşı koyamayacağı bir güç olduğunun farkındadır. Karşılaştığı bu tehditten kurtulmak isteyen Türkiye, uluslararası desteğe ihtiyaç duyar ve çeşitli diplomatik girişimlerde bulunur. ABD başlangıçta isteksiz görünse de Türkiye’nin hamiliğini üstlenmeye karar verir.

Savaş sürerken Amerika’daki Türk Büyükelçisi Münir Ertegün, kalp krizi geçirerek ölmüştür. Türk hükümeti Ertegün’ün cenazesi için talepte bulunur. Diplomatik teamüllere göre cenazenin askeri bir gemiyle ülkeye getirilmesini istemektedir. Bu istek taraflar arasındaki iş birliğini göstermek, Sovyetler Birliği’ne göz dağı vermek için bir fırsata dönüştürülür. Ölümünün üzerinden yaklaşık iki yıl geçen Ertegün, Türkiye’ye getirilecektir. Amerikan savaş gemisi Missouri” ve ona eşlik eden “Providence” ve “Power” gemileri, 1946’da Büyükelçi Ertegün’ün cenazesiyle yola çıkar. Gemiler Türkiye’de görkemli bir karşılamaya tanıklık edecektir. “İstanbul Belediyesi, büyük bir temizlik kampanyasıyla kolları sıvar; Beyoğlu’ndaki eğlence yerleri yeniden düzenlenir.  Tekel idaresinin özel olarak Amerikalı konuklar için hazırlattığı “Missouri” sigaraları piyasaya sürülür, Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü çeşitli spor karşılaşmaları için düzenlemeler yapar.” Cenazeyi getiren gemiler Boğazları geçip Karadeniz’e açılacak böylelikle Sovyetler Birliği’ne talepleriyle ilgili gereken cevap verilmiş olacaktır. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü: “Amerikan donanmasına mensup gemiler bize ne kadar yakın bulunursa o kadar iyi olur.” diyecektir.

Missouri’nin ziyareti Türk siyasi ve politik yaşamında yeni bir başlangıç noktası oluşturur. O günden sonra iç ve dış politikada Amerika etkisi ağırlığını hissettirecek boyuta taşınır.  İkinci Dünya Savaşı’nda benimsediği tarafsızlığını yitiren Türkiye, sadece dış politikada değil eğitimden iktisata, tarımdan sanayiye kadar her alanda ABD’nin taleplerine uygun politikalarla yoluna devam eder. Kısa süre içerisinde “Truman Doktrini” benimsenir ve NATO üyeliği gerçekleşir. Devlet politikalarını NATO doktrinine uygunluk bakımından denetleyip yönlendirecek mekanizmalar oluşturulur.

Aslına bakılırsa henüz cumhuriyet ilan edilmemişken düzenlenen “İzmir İktisat Kongresi” kapitalist dünyada yer alma kararlılığının göstergesidir. 17 Şubat 1923 tarihinde toplanan kongre aracılığıyla “Türkiye, Kurtuluş Savaşı sırasında çokça yardım aldığı Sovyetler ’den ideolojik olarak ayrıldığını ve küresel ekonomik sisteme karşı olmadığını muhataplarına anlatmış olur.”  Aynı yılın 29 Ekim’inde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin gerek benimsemiş olduğu ilkeler gerekse gerçekleştirdiği inkılaplar Batılı devletler arasında yer alma azim ve kararlılığının ürünüdür. Türkiye, sonraları “Batı Bloku” olarak adlandırılacak kapitalist dünyaya kendini konumlandırmış, devletin kodları bu konuma uygun Batılı normlar üzerine şekillenmiştir.

20. yüzyıl, önceki yüzyılda teorik çerçevesi tamamlanmış ideolojilerin halk hareketleriyle sahaya indiği bir dönemdir. Özellikle komünistlerin Rusya’da devrimle iktidarı ele geçirmesi aynı ideolojiyi benimseyen grupları motive etmiş, farklı ülkelerde de devrim amacı taşıyan hareketliliği başlatmıştır. Karl Marks, toplumsal yapıların kendini gerçekleştirme aşamalarından birini “Sınıf bilinci kazanan işçiler devrimle iktidarı alır ve üretim araçlarını kamulaştırır.” şeklinde açıklamıştır. Dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleştirilen devrimler karşı blokta endişe yaratır. Sınıf bilinci oluşturan düşünceler tehlikeli görülür. Zira bu bilinç devrime gidecek kapıyı aralayacaktır. Sovyetler Birliği muhaliflerini çalışma kamplarına gönderirken “Batı Bloku”nda da Marksist hareketler ötekileştirilir. Kapitalist ekonomi modelinin yürürlükte olduğu ülkelerde Marksist görüşlere sahip olmak, bu görüşlerin propagandasını yapmak, bu doğrultuda örgütlenmek suç olarak değerlendirilir. Herkes kendi düzenine muhalif gördüğü kişileri, grupları yok etme gayretindedir. Türkiye’nin iç güvenlik politikaları da kendini konumlandırdığı kapitalist dünyanın şartlarına uygun şekillenecektir.

Şevket Süreyya Aydemir’in adlandırmasıyla “Tek Adam” ve “İkinci Adam” dönemlerinde başlayan komünizmle mücadelenin dozu, dünyadaki gelişmelere bağlı olarak artacak, 12 Eylül’de zirveye ulaşacaktır. Dünyada Marksist hareketliğin arttığı 60’lı yıllarda ülkemizdeki protesto ve eylemler de yaygınlaşır. Devletin sert müdahalelerle bastırdığı protestolar, dönemin iktidarına yönelmiş, Amerika yanlısı uygulamalar hedefe konmuştur. Halbuki Türkiye-ABD ilişkilerinin o zamana kadar hayli pekiştiği gerçeği gözlerden kaçar. Türkiye’nin dünyadaki yeri de konumu da bellidir. İktidarda kimin olduğu fark etmeksizin Türkiye, kendini konumlandırdığı “Batı Bloku”nun doğasına uygun davranacak, bir devlet politikası olarak “komünizme geçit vermeyecektir.”

Sanat edebiyat dünyası da bu gelişmelerden payına düşeni alır. Edebiyatçıların gelir dağılımındaki eşitsizlik, adalet arayışı, sosyoekonomik sıkıntılar, siyasi gerilimler ve kalkınmanın önünde duran diğer meseleleri dert edinmesi, bir suç unsuru olarak karşılık görür. Devlete bir başkaldırış iddiasıyla dergiler, gazeteler kapatılır; kitaplar toplatılır, şair ve yazarlar için sorgu, yargılama, sürgün ve cezaevi süreçleri işletilir.

Konuyla ilgili akla ilk gelen isim Nazım Hikmet’tir. Hayatında ve eserlerinde türlü tutarsızlıklar, gidiş gelişler olsa da şairliği ve komünistliği hakkında herkes hemfikirdir. 1921’de Moskova’ya gidip Doğu Halkları Üniversitesine girer. Cumhuriyet kurulduktan sonra 1924’te Türkiye’ye döner. “Kuvayı Milliye Destanı”, uzaktan izlediği savaşın şiiridir. Mustafa Suphi ve arkadaşları öldürülene kadar Atatürk’ü ve Kurtuluş Savaşı’nı öven şiirler yazmaya devam eder. Bu olaydan sonra Atatürk’e hakaret içeren bir şiir yazacaktır. Aynı Nazım Hikmet, Bolşevik Devrimi’ne, Lenin ve Stalin’e övgü dolu şiirleriyle de bilinir. Orduyu isyana teşvik ve Türkiye Komünist Partisi içinde aktif faaliyetlerde bulunma suçlarıyla yargılanır. Türkiye’de yaşadığı sürenin on iki yılını cezaevinde geçirir. 1951’de kaçak yollardan Moskova’ya gider, bir daha da dönmez. 30 Haziran 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yazılanlara göre Nazım Hikmet Moskova Radyosuna şu beyanatı vermiştir: “Gözlerimin ışığını Stalin’e borçluyum, beni o yarattı, beni o yaşatıyor.”  Bu olaydan bir ay sonra Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılır. 1963 yılında ölen Nazım Hikmet, aradan geçen zaman içerisinde kendi gerçeğinden çok aşklarıyla, romantik devrimciliğiyle ilgi odağı olacaktır.

Orhan Kemal, 1938 yılında Niğde’de askerlik görevini yapmaktadır. Bu esnada okuduğu kitaplar başına iş açar. “Maksim Gorki ve Nâzım Hikmet kitapları okumak, yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik” suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkûm edilir. Rıfat Ilgaz’ın “Sınıf” adını verdiği kırmızı kapaklı şiir kitabı 1941’de yayımlanır. Yayımlandığının 25. günü satış yasağı getirilir. Ilgaz, kısa süreliğine de olsa cezaevine girer ve birçok hak mahrumiyeti yaşar. Attila İlhan, on altı yaşında bir gençken kız arkadaşına yazdığı mektuplarda Nazım Hikmet’in şiirlerine yer verdiği için hapis yatar. Sabahattin Ali, öğretmenlik yaptığı sırada tehlikeli propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklanır. Sonraki yıllarda Atatürk aleyhinde şiir okuduğu gerekçesiyle tekrar cezaevine girecektir. Aftan yararlanarak dışarı çıkan yazar, ülkeyi kaçak yollardan terk etmek için çıktığı yolculuk esnasında öldürülür. 1948 yılında işlenen bu cinayet, hayli spekülasyona yol açacaktır. Hasan Hüseyin Korkmazgil, “Kızılırmak” adlı kitabıyla komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla cezaevine girer. Kemal Tahir’in yaşadıkları da ilginçtir. Astsubay olan kardeşi Nuri Tahir’e okuması için Sabahattin Ali’nin bir kitabını verir.1938 yılında bu gerekçeyle açılan dava sonucu 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılır. Listeyi uzatmak ya da söz konusu edebiyatçıların yaşadıkları hakkında çok fazla detay vermek mümkün.

Günümüzde tanık olduğumuz görüntüler büyük şaşkınlık yaratıyor. Cumhuriyetin değerlerine atıfta bulunmak için sahneye çıkan konuşmacılar, sözünü ettiğimiz şair ve yazarları öne çıkaran bir içerikle çıkıyor dinleyici karşısına. Düşüncenin yükünü omuzlamadan adını devrimciler hizasına yazdırmanın uğraşını görüyoruz insanlarda. Birtakım çevreler kendi dünyasının ölçülerinden, değer yargılarından, tarihsel sürecinden bihaber olsa gerek.  Neyi kabul ettiğini bilmediği gibi neye itiraz edeceğinin de farkında değil. Sloganların, klişelerin kölesi olmuş adeta. Belki de bir uyanıklıkla kendine devşireceği gücün hesaplarını yapıyor. Halbuki her kabul, bir reddedişi de bünyesinde barındırır. Gerek inanç gerekse ideoloji bakımından aidiyet hissettiğimiz dünya, öteki dünyalara bir karşı koyuştur. Tanıklık ettiğimiz bu pespayeliği postmodern düşüncenin sahadaki yansımaları olarak değerlendirmek mümkün. Büyük anlatıların ölmesiyle bu anlatılara ait malzeme bir oyun ve eğlence aracına dönüştü. Nazım Hikmet, Piraye Hanım ve diğer aşkları üzerinden popüler kültür malzemesi oldu. Sabahattin Ali’nin öykülerinde vurguladığı Anadolu insanının yoksulluğu, dramı kimsenin gündeminde değil. “Kürk Mantolu Madonna”sı en çok satan kitaplar arasında. Romanın kahramanı Raif Bey’in absürt ilişkileri, yazarın gerçekliğini düşünmekten daha değerli çünkü sizi kısa yoldan devrimci yapıyor.

*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam Düşüncesi'nin editoryal duruşunu yansıtmayabilir.

Yorum Yapın

1 Yorumlar